سَبَأٍ
Sebe Suresi
اَلْحَمْدُ
لِلّٰهِ
الَّذ۪ي
لَهُ
مَا
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَمَا
فِي
الْاَرْضِ
وَلَهُ
الْحَمْدُ
فِي
الْاٰخِرَةِۜ
وَهُوَ
الْحَك۪يمُ
الْخَب۪يرُ
١
Elhamdu li(A)llâhi-lleżî lehu mâ fî-ssemâvâti vemâ fî-l-ardi velehu-lhamdu fî-l-âḣira(ti)(c) vehuve-lhakîmu-lḣabîr(u)
Hamd, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisinin olan Allah'a mahsustur. Hamd ahirette de O'na mahsustur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.
يَعْلَمُ
مَا
يَلِجُ
فِي
الْاَرْضِ
وَمَا
يَخْرُجُ
مِنْهَا
وَمَا
يَنْزِلُ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
وَمَا
يَعْرُجُ
ف۪يهَاۜ
وَهُوَ
الرَّح۪يمُ
الْغَفُورُ
٢
Ya’lemu mâ yelicu fî-l-ardi vemâ yaḣrucu minhâ vemâ yenzilu mine-ssemâ-i vemâ ya’rucu fîhâ(c) vehuve-rrahîmu-lġafûr(u)
Allah, yere gireni, yerden çıkanı; gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O, çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır.
وَقَالَ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
لَا
تَأْت۪ينَا
السَّاعَةُۜ
قُلْ
بَلٰى
وَرَبّ۪ي
لَتَأْتِيَنَّكُمْ
عَالِمِ
الْغَيْبِۚ
لَا
يَعْزُبُ
عَنْهُ
مِثْقَالُ
ذَرَّةٍ
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَلَا
فِي
الْاَرْضِ
وَلَٓا اَصْغَرُ
مِنْ
ذٰلِكَ
وَلَٓا
اَكْبَرُ
اِلَّا
ف۪ي
كِتَابٍ
مُب۪ينٍۙ
٣
Vekâle-lleżîne keferû lâ te/tînâ-ssâ’a(tu)(s) kul belâ verabbî lete/tiyennekum ‘âlimi-lġayb(i)(s) lâ ya’zubu ‘anhu miśkâlu żerratin fî-ssemâvâti velâ fî-l-ardi velâ asġaru min żâlike velâ ekberu illâ fî kitâbin mubîn(in)
İnkar edenler, "Kıyamet bize gelmeyecektir" dediler. De ki: "Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbime andolsun ki, Kıyamet size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır."
لِيَجْزِيَ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
لَهُمْ
مَغْفِرَةٌ
وَرِزْقٌ
كَر۪يمٌ
٤
Liyecziye-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihât(i)(c) ulâ-ike lehum maġfiratun verizkun kerîm(un)
Allah'ın, iman edip salih amel işleyenleri mükâfatlandırması için (her şey o kitapta tespit edilmiştir.) İşte onlar için bir bağışlanma ve bereketli bir rızık vardır.
وَالَّذ۪ينَ
سَعَوْ
ف۪ٓي
اٰيَاتِنَا
مُعَاجِز۪ينَ
اُو۬لٰٓئِكَ
لَهُمْ
عَذَابٌ
مِنْ
رِجْزٍ
اَل۪يمٌۗ
٥
Velleżîne se’av fî âyâtinâ mu’âcizîne ulâ-ike lehum ‘ażâbun min riczin elîm(in)
Âyetlerimizi geçersiz kılmak için yarışırcasına çaba harcayanlar var ya; işte onlar için elem dolu, çok kötü bir azap vardır.
وَيَرَى
الَّذ۪ينَ
اُو۫تُوا
الْعِلْمَ
الَّـذ۪ٓي
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
مِنْ
رَبِّكَ
هُوَ
الْحَقَّۙ
وَيَهْد۪ٓي
اِلٰى
صِرَاطِ
الْعَز۪يزِ
الْحَم۪يدِ
٦
Veyerâ-lleżîne ûtû-l’ilme-lleżî unzile ileyke min rabbike huve-lhakka veyehdî ilâ sirâti-l’azîzi-lhamîd(i)
Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilen Kur'an'ın gerçek olduğunu ve onun, mutlak güç sahibi ve övgüye layık Allah'ın yoluna ilettiğini görürler.
وَقَالَ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
هَلْ
نَدُلُّكُمْ
عَلٰى
رَجُلٍ
يُنَبِّئُكُمْ
اِذَا
مُزِّقْتُمْ
كُلَّ
مُمَزَّقٍۙ
اِنَّكُمْ
لَف۪ي
خَلْقٍ
جَد۪يدٍۚ
٧
Vekâle-lleżîne keferû hel nedullukum ‘alâ raculin yunebbi-ukum iżâ muzziktum kulle mumezzekin innekum lefî ḣalkin cedîd(in)
Yine inkar edenler şöyle dediler: "Çürüyüp ufalandıktan sonra sizin yeniden diriltileceğinizi söyleyen bir adamı size gösterelim mi?
اَفْتَرٰى
عَلَى
اللّٰهِ
كَذِباً
اَمْ
بِه۪
جِنَّةٌۜ
بَلِ
الَّذ۪ينَ
لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاٰخِرَةِ
فِي
الْعَذَابِ
وَالضَّلَالِ
الْبَع۪يدِ
٨
Efterâ ‘ala(A)llâhi keżiben em bihi cinne(tun)(k) beli-lleżîne lâ yu/minûne bil-âḣirati fî-l’ażâbi ve-ddalâli-lba’îd(i)
"Allah'a karşı yalan mı uydurdu, yoksa onda delilik mi var?" Hayır öyle değil! Ahirete inanmayanlar azap ve derin sapıklık içindedirler.
اَفَلَمْ
يَرَوْا
اِلٰى
مَا
بَيْنَ
اَيْد۪يهِمْ
وَمَا
خَلْفَهُمْ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
وَالْاَرْضِۜ
اِنْ
نَشَأْ
نَخْسِفْ
بِهِمُ
الْاَرْضَ
اَوْ
نُسْقِطْ
عَلَيْهِمْ
كِسَفاً
مِنَ
السَّمَٓاءِۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةً
لِكُلِّ
عَبْدٍ
مُن۪يبٍ۟
٩
Efelem yerav ilâ mâ beyne eydîhim vemâ ḣalfehum mine-ssemâ-i vel-ard(i)(c) in neşe/ naḣsif bihimu-l-arda ev nuskit ‘aleyhim kisefen mine-ssemâ-/(i)(c) inne fî żâlike leâyeten likulli ‘abdin munîb(in)
Onlar, önlerindeki ve arkalarındaki (kendilerini dört bir yandan kuşatan) göğe ve yere bakmadılar mı? Eğer dilersek onları yere geçirir veya gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Bunda, Rabbine yönelen her kul için bir ibret vardır.
وَلَقَدْ
اٰتَيْنَا
دَاوُ۫دَ
مِنَّا
فَضْلاًۜ
يَا
جِبَالُ
اَوِّب۪ي
مَعَهُ
وَالطَّيْرَۚ
وَاَلَنَّا
لَهُ
الْحَد۪يدَۙ
١٠
Velekad âteynâ dâvûde minnâ fadlâ(en)(s) yâ cibâlu evvibî me’ahu ve-ttayr(a)(s) veelennâ lehu-lhadîd(e)
Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir lütuf verdik. "Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tespih edin" dedik ve "(Bütün vücudu örtecek) zırhlar yap, işçilikte de ölçüyü tuttur diye demiri ona yumuşattık. "Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görürüm" diye vahyettik.
اَنِ
اعْمَلْ
سَابِغَاتٍ
وَقَدِّرْ
فِي
السَّرْدِ
وَاعْمَلُوا
صَالِحاًۜ
اِنّ۪ي
بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَص۪يرٌ
١١
Eni-’mel sâbiġâtin vekaddir fî-sserd(i)(s) va’melû sâlihâ(an)(s) innî bimâ ta’melûne basîr(un)
Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir lütuf verdik. "Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tespih edin" dedik ve "(Bütün vücudu örtecek) zırhlar yap, işçilikte de ölçüyü tuttur diye demiri ona yumuşattık. "Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görürüm" diye vahyettik.
وَلِسُلَيْمٰنَ
الرّ۪يحَ
غُدُوُّهَا
شَهْرٌ
وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌۚ
وَاَسَلْنَا
لَهُ
عَيْنَ
الْقِطْرِۜ
وَمِنَ
الْجِنِّ
مَنْ
يَعْمَلُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
بِاِذْنِ
رَبِّه۪ۜ
وَمَنْ
يَزِغْ
مِنْهُمْ
عَنْ
اَمْرِنَا
نُذِقْهُ
مِنْ
عَذَابِ
السَّع۪يرِ
١٢
Velisuleymâne-rrîha ġuduvvuhâ şehrun veravâhuhâ şehr(un)(s) veeselnâ lehu ‘ayne-lkitr(i)(s) vemine-lcinni men ya’melu beyne yedeyhi bi-iżni rabbih(i)(s) vemen yeziġ minhum ‘an emrinâ nużikḣu min ‘ażâbi-ssa’îr(i)
Süleyman'ın emrine de, sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık yol) olan rüzgarı verdik. Erimiş bakır ocağını da ona sel gibi akıttık. Cinlerden de Rabbinin izniyle onun önünde çalışanlar vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden çıkarsa ona alevli ateş azabını tattırırız.
يَعْمَلُونَ
لَهُ
مَا
يَشَٓاءُ
مِنْ
مَحَار۪يبَ
وَتَمَاث۪يلَ
وَجِفَانٍ
كَالْجَوَابِ
وَقُدُورٍ
رَاسِيَاتٍۜ
اِعْمَلُٓوا
اٰلَ
دَاوُ۫دَ
شُكْراًۜ
وَقَل۪يلٌ
مِنْ
عِبَادِيَ
الشَّكُورُ
١٣
Ya’melûne lehu mâ yeşâu min mehârîbe vetemâśîle vecifânin kelcevâbi vekudûrin râsiyât(in)(c) i’melû âle dâvûde şukrâ(an)(c) vekalîlun min ‘ibâdiye-şşekûr(u)
Cinler Süleyman için dilediği biçimde kaleler, heykeller, havuz gibi çanaklar ve sabit kazanlar yapıyorlardı. Ey Davûd ailesi şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.
فَلَمَّا
قَضَيْنَا
عَلَيْهِ
الْمَوْتَ
مَا
دَلَّهُمْ
عَلٰى
مَوْتِه۪ٓ
اِلَّا
دَٓابَّةُ
الْاَرْضِ
تَأْكُلُ
مِنْسَاَتَهُۚ
فَلَمَّا
خَرَّ
تَبَيَّنَتِ
الْجِنُّ
اَنْ
لَوْ
كَانُوا
يَعْلَمُونَ
الْغَيْبَ
مَا
لَبِثُوا
فِي
الْعَذَابِ
الْمُه۪ينِ
١٤
Felemmâ kadaynâ ‘aleyhi-lmevte mâ dellehum ‘alâ mevtihi illâ dâbbetu-l-ardi te/kulu minseeteh(u)(s) felemmâ ḣarra tebeyyeneti-lcinnu en lev kânû ya’lemûne-lġaybe mâ lebiśû fî-l’ażâbi-lmuhîn(i)
Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak değneğini yemekte olan bir kurt gösterdi. Süleyman'ın cesedi yıkılınca cinler anladılar ki, eğer gaybı bilmiş olsalardı aşağılayıcı azap içinde kalmamış olacaklardı.
لَقَدْ
كَانَ
لِسَبَأٍ
ف۪ي
مَسْكَنِهِمْ
اٰيَةٌۚ
جَنَّتَانِ
عَنْ
يَم۪ينٍ
وَشِمَالٍۜ
كُلُوا
مِنْ
رِزْقِ
رَبِّكُمْ
وَاشْكُرُوا
لَهُۜ
بَلْدَةٌ
طَيِّبَةٌ
وَرَبٌّ
غَفُورٌ
١٥
Lekad kâne lisebe-in fî meskenihim âye(tun)(s) cennetâni ‘an yemînin veşimâl(in)(s) kulû min rizki rabbikum veşkurû leh(u)(c) beldetun tayyibetun verabbun ġafûr(un)
Andolsun, Sebe' halkı için kendi yurtlarında bir ibret vardı: Biri sağda biri solda iki bahçe bulunuyordu. Onlara şöyle denilmişti: "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Beldeniz güzel bir belde, Rabbiniz de çok bağışlayıcı bir Rabdir."
فَاَعْرَضُوا
فَاَرْسَلْنَا
عَلَيْهِمْ
سَيْلَ
الْعَرِمِ
وَبَدَّلْنَاهُمْ
بِجَنَّتَيْهِمْ
جَنَّتَيْنِ
ذَوَاتَيْ
اُكُلٍ
خَمْطٍ
وَاَثْلٍ
وَشَيْءٍ
مِنْ
سِدْرٍ
قَل۪يلٍ
١٦
Fea’radû feerselnâ ‘aleyhim seyle-l’arimi vebeddelnâhum bicenneteyhim cenneteyni żevâtey ukulin ḣamtin veeślin veşey-in min sidrin kalîl(in)
Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların bahçelerini ekşi meyveli ağaçlar, acı ılgın ve biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.
ذٰلِكَ
جَزَيْنَاهُمْ
بِمَا
كَفَرُواۜ
وَهَلْ
نُجَاز۪ٓي
اِلَّا
الْكَفُورَ
١٧
Żâlike cezeynâhum bimâ keferû(s) vehel nucâzî illâ-lkefûr(a)
Nimetlere karşı nankörlük etmeleri sebebiyle onları işte böyle cezalandırdık. Biz (bu şekilde) ancak nankörleri cezalandırırız.
وَجَعَلْنَا
بَيْنَهُمْ
وَبَيْنَ
الْقُرَى
الَّت۪ي
بَارَكْنَا
ف۪يهَا
قُرًى
ظَاهِرَةً
وَقَدَّرْنَا
ف۪يهَا
السَّيْرَۜ
س۪يرُوا
ف۪يهَا
لَيَالِيَ
وَاَيَّاماً
اٰمِن۪ينَ
١٨
Vece’alnâ beynehum vebeyne-lkurâ-lletî bâraknâ fîhâ kuran zâhiraten vekaddernâ fîhâ-sseyr(a)(s) sîrû fîhâ leyâliye veeyyâmen âminîn(e)
Sebe' halkı ile bereketlendirdiğimiz kentler arasına (her biri diğerinden) görülen kentler oluşturduk. Oralarda gidiş-gelişi belirledik (seyahati kolaylaştırdık) ve onlara da şöyle dedik: "Oralarda gece gündüz güvenlik içinde dolaşın."
فَقَالُوا
رَبَّنَا
بَاعِدْ
بَيْنَ
اَسْفَارِنَا
وَظَلَمُٓوا
اَنْفُسَهُمْ
فَجَعَلْنَاهُمْ
اَحَاد۪يثَ
وَمَزَّقْنَاهُمْ
كُلَّ
مُمَزَّقٍۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَاتٍ
لِكُلِّ
صَبَّارٍ
شَكُورٍ
١٩
Fekâlû rabbenâ bâ’id beyne esfârinâ vezalemû enfusehum fece’alnâhum ehâdîśe vemezzaknâhum kulle mumezzak(in)(c) inne fî żâlike leâyâtin likulli sabbârin şekûr(in)
Onlar ise, "Ey Rabbimiz! Yolculuğumuzun konakları arasını uzaklaştır" dediler ve kendilerine zulmettiler. Biz de onları ibret kıssalarına çevirdik ve kendilerini darmadağın ettik. Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.
وَلَقَدْ
صَدَّقَ
عَلَيْهِمْ
اِبْل۪يسُ
ظَنَّهُ
فَاتَّبَعُوهُ
اِلَّا
فَر۪يقاً
مِنَ
الْمُؤْمِن۪ينَ
٢٠
Velekad saddeka ‘aleyhim iblîsu zannehu fettebe’ûhu illâ ferîkan mine-lmu/minîn(e)
Şeytan onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. İnananlardan bir grup dışında hepsi ona uydular.
وَمَا
كَانَ
لَهُ
عَلَيْهِمْ
مِنْ
سُلْطَانٍ
اِلَّا
لِنَعْلَمَ
مَنْ
يُؤْمِنُ
بِالْاٰخِرَةِ
مِمَّنْ
هُوَ
مِنْهَا
ف۪ي
شَكٍّۜ
وَرَبُّكَ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
حَف۪يظٌ۟
٢١
Vemâ kâne lehu ‘aleyhim min sultânin illâ lina’leme men yu/minu bil-âḣirati mimmen huve minhâ fî şek(kin)(k) verabbuke ‘alâ kulli şey-in hafîz(un)
Oysa şeytanın onlar üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktu. Ancak ahirete inananları, onun hakkında şüphe içinde bulunanlardan ayırt edelim diye (ona bu fırsatı verdik). Senin Rabbin her şey üzerinde hakiki bir koruyucudur.
قُلِ
ادْعُوا
الَّذ۪ينَ
زَعَمْتُمْ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِۚ
لَا
يَمْلِكُونَ
مِثْقَالَ
ذَرَّةٍ
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَلَا
فِي
الْاَرْضِ
وَمَا
لَهُمْ
ف۪يهِمَا
مِنْ
شِرْكٍ
وَمَا
لَهُ
مِنْهُمْ
مِنْ
ظَه۪يرٍ
٢٢
Kuli-d’û-lleżîne ze’amtum min dûni(A)llâh(i)(s) lâ yemlikûne miśkâle żerratin fî-ssemâvâti velâ fî-l-ardi vemâ lehum fîhimâ min şirkin vemâ lehu minhum min zahîr(in)
(Ey Muhammed!) De ki: "Allah'ı bırakıp da ilah olduklarını iddia ettiklerinizi çağırın. Göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip değillerdir. Onların yerde ve gökte hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.
وَلَا
تَنْفَعُ
الشَّفَاعَةُ
عِنْدَهُٓ
اِلَّا
لِمَنْ
اَذِنَ
لَهُۜ
حَتّٰٓى
اِذَا
فُزِّعَ
عَنْ
قُلُوبِهِمْ
قَالُوا
مَاذَاۙ
قَالَ
رَبُّكُمْۜ
قَالُوا
الْحَقَّۚ
وَهُوَ
الْعَلِيُّ
الْكَب۪يرُ
٢٣
Velâ tenfe’u-şşefâ’atu ‘indehu illâ limen eżine leh(u)(c) hattâ iżâ fuzzi’a ‘an kulûbihim kâlû mâżâ kâle rabbukum(s) kâlû-lhakk(a)(s) vehuve-l’aliyyu-lkebîr(u)
Allah katında, onun izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz. (Şefaat için izin verilip de) kalplerinden korku giderilince birbirlerine, "Rabbiniz ne söyledi?" diye sorarlar. Onlar da "Gerçeği" diye cevap verirler. O yücedir, büyüktür.
قُلْ
مَنْ
يَرْزُقُكُمْ
مِنَ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِۜ
قُلِ
اللّٰهُۙ
وَاِنَّٓا
اَوْ
اِيَّاكُمْ
لَعَلٰى
هُدًى
اَوْ
ف۪ي
ضَلَالٍ
مُب۪ينٍ
٢٤
Kul men yerzukukum mine-ssemâvâti vel-ard(i)(s) kuli(A)llâh(u)(s) ve-innâ ev iyyâkum le’alâ huden ev fî dalâlin mubîn(in)
De ki: "Size göklerden ve yerden kim rızık verir?" De ki: "Allah. O halde ya biz hidayet veya apaçık bir sapıklık üzereyiz, ya da siz!"
قُلْ
لَا
تُسْـَٔلُونَ
عَمَّٓا
اَجْرَمْنَا
وَلَا
نُسْـَٔلُ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
٢٥
Kul lâ tus-elûne ‘ammâ ecramnâ velâ nus-elu ‘ammâ ta’melûn(e)
De ki: "Bizim işlediğimiz suçlardan siz sorumlu tutulmazsınız. Sizin işlediklerinizden de biz sorumlu tutulmayız."
قُلْ
يَجْمَعُ
بَيْنَنَا
رَبُّنَا
ثُمَّ
يَفْتَحُ
بَيْنَنَا
بِالْحَقِّۜ
وَهُوَ
الْفَتَّاحُ
الْعَل۪يمُ
٢٦
Kul yecme’u beynenâ rabbunâ śümme yeftehu beynenâ bilhakki vehuve-lfettâhu-l’alîm(u)
De ki: "Rabbimiz hepimizi kıyamet günü bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak ile hüküm verecektir. O gerçeği apaçık ortaya koyan, hakkıyla bilendir."
قُلْ
اَرُونِيَ
الَّذ۪ينَ
اَلْحَقْتُمْ
بِه۪
شُرَكَٓاءَ
كَلَّاۜ
بَلْ
هُوَ
اللّٰهُ
الْعَز۪يزُ
الْحَك۪يمُ
٢٧
Kul erûniye-lleżîne-lhaktum bihi şurakâ/(e)(s) kellâ(c) bel huva(A)llâhu-l’azîzu-lhakîm(u)
De ki: "Allah'a ortak tuttuklarınızı bana gösterin! Hayır! (Hiçbir şey Allah'a ortak olamaz.) Aksine O, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah'tır."
وَمَٓا
اَرْسَلْنَاكَ
اِلَّا
كَٓافَّةً
لِلنَّاسِ
بَش۪يراً
وَنَذ۪يراً
وَلٰكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ
لَا يَعْلَمُونَ
٢٨
Vemâ erselnâke illâ kâffeten linnâsi beşîran veneżîran velâkinne ekśera-nnâsi lâ ya’lemûn(e)
Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.
وَيَقُولُونَ
مَتٰى
هٰذَا
الْوَعْدُ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
٢٩
Veyekûlûne metâ hâżâ-lva’du in kuntum sâdikîn(e)
"Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek" diyorlar.
قُلْ
لَكُمْ
م۪يعَادُ
يَوْمٍ
لَا
تَسْتَأْخِرُونَ
عَنْهُ
سَاعَةً
وَلَا
تَسْتَقْدِمُونَ۟
٣٠
Kul lekum mî’âdu yevmin lâ teste/ḣirûne ‘anhu sâ’aten velâ testakdimûn(e)
De ki: "Sizin için belirlenen bir gün vardır ki, ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."
وَقَالَ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
لَنْ
نُؤْمِنَ
بِهٰذَا
الْقُرْاٰنِ
وَلَا
بِالَّذ۪ي
بَيْنَ
يَدَيْهِۜ
وَلَوْ
تَرٰٓى
اِذِ
الظَّالِمُونَ
مَوْقُوفُونَ
عِنْدَ
رَبِّهِمْۚ
يَرْجِعُ
بَعْضُهُمْ
اِلٰى
بَعْضٍۨ
الْقَوْلَۚ
يَقُولُ
الَّذ۪ينَ
اسْتُضْعِفُوا
لِلَّذ۪ينَ
اسْتَكْبَرُوا
لَوْلَٓا
اَنْتُمْ
لَكُنَّا
مُؤْمِن۪ينَ
٣١
Vekâle-lleżîne keferû len nu/mine bihâżâ-lkur-âni velâ billeżî beyne yedeyh(i)(k) velev terâ iżi-zzâlimûne mevkûfûne ‘inde rabbihim yerci’u ba’duhum ilâ ba’din(i)lkavle yekûlu-lleżîne-stud’ifû lilleżîne-stekberû levlâ entum lekunnâ mu/minîn(e)
İnkar edenler, "Biz bu Kur'an'a da ondan önceki kitaplara da asla inanmayız" dediler. Zalimler Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman hallerini bir görsen! Birbirlerine laf çevirip dururlar. Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, "Siz olmasaydınız biz mutlaka iman eden kimseler olurduk" derler.
قَالَ
الَّذ۪ينَ
اسْتَكْبَرُوا
لِلَّذ۪ينَ
اسْتُضْعِفُٓوا
اَنَحْنُ
صَدَدْنَاكُمْ
عَنِ
الْهُدٰى
بَعْدَ
اِذْ
جَٓاءَكُمْ
بَلْ
كُنْتُمْ
مُجْرِم۪ينَ
٣٢
Kâle-lleżîne-stekberû lilleżîne-stud’ifû enahnu sadednâkum ‘ani-lhudâ ba’de iż câekum(s) bel kuntum mucrimîn(e)
Büyüklük taslayanlar zayıf ve güçsüz görülenlere, "Size hidayet geldikten sonra, biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, suçlu olanlar sizlerdiniz" derler.
وَقَالَ
الَّذ۪ينَ
اسْتُضْعِفُوا
لِلَّذ۪ينَ
اسْتَكْبَرُوا
بَلْ
مَكْرُ
الَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
اِذْ
تَأْمُرُونَـنَٓا
اَنْ
نَكْفُرَ
بِاللّٰهِ
وَنَجْعَلَ
لَهُٓ
اَنْدَاداًۜ
وَاَسَرُّوا
النَّدَامَةَ
لَمَّا
رَاَوُا
الْعَذَابَۜ
وَجَعَلْنَا
الْاَغْلَالَ
ف۪ٓي
اَعْنَاقِ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُواۜ
هَلْ
يُجْزَوْنَ
اِلَّا
مَا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
٣٣
Vekâle-lleżîne-stud’ifû lilleżîne-stekberû bel mekru-lleyli ve-nnehâri iż te/murûnenâ en nekfura bi(A)llâhi venec’ale lehu endâdâ(en)(c) veeserrû-nnedâmete lemmâ raevû-l’ażâbe vece’alnâ-l-aġlâle fî a’nâki-lleżîne keferû(c) hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(e)
Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, "Hayır, bizi hidayetten saptıran gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklardır. Çünkü siz bize Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eşler koşmamızı emrediyordunuz" derler. Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de inkar edenlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.
وَمَٓا
اَرْسَلْنَا
ف۪ي
قَرْيَةٍ
مِنْ
نَذ۪يرٍ
اِلَّا
قَالَ
مُتْرَفُوهَٓاۙ
اِنَّا
بِمَٓا
اُرْسِلْتُمْ
بِه۪
كَافِرُونَ
٣٤
Vemâ erselnâ fî karyetin min neżîrin illâ kâle mutrafûhâ innâ bimâ ursiltum bihi kâfirûn(e)
Biz hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek oranın şımarık zenginleri, "Biz, sizinle gönderileni inkar ediyoruz" demişlerdir.
وَقَالُوا
نَحْنُ
اَكْثَرُ
اَمْوَالاً
وَاَوْلَاداًۙ
وَمَا
نَحْنُ
بِمُعَذَّب۪ينَ
٣٥
Ve kâlû nahnu ekśeru emvâlen ve evlâden vemâ nahnu bimu’ażżebîn(e)
Yine, "Bizim mallarımız ve çocuklarımız daha çoktur. Bize azap edilmeyecektir" demişlerdi.
قُلْ
اِنَّ
رَبّ۪ي
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ
يَشَٓاءُ
وَيَقْدِرُ
وَلٰكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ
لَا
يَعْلَمُونَ۟
٣٦
Kul inne rabbî yebsutu-rrizka limen yeşâu veyakdiru velâkinne ekśera-nnâsi lâ ya’lemûn(e)
Ey Muhammed, de ki: "Şüphesiz, Rabbim rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler."
وَمَٓا
اَمْوَالُكُمْ
وَلَٓا
اَوْلَادُكُمْ
بِالَّت۪ي
تُقَرِّبُكُمْ
عِنْدَنَا
زُلْفٰٓى
اِلَّا
مَنْ
اٰمَنَ
وَعَمِلَ
صَالِحاًۘ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
لَهُمْ
جَزَٓاءُ
الضِّعْفِ
بِمَا
عَمِلُوا
وَهُمْ
فِي
الْغُرُفَاتِ
اٰمِنُونَ
٣٧
Vemâ emvâlukum velâ evlâdukum billetî tukarribukum ‘indenâ zulfâ illâ men âmene ve’amile sâlihan feulâ-ike lehum cezâu-ddi’fi bimâ ‘amilû vehum fî-lġurufâti âminûn(e)
Ne mallarınız ne de çocuklarınız, sizi bizim katımıza daha çok yaklaştıran şeylerdir! Ancak iman edip salih amel işleyenler başka. İşte onlar için işlediklerine karşılık kat kat mükafat vardır. Onlar cennet köşklerinde güven içindedirler.
وَالَّذ۪ينَ
يَسْعَوْنَ
ف۪ٓي
اٰيَاتِنَا
مُعَاجِز۪ينَ
اُو۬لٰٓئِكَ
فِي
الْعَذَابِ
مُحْضَرُونَ
٣٨
Velleżîne yes’avne fî âyâtinâ mu’âcizîne ulâ-ike fî-l’ażâbi muhdarûn(e)
Âyetlerimizi geçersiz kılmak için yarışanlar var ya, işte onlar azap için hazır bulundurulacaklar.
قُلْ
اِنَّ
رَبّ۪ي
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ
يَشَٓاءُ
مِنْ
عِبَادِه۪
وَيَقْدِرُ
لَهُۜ
وَمَٓا
اَنْفَقْتُمْ
مِنْ
شَيْءٍ
فَهُوَ
يُخْلِفُهُۚ
وَهُوَ
خَيْرُ
الرَّازِق۪ينَ
٣٩
Kul inne rabbî yebsutu-rrizka limen yeşâu min ‘ibâdihi veyakdiru leh(u)(c) vemâ enfaktum min şey-in fehuve yuḣlifuh(u)(s) vehuve ḣayru-rrâzikîn(e)
De ki: "Şüphesiz, Rabbim rızkı kullarından dilediğine bol bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah yolunda her ne harcarsanız Allah onun yerine başkasını verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır."
وَيَوْمَ
يَحْشُرُهُمْ
جَم۪يعاً
ثُمَّ
يَقُولُ
لِلْمَلٰٓئِكَةِ
اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ
اِيَّاكُمْ
كَانُوا
يَعْبُدُونَ
٤٠
Veyevme yahşuruhum cemî’an śümme yekûlu lilmelâ-iketi ehâulâ-i iyyâkum kânû ya’budûn(e)
Allah'ın, onları hep birden toplayacağı, sonra da meleklere, "Bunlar mı size ibadet ediyorlardı?" diyeceği günü bir hatırla!
قَالُوا
سُبْحَانَكَ
اَنْتَ
وَلِيُّنَا
مِنْ
دُونِهِمْۚ
بَلْ
كَانُوا
يَعْبُدُونَ
الْجِنَّۚ
اَكْثَرُهُمْ
بِهِمْ
مُؤْمِنُونَ
٤١
Kâlû subhâneke ente veliyyunâ min dûnihim(s) bel kânû ya’budûne-lcin(ne)(s) ekśeruhum bihim mu/minûn(e)
(Melekler) derler ki: "Seni eksikliklerden uzak tutarız. Onlar değil, sen bizim dostumuzsun. Hayır, onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere inanıyordu."
فَالْيَوْمَ
لَا
يَمْلِكُ
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ
نَفْعاً
وَلَا
ضَراًّۜ
وَنَقُولُ
لِلَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
ذُوقُوا
عَذَابَ
النَّارِ
الَّت۪ي
كُنْتُمْ
بِهَا
تُكَذِّبُونَ
٤٢
Felyevme lâ yemliku ba’dukum liba’din nef’an velâ darran venekûlu lilleżîne zalemû żûkû ‘ażâbe-nnâri-lletî kuntum bihâ tukeżżibûn(e)
İşte bugün birbirinize ne fayda ne de zarar verebilirsiniz. Zulmedenlere, "Yalanlamakta olduğunuz cehennem azabını tadın" deriz.
وَاِذَا
تُتْلٰى
عَلَيْهِمْ
اٰيَاتُنَا
بَيِّنَاتٍ
قَالُوا
مَا
هٰذَٓا
اِلَّا
رَجُلٌ
يُر۪يدُ
اَنْ
يَصُدَّكُمْ
عَمَّا
كَانَ
يَعْبُدُ
اٰبَٓاؤُ۬كُمْۚ
وَقَالُوا
مَا
هٰذَٓا
اِلَّٓا
اِفْكٌ
مُفْتَرًىۜ
وَقَالَ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
لِلْحَقِّ
لَمَّا
جَٓاءَهُمْۙ
اِنْ
هٰذَٓا
اِلَّا
سِحْرٌ
مُب۪ينٌ
٤٣
Ve-iżâ tutlâ ‘aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlû mâ hâżâ illâ raculun yurîdu en yasuddekum ‘ammâ kâne ya’budu âbâukum ve kâlû mâ hâżâ illâ ifkun mufterâ(an)(c) vekâle-lleżîne keferû lilhakki lemmâ câehum in hâżâ illâ sihrun mubîn(un)
Âyetlerimiz apaçık bir şekilde onlara okunduğunda, "Bu sadece, atalarınızın tapmakta olduğu şeylerden sizi alıkoymak isteyen bir adamdır" dediler. Bir de, "Bu (Kur'an), uydurulmuş bir yalandır" dediler. Yine hak kendilerine geldiğinde onu inkar edenler, "Bu ancak apaçık bir büyüdür" dediler.
وَمَٓا
اٰتَيْنَاهُمْ
مِنْ
كُتُبٍ
يَدْرُسُونَهَا
وَمَٓا
اَرْسَلْنَٓا
اِلَيْهِمْ
قَبْلَكَ
مِنْ
نَذ۪يرٍۜ
٤٤
Vemâ âteynâhum min kutubin yedrusûnehâ(s) vemâ erselnâ ileyhim kableke min neżîr(in)
Oysa biz onlara okuyup inceleyecekleri kitaplar vermedik. Onlara senden önce hiçbir uyarıcı da göndermedik.
وَكَذَّبَ
الَّذ۪ينَ
مِنْ
قَبْلِهِمْۙ
وَمَا
بَلَغُوا
مِعْشَارَ
مَٓا
اٰتَيْنَاهُمْ
فَكَذَّبُوا
رُسُل۪ي۠
فَكَيْفَ
كَانَ
نَك۪يرِ۟
٤٥
Vekeżżebe-lleżîne min kablihim vemâ belaġû mi’şâra mâ âteynâhum fekeżżebû rusulî(s) fekeyfe kâne nekîr(i)
Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Halbuki bunlar onlara verdiğimiz şeylerin onda birine bile ulaşamamışlardır. Elçilerimi yalanladılar. Peki, beni inkar etmenin sonucu nasıl oldu!
قُلْ
اِنَّـمَٓا
اَعِظُـكُمْ
بِوَاحِدَةٍۚ
اَنْ
تَقُومُوا
لِلّٰهِ
مَثْنٰى
وَفُرَادٰى
ثُمَّ
تَتَفَكَّرُوا۠
مَا
بِصَاحِبِكُمْ
مِنْ
جِنَّةٍۜ
اِنْ
هُوَ
اِلَّا
نَذ۪يرٌ
لَكُمْ
بَيْنَ
يَدَيْ
عَذَابٍ
شَد۪يدٍ
٤٦
Kul innemâ e’izukum bivâhide(tin)(s) en tekûmû li(A)llâhi meśnâ vefurâdâ śümme tetefekkerû(c) mâ bisâhibikum min cinne(tin)(c) in huve illâ neżîrun lekum beyne yedey ‘ażâbin şedîd(in)
(Ey Muhammed!) De ki: "Ben size ancak bir tek şeyi, Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkıp düşünmenizi öğütlüyorum. Arkadaşınız Muhammed'de cinnetten eser yoktur. O şiddetli bir azaptan önce sizin için ancak bir uyarıcıdır."
قُلْ
مَا
سَاَلْتُكُمْ
مِنْ
اَجْرٍ
فَهُوَ
لَكُمْۜ
اِنْ
اَجْرِيَ
اِلَّا
عَلَى
اللّٰهِۚ
وَهُوَ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
شَه۪يدٌ
٤٧
Kul mâ seeltukum min ecrin fehuve lekum(s) in ecriye illâ ‘ala(A)llâh(i)(s) vehuve ‘alâ kulli şey-in şehîd(un)
De ki: "Sizden herhangi bir ücret istemişsem o sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah'a aittir. O her şeye hakkıyla şahittir."
قُلْ
اِنَّ
رَبّ۪ي
يَقْذِفُ
بِالْحَقِّۚ
عَلَّامُ
الْغُيُوبِ
٤٨
Kul inne rabbî yakżifu bilhakki ‘allâmu-lġuyûb(i)
De ki: "Şüphesiz Rabbim gerçeği ortaya koyar. O gaybleri hakkıyla bilendir."
قُلْ
جَٓاءَ
الْحَقُّ
وَمَا
يُبْدِئُ
الْبَاطِلُ
وَمَا
يُع۪يدُ
٤٩
Kul câe-lhakku vemâ yubdi-u-lbâtilu vemâ yu’îd(u)
De ki: "Hak geldi. Artık batıl yeni bir şey ortaya çıkaramaz, eskiyi de geri getiremez."
قُلْ
اِنْ
ضَلَلْتُ
فَاِنَّـمَٓا
اَضِلُّ
عَلٰى
نَفْس۪يۚ
وَاِنِ
اهْتَدَيْتُ
فَبِمَا
يُوح۪ٓي
اِلَيَّ
رَبّ۪يۜ
اِنَّهُ
سَم۪يعٌ
قَر۪يبٌ
٥٠
Kul in daleltu fe-innemâ edillu ‘alâ nefsî(s) ve-ini-htedeytu febimâ yûhî ileyye rabbî(c) innehu semî’un karîb(un)
De ki: "Ben eğer sapmışsam ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete ermişsem bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır."
وَلَوْ
تَرٰٓى
اِذْ
فَزِعُوا
فَلَا
فَوْتَ
وَاُخِذُوا
مِنْ
مَكَانٍ
قَر۪يبٍۙ
٥١
Velev terâ iż fezi’û felâ fevte veuḣiżû min mekânin karîb(in)
Sen onları, dehşetli bir korkuya kapılıp da kaçıp kurtulamayacakları ve yakın bir yerden yakalanacakları zaman bir görsen!
وَقَالُٓوا
اٰمَنَّا
بِه۪ۚ
وَاَنّٰى
لَهُمُ
التَّنَاوُشُ
مِنْ
مَكَانٍ
بَع۪يدٍۚ
٥٢
Ve kâlû âmennâ bihi veennâ lehumu-ttenâvuşu min mekânin be’îd(in)
(Azabı görünce), "ona inandık derler" ama onlar için, artık uzak bir yerden (dünyadan) iman elde etmek nasıl mümkün olur?
وَقَدْ
كَفَرُوا
بِه۪
مِنْ
قَبْلُۚ
وَيَقْذِفُونَ
بِالْغَيْبِ
مِنْ
مَكَانٍ
بَع۪يدٍ
٥٣
Vekad keferû bihi min kabl(u)(s) veyakżifûne bilġaybi min mekânin be’îd(in)
Oysa daha önce onu inkar etmişlerdi ve uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.
وَح۪يلَ
بَيْنَهُمْ
وَبَيْنَ
مَا
يَشْتَهُونَ
كَمَا
فُعِلَ
بِاَشْيَاعِهِمْ
مِنْ
قَبْلُۜ
اِنَّهُمْ
كَانُوا
ف۪ي
شَكٍّ
مُر۪يبٍ
٥٤
Vehîle beynehum vebeyne mâ yeştehûne kemâ fu’ile bi-eşyâ’ihim min kabl(u)(c) innehum kânû fî şekkin murîb(in)
Tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzuladıkları arasına bir engel konmuştur. Çünkü onlar derin bir şüphe içindeydiler.