صۤ
Sad Suresi
صٓ
وَالْقُرْاٰنِ
ذِي
الذِّكْرِۜ
١
Sâd(c) velkur-âni żî-żżikr(i)
Sâd. O şanlı, şerefli Kur'an'a andolsun (ki o, Allah sözüdür).
بَلِ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
ف۪ي
عِزَّةٍ
وَشِقَاقٍ
٢
Beli-lleżîne keferû fî ‘izzetin veşikâk(in)
Fakat inkar edenler bir büyüklenme ve ayrılık içindedirler.
كَمْ
اَهْلَكْنَا
مِنْ
قَبْلِهِمْ
مِنْ
قَرْنٍ
فَنَادَوْا
وَلَاتَ
ح۪ينَ
مَنَاصٍ
٣
Kem ehleknâ min kablihim min karnin fenâdev velâte hîne menâs(in)
Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Onlar da feryat ettiler, ama artık kurtuluş zamanı değildi.
وَعَجِبُٓوا
اَنْ
جَٓاءَهُمْ
مُنْذِرٌ
مِنْهُمْۘ
وَقَالَ
الْكَافِرُونَ
هٰذَا
سَاحِرٌ
كَذَّابٌۚ
٤
Ve ’acibû en câehum munżirun minhum(s) ve kâle-lkâfirûne hâżâ sâhirun keżżâb(un)
Kafirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: "Bu yalancı bir sihirbazdır."
اَجَعَلَ
الْاٰلِهَةَ
اِلٰهاً
وَاحِداًۚ
اِنَّ
هٰذَا
لَشَيْءٌ
عُجَابٌ
٥
Ece’ale-l-âlihete ilâhen vâhidâ(en)(s) inne hâżâ leşey-un ‘ucâb(un)
"İlahları bir tek ilah mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey!"
وَانْطَلَقَ
الْمَلَأُ
مِنْهُمْ
اَنِ
امْشُوا
وَاصْبِرُوا
عَلٰٓى
اٰلِهَتِكُمْۚ
اِنَّ
هٰذَا
لَشَيْءٌ
يُرَادُۚ
٦
Ventaleka-lmeleu minhum eni-mşû vasbirû ‘alâ âlihetikum(s) inne hâżâ leşey-un yurâd(u)
İçlerinden ileri gelenler, "Gidin, ilahlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur'an) içimizden ona mı indirildi?" diyerek kalkıp gittiler. Hayır, onlar benim Zikrimden (Kur'an'-dan) şüphe içindedirler. Hayır, henüz azabımı tatmadılar.
مَا
سَمِعْنَا
بِهٰذَا
فِي
الْمِلَّةِ
الْاٰخِرَةِۚ
اِنْ
هٰذَٓا
اِلَّا
اخْتِلَاقٌۚ
٧
Mâ semi’nâ bihâżâ fî-lmilleti-l-âḣirati in hâżâ illâ-ḣtilâk(un)
İçlerinden ileri gelenler, "Gidin, ilahlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur'an) içimizden ona mı indirildi?" diyerek kalkıp gittiler. Hayır, onlar benim Zikrimden (Kur'an'-dan) şüphe içindedirler. Hayır, henüz azabımı tatmadılar.
ءَاُنْزِلَ
عَلَيْهِ
الذِّكْرُ
مِنْ
بَيْنِنَاۜ
بَلْ
هُمْ
ف۪ي
شَكٍّ
مِنْ
ذِكْر۪يۚ
بَلْ
لَمَّا
يَذُوقُوا
عَذَابِۜ
٨
E-unzile ‘aleyhi-żżikru min beyninâ(c) bel hum fî şekkin min żikrî(s) bel lemmâ yeżûkû ‘ażâb(i)
İçlerinden ileri gelenler, "Gidin, ilahlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur'an) içimizden ona mı indirildi?" diyerek kalkıp gittiler. Hayır, onlar benim Zikrimden (Kur'an'-dan) şüphe içindedirler. Hayır, henüz azabımı tatmadılar.
اَمْ
عِنْدَهُمْ
خَزَٓائِنُ
رَحْمَةِ
رَبِّكَ
الْعَز۪يزِ
الْوَهَّابِۚ
٩
Em ‘indehum ḣazâ-inu rahmeti rabbike-l’azîzi-lvehhâb(i)
Yoksa mutlak güç sahibi ve çok bağışlayan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?
اَمْ
لَهُمْ
مُلْكُ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَمَا
بَيْنَهُمَا۠
فَلْيَرْتَقُوا
فِي
الْاَسْبَابِ
١٠
Em lehum mulku-ssemâvâti vel-ardi vemâ beynehumâ(s) felyertekû fî-l-esbâb(i)
Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hükümranlığı onların mıdır? Öyle ise sebeplere yapışarak yükselsinler (bakalım!)
جُنْدٌ
مَا
هُنَالِكَ
مَهْزُومٌ
مِنَ
الْاَحْزَابِ
١١
Cundun mâ hunâlike mehzûmun mine-l-ahzâb(i)
Onlar, çeşitli gruplardan oluşmuş ve şuracıkta bozguna uğrayacak derme çatma bir ordudur.
كَذَّبَتْ
قَبْلَهُمْ
قَوْمُ
نُوحٍ
وَعَادٌ
وَفِرْعَوْنُ
ذُوالْاَوْتَادِۙ
١٢
Keżżebet kablehum kavmu nûhin ve ’âdun ve fir’avnu żû-l-evtâd(i)
Onlardan önce de Nûh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da Peygamberleri yalanlamışlardı. İşte onlar da (böyle) gruplardı.
وَثَمُودُ
وَقَوْمُ
لُوطٍ
وَاَصْحَابُ
لْـَٔيْكَةِۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
الْاَحْزَابُ
١٣
Ve śemûdu ve kavmu lûtin ve ashâbu-l-eyke(ti)(c) ulâ-ike-l-ahzâb(u)
Onlardan önce de Nûh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semûd kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı da Peygamberleri yalanlamışlardı. İşte onlar da (böyle) gruplardı.
اِنْ
كُلٌّ
اِلَّا
كَذَّبَ
الرُّسُلَ
فَحَقَّ
عِقَابِ۟
١٤
İn kullun illâ keżżebe-rrusule fehakka ‘ikâb(i)
(O grupların) her biri peygamberleri yalanladı da onları cezalandırmam hak oldu.
وَمَا
يَنْظُرُ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
اِلَّا
صَيْحَةً
وَاحِدَةً
مَا
لَهَا
مِنْ
فَوَاقٍ
١٥
Vemâ yenzuru hâulâ-i illâ sayhaten vâhideten mâ lehâ min fevâk(in)
Bunlar da (müşrikler de) ancak (vakti gelince) asla geri kalmayacak korkunç bir ses bekliyorlar
وَقَالُوا
رَبَّنَا
عَجِّلْ
لَنَا
قِطَّنَا
قَبْلَ
يَوْمِ
الْحِسَابِ
١٦
Ve kâlû rabbenâ ‘accil lenâ kittanâ kable yevmi-lhisâb(i)
Müşrikler (alay ederek) şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Hesap gününden önce payımızı hemen ver!"
اِصْبِرْ
عَلٰى
مَا
يَقُولُونَ
وَاذْكُرْ
عَبْدَنَا
دَاوُ۫دَ
ذَا
الْاَيْدِۚ
اِنَّـهُٓ
اَوَّابٌ
١٧
İsbir ‘alâ mâ yekûlûne veżkur ‘abdenâ dâvûde żâ-l-eyd(i)(s) innehu evvâb(un)
Ey Muhammed! Onların söylediklerine karşı sabret. Güçlü kulumuz Dâvûd'u hatırla. O, Allah'a çok yönelen bir kimse idi.
اِنَّا
سَخَّرْنَا
الْجِبَالَ
مَعَهُ
يُسَبِّحْنَ
بِالْعَشِيِّ
وَالْاِشْرَاقِۙ
١٨
İnnâ seḣḣarnâ-lcibâle me’ahu yusebbihne bil’aşiyyi vel-işrâk(i)
Kendisiyle birlikte sabah akşam tesbih etsinler diye biz, dağları ve toplanıp gelen kuşları Dâvûd'un emrine verdik. Onların her biri Allah'a yönelmişlerdi.
وَالطَّيْرَ
مَحْشُورَةًۜ
كُلٌّ
لَـهُٓ
اَوَّابٌ
١٩
Ve-ttayra mahşûra(ten)(s) kullun lehu evvâb(un)
Kendisiyle birlikte sabah akşam tesbih etsinler diye biz, dağları ve toplanıp gelen kuşları Dâvûd'un emrine verdik. Onların her biri Allah'a yönelmişlerdi.
وَشَدَدْنَا
مُلْكَهُ
وَاٰتَيْنَاهُ
الْحِكْمَةَ
وَفَصْلَ
الْخِطَابِ
٢٠
Ve şedednâ mulkehu ve âteynâhu-lhikmete vefasle-lḣitâb(i)
Biz Davud'un mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve hakla batılı ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik.
وَهَلْ
اَتٰيكَ
نَـبَؤُا
الْخَصْمِۢ
اِذْ
تَسَوَّرُوا
الْمِحْرَابَۙ
٢١
Vehel etâke nebeu-lḣasmi iż tesevverû-lmihrâb(e)
Sana davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı aşarak mabede girmişlerdi.
اِذْ
دَخَلُوا
عَلٰى
دَاوُ۫دَ
فَفَزِعَ
مِنْهُمْ
قَالُوا
لَا
تَخَفْۚ
خَصْمَانِ
بَغٰى
بَعْضُنَا
عَلٰى
بَعْضٍ
فَاحْكُمْ
بَيْنَنَا
بِالْحَقِّ
وَلَا
تُشْطِطْ
وَاهْدِنَٓا
اِلٰى
سَوَٓاءِ
الصِّرَاطِ
٢٢
İż deḣalû ‘alâ dâvûde fefezi’a minhum(s) kâlû lâ teḣaf(s) ḣasmâni beġâ ba’dunâ ‘alâ ba’din fahkum beynenâ bilhakki velâ tuştit vehdinâ ilâ sevâ-i-ssirât(i)
Hani Dâvûd'un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan korkmuştu. Onlar, "Korkma! Biz, iki davacı grubuz. Birimiz diğerine haksızlık etmiştir. Aramızda adaletle hükmet. Zulmetme ve bizi hak yola ilet" dediler.
اِنَّ
هٰذَٓا
اَخ۪ي
لَهُ
تِسْعٌ
وَتِسْعُونَ
نَعْجَةً
وَلِيَ
نَعْجَةٌ
وَاحِدَةٌ
فَقَالَ
اَكْفِلْن۪يهَا
وَعَزَّن۪ي
فِي
الْخِطَابِ
٢٣
İnne hâżâ eḣî lehu tis’un ve tis’ûne na’ceten veliye na’cetun vâhidetun fekâle ekfilnîhâ ve’azzenî fî-lḣitâb(i)
İçlerinden biri şöyle dedi: "Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken "Onu da bana ver" dedi ve tartışmada beni bastırdı."
قَالَ
لَقَدْ
ظَلَمَكَ
بِسُؤَالِ
نَعْجَتِكَ
اِلٰى
نِعَاجِه۪ۜ
وَاِنَّ
كَث۪يراً
مِنَ
الْخُلَطَٓاءِ
لَيَبْغ۪ي
بَعْضُهُمْ
عَلٰى
بَعْضٍ
اِلَّا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
وَقَل۪يلٌ
مَا
هُمْۜ
وَظَنَّ
دَاوُ۫دُ
اَنَّمَا
فَتَنَّاهُ
فَاسْتَغْفَرَ
رَبَّهُ
وَخَرَّ
رَاكِعاً
وَاَنَابَ
٢٤
Kâle lekad zalemeke bisu-âli na’cetike ilâ ni’âcih(i)(s) ve-inne keśîran mine-lḣuletâ-i leyebġî ba’duhum ‘alâ ba’din illâ-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti ve kalîlun mâ hum(k) ve zanne dâvûdu ennemâ fetennâhu festaġfera rabbehu ve ḣarra râki’an ve enâb(e)
Davud dedi ki: "Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemek suretiyle sana zulmetmiştir. Esasen ortakların pek çoğu birbirine haksızlık eder. Ancak iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar da pek azdır." Dâvûd bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Derken Rabbinden bağışlama diledi, eğilerek secdeye kapandı ve Allah'a yöneldi.
فَغَفَرْنَا
لَهُ
ذٰلِكَۜ
وَاِنَّ
لَهُ
عِنْدَنَا
لَزُلْفٰى
وَحُسْنَ
مَاٰبٍ
٢٥
Feġafernâ lehu żâlik(e)(s) ve-inne lehu ‘indenâ lezulfâ ve husne meâb(in)
Biz de bunu ona bağışladık. Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve dönüp geleceği güzel bir yer vardır.
يَا
دَاوُ۫دُ
اِنَّا
جَعَلْنَاكَ
خَل۪يفَةً
فِي
الْاَرْضِ
فَاحْكُمْ
بَيْنَ
النَّاسِ
بِالْحَقِّ
وَلَا
تَتَّبِعِ
الْهَوٰى
فَيُضِلَّكَ
عَنْ
سَب۪يلِ
اللّٰهِۜ
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
يَضِلُّونَ
عَنْ
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
لَهُمْ
عَذَابٌ
شَد۪يدٌ
بِمَا
نَسُوا
يَوْمَ
الْحِسَابِ۟
٢٦
Yâ dâvûdu innâ ce’alnâke ḣalîfeten fî-l-ardi fahkum beyne-nnâsi bilhakki velâ tettebi’i-lhevâ feyudilleke ‘an sebîli(A)llâh(i)(c) inne-lleżîne yadillûne ‘an sebîli(A)llâhi lehum ‘ażâbun şedîdun bimâ nesû yevme-lhisâb(i)
Ona dedik ki: "Ey Dâvûd! Gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ile hüküm ver. Nefis arzusuna uyma, yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli bir azap vardır."
وَمَا
خَلَقْنَا
السَّمَٓاءَ
وَالْاَرْضَ
وَمَا
بَيْنَهُمَا
بَاطِلاًۜ
ذٰلِكَ
ظَنُّ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُواۚ
فَوَيْلٌ
لِلَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
مِنَ
النَّارِۜ
٢٧
Vemâ ḣaleknâ-ssemâe vel-arda vemâ beynehumâ bâtilâ(en)(c) żâlike zannu-lleżîne keferû feveylun lilleżîne keferû mine-nnâr(i)
Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu (yaratılanların boş yere yaratıldığı iddiası) inkar edenlerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay inkar edenlerin haline!
اَمْ
نَجْعَلُ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
كَالْمُفْسِد۪ينَ
فِي
الْاَرْضِۘ
اَمْ
نَجْعَلُ
الْمُتَّق۪ينَ
كَالْفُجَّارِ
٢٨
Em nec’alu-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti kelmufsidîne fî-l-ardi em nec’alu-lmuttekîne kelfuccâr(i)
Yoksa biz iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah'a karşı gelmekten sakınanları yoldan çıkan arsızlar gibi mi tutacağız?
كِتَابٌ
اَنْزَلْنَاهُ
اِلَيْكَ
مُبَارَكٌ
لِيَدَّبَّرُٓوا
اٰيَاتِه۪
وَلِيَتَذَكَّرَ
اُو۬لُوا
الْاَلْبَابِ
٢٩
Kitâbun enzelnâhu ileyke mubârakun liyeddebberû âyâtihi veliyeteżekkera ulû-l-elbâb(i)
Bu Kur'an, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.
وَوَهَبْنَا
لِدَاوُ۫دَ
سُلَيْمٰنَۜ
نِعْمَ
الْعَبْدُۜ
اِنَّهُٓ
اَوَّابٌۜ
٣٠
Ve vehebnâ lidâvûde suleymân(e)(c) ni’me-l’abd(u)(s) innehu evvâb(un)
Dâvûd'a Süleyman'ı bağışladık. O ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Allah'a çok yönelen bir kimse idi.
اِذْ
عُرِضَ
عَلَيْهِ
بِالْعَشِيِّ
الصَّافِنَاتُ
الْجِيَادُۙ
٣١
İż ‘urida ‘aleyhi bil’aşiyyi-ssâfinâtu-lciyâd(u)
Hani ona akşamüstü bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağının üzerinde duran çalımlı ve soylu atlar sunulmuştu.
فَقَالَ
اِنّ۪ٓي
اَحْبَبْتُ
حُبَّ
الْخَيْرِ
عَنْ
ذِكْرِ
رَبّ۪يۚ
حَتّٰى
تَوَارَتْ
بِالْحِجَابِ۠
٣٢
Fekâle innî ahbebtu hubbe-lḣayri ‘an żikri rabbî hattâ tevârat bilhicâb(i)
Süleyman, "Gerçekten ben malı, Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim" dedi. Nihayet gözden kaybolup gittikleri zaman, "Onları bana geri getirin" dedi. (Atlar gelince de) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
رُدُّوهَا
عَلَيَّۜ
فَطَفِقَ
مَسْحاً
بِالسُّوقِ
وَالْاَعْنَاقِ
٣٣
Ruddûhâ ‘aley(ye)(s) fetafika meshan bi-ssûki vel-a’nâk(i)
Süleyman, "Gerçekten ben malı, Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim" dedi. Nihayet gözden kaybolup gittikleri zaman, "Onları bana geri getirin" dedi. (Atlar gelince de) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
وَلَقَدْ
فَتَنَّا
سُلَيْمٰنَ
وَاَلْقَيْنَا
عَلٰى
كُرْسِيِّه۪
جَسَداً
ثُمَّ
اَنَابَ
٣٤
Velekad fetennâ suleymâne ve elkaynâ ‘alâ kursiyyihi ceseden śümme enâb(e)
Andolsun, biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık. Sonra tövbe edip bize yöneldi.
قَالَ
رَبِّ
اغْفِرْ
ل۪ي
وَهَبْ
ل۪ي
مُلْكاً
لَا
يَنْبَغ۪ي
لِاَحَدٍ
مِنْ
بَعْد۪يۚ
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْوَهَّابُ
٣٥
Kâle rabbi-ġfir lî veheb lî mulken lâ yenbeġî li-ehadin min ba’dî(s) inneke ente-lvehhâb(u)
Süleyman, "Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye layık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet! Şüphesiz sen çok bahşedicisin!" dedi.
فَسَخَّرْنَا
لَهُ
الرّ۪يحَ
تَجْر۪ي
بِاَمْرِه۪
رُخَٓاءً
حَيْثُ
اَصَابَۙ
٣٦
Feseḣḣarnâ lehu-rrîha tecrî bi-emrihi ruḣâen hayśu esâb(e)
Biz de rüzgarı onun buyruğuna verdik. Rüzgar onun emriyle dilediği yere hafif hafif eserdi.
وَالشَّيَاط۪ينَ
كُلَّ
بَنَّٓاءٍ
وَغَوَّاصٍۙ
٣٧
Ve-şşeyâtîne kulle bennâ-in ve ġavvâs(in)
Bina ustası olan ve dalgıçlık yapan her bir şeytanı, bukağılara bağlı olarak diğerlerini de, onun emrine verdik.
وَاٰخَر۪ينَ
مُقَرَّن۪ينَ
فِي
الْاَصْفَادِ
٣٨
Ve âḣarîne mukarranîne fî-l-asfâd(i)
Bina ustası olan ve dalgıçlık yapan her bir şeytanı, bukağılara bağlı olarak diğerlerini de, onun emrine verdik.
هٰذَا
عَطَٓاؤُ۬نَا
فَامْنُنْ
اَوْ
اَمْسِكْ
بِغَيْرِ
حِسَابٍ
٣٩
Hâżâ ‘atâunâ femnun ev emsik biġayri hisâb(in)
"İşte bu bizim ihsanımızdır. Artık sen de (istediğine) hesapsızca ver yahut verme" dedik.
وَاِنَّ
لَهُ
عِنْدَنَا
لَزُلْفٰى
وَحُسْنَ
مَاٰبٍ۟
٤٠
Ve-inne lehu ‘indenâ lezulfâ ve husne meâb(in)
Şüphesiz katımızda onun için bir yakınlık ve dönüp geleceği güzel bir yer vardır.
وَاذْكُرْ
عَبْدَنَٓا
اَيُّوبَۢ
اِذْ
نَادٰى
رَبَّهُٓ
اَنّ۪ي
مَسَّنِيَ
الشَّيْطَانُ
بِنُصْبٍ
وَعَذَابٍۜ
٤١
Veżkur ‘abdenâ eyyûbe iż nâdâ rabbehu ennî messeniye-şşeytânu binusbin ve ’ażâb(in)
(Ey Muhammed!) Kulumuz Eyyub'u da an. Hani o, Rabbine, "Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu" diye seslenmişti.
اُرْكُضْ
بِرِجْلِكَۚ
هٰذَا
مُغْتَسَلٌ
بَارِدٌ
وَشَرَابٌ
٤٢
Urkud biriclik(e)(s) hâżâ muġteselun bâridun ve şerâb(un)
Biz de ona, "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içecek soğuk bir su" dedik.
وَوَهَبْنَا
لَهُٓ
اَهْلَهُ
وَمِثْلَهُمْ
مَعَهُمْ
رَحْمَةً
مِنَّا
وَذِكْرٰى
لِاُو۬لِي
الْاَلْبَابِ
٤٣
Ve vehebnâ lehu ehlehu ve miślehum me’ahum rahmeten minnâ ve żikrâ li-ulî-l-elbâb(i)
Biz ona tarafımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir o kadarını bahşettik.
وَخُذْ
بِيَدِكَ
ضِغْثاً
فَاضْرِبْ
بِه۪
وَلَا
تَحْنَثْۜ
اِنَّا
وَجَدْنَاهُ
صَابِراًۜ
نِعْمَ
الْعَبْدُۜ
اِنَّهُٓ
اَوَّابٌ
٤٤
Veḣuż biyedike diġśen fadrib bihi velâ tahneś(k) innâ vecednâhu sâbirâ(an)(c) ni’me-l’abd(u)(s) innehu evvâb(un)
Şöyle dedik: "Eline bir demet sap al ve onunla vur, yeminini bozma." Gerçekten biz Eyyûb'u sabreden bir kimse olarak bulduk. O ne güzel bir kuldu! O, Allah'a çok yönelen bir kimse idi.
وَاذْكُرْ
عِبَادَنَٓا
اِبْرٰه۪يمَ
وَاِسْحٰقَ
وَيَعْقُوبَ
اُو۬لِي
الْاَيْد۪ي
وَالْاَبْصَارِ
٤٥
Veżkur ‘ibâdenâ ibrâhîme ve-ishâka ve ya’kûbe ulî-l-eydî vel-ebsâr(i)
(Ey Muhammed!) Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da an.
اِنَّٓا
اَخْلَصْنَاهُمْ
بِخَالِصَةٍ
ذِكْرَى
الدَّارِۚ
٤٦
İnnâ aḣlasnâhum biḣâlisatin żikrâ-ddâr(i)
Şüphesiz biz onları, ahiret yurdunu düşünme özelliği ile (temizleyip) ihlâslı kimseler kıldık.
وَاِنَّهُمْ
عِنْدَنَا
لَمِنَ
الْمُصْطَفَيْنَ
الْاَخْيَارِ
٤٧
Ve-innehum ‘indenâ lemine-lmustafeyne-l-aḣyâr(i)
Şüphesiz onlar, bizim katımızda hayırlı, seçkin kimselerdendir
وَاذْكُرْ
اِسْمٰع۪يلَ
وَالْيَسَعَ
وَذَا
الْـكِفْلِۜ
وَكُلٌّ
مِنَ
الْاَخْيَارِۜ
٤٨
Veżkur ismâ’île ve-lyese’a ve żâ-lkifl(i)(s) vekullun mine-l-aḣyâr(i)
(Ey Muhammed!) İsmail, el-Yesa' ve Zülkifl'i de an. Onların her biri iyi kimselerdi.
هٰذَا
ذِكْرٌۜ
وَاِنَّ
لِلْمُتَّق۪ينَ
لَحُسْنَ
مَاٰبٍۙ
٤٩
Hâżâ żikr(un)(c) ve-inne lilmuttekîne lehusne meâb(in)
Bu bir öğüttür. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için elbette güzel bir dönüş yeri, kapıları kendilerine açılmış olarak Adn cennetleri vardır.
جَنَّاتِ
عَدْنٍ
مُفَتَّحَةً
لَهُمُ
الْاَبْوَابُۚ
٥٠
Cennâti ‘adnin mufettehaten lehumu-l-ebvâb(u)
Bu bir öğüttür. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için elbette güzel bir dönüş yeri, kapıları kendilerine açılmış olarak Adn cennetleri vardır.
مُتَّكِـ۪ٔينَ
ف۪يهَا
يَدْعُونَ
ف۪يهَا
بِفَاكِهَةٍ
كَث۪يرَةٍ
وَشَرَابٍ
٥١
Mutteki-îne fîhâ yed’ûne fîhâ bifâkihetin keśîratin ve şerâb(in)
Onlar orada koltuklara yaslanmış olarak pek çok meyveler ve içecekler isterler.
وَعِنْدَهُمْ
قَاصِرَاتُ
الطَّرْفِ
اَتْرَابٌ
٥٢
Ve ’indehum kâsirâtu-ttarfi etrâb(un)
Yanlarında gözlerini kendilerinden ayırmayan yaşıt eşler vardır.
هٰذَا
مَا
تُوعَدُونَ
لِيَوْمِ
الْحِسَابِ
٥٣
Hâżâ mâ tû’adûne liyevmi-lhisâb(i)
İşte bunlar, hesap günü için size vaad edilenlerdir.
اِنَّ
هٰذَا
لَرِزْقُنَا
مَا
لَهُ
مِنْ
نَفَادٍۚ
٥٤
İnne hâżâ lerizkunâ mâ lehu min nefâd(in)
İşte bu bizim verdiğimiz rızıktır. Ona asla tükenme yoktur.
هٰذَاۜ
وَاِنَّ
لِلطَّاغ۪ينَ
لَشَرَّ
مَاٰبٍۙ
٥٥
Hâżâ(c) ve-inne littâġîne leşerra meâb(in)
İşte böyle! Şüphesiz azgınlar için elbette kötü bir dönüş yeri, cehennem vardır. Onlar oraya girerler. Orası ne kötü bir yataktır!
جَهَنَّمَۚ
يَصْلَوْنَهَاۚ
فَبِئْسَ
الْمِهَادُ
٥٦
Cehenneme yaslevnehâ febi/se-lmihâd(u)
İşte böyle! Şüphesiz azgınlar için elbette kötü bir dönüş yeri, cehennem vardır. Onlar oraya girerler. Orası ne kötü bir yataktır!
هٰذَاۙ
فَلْيَذُوقُوهُ
حَم۪يمٌ
وَغَسَّاقٌۙ
٥٧
Hâżâ felyeżûkûhu hamîmun ve ġassâk(un)
İşte (azap), onu tatsınlar: Bir kaynar su ve bir irin.
وَاٰخَرُ
مِنْ
شَكْلِه۪ٓ
اَزْوَاجٌۜ
٥٨
Ve âḣaru min şeklihi ezvâc(un)
O azaba benzer çeşit çeşit başka azaplar da vardır.
هٰذَا
فَوْجٌ
مُقْتَحِمٌ
مَعَكُمْۚ
لَا
مَرْحَباً
بِهِمْۜ
اِنَّهُمْ
صَالُوا
النَّارِ
٥٩
Hâżâ fevcun muktehimun me’akum(s) lâ merhaben bihim(c) innehum sâlû-nnâr(i)
(Kendi aralarında şöyle derler:) "İşte sizinle beraber cehenneme tıkılacak bir grup. Onlara rahat ve huzur olmasın! Şüphesiz onlar cehenneme gireceklerdir."
قَالُوا
بَلْ
اَنْتُمْ۠
لَا
مَرْحَباً
بِكُمْۜ
اَنْتُمْ
قَدَّمْتُمُوهُ
لَنَاۚ
فَبِئْسَ
الْقَرَارُ
٦٠
Kâlû bel entum lâ merhaben bikum(s) entum kaddemtumûhu lenâ(s) febi/se-lkarâr(u)
O grup da, "Hayır, size rahat ve huzur olmasın. Bu cehennemi bizim önümüze siz sürdünüz. Orası ne kötü durak yeridir!" der.
قَالُوا
رَبَّنَا
مَنْ
قَدَّمَ
لَنَا
هٰذَا
فَزِدْهُ
عَذَاباً
ضِعْفاً
فِي
النَّارِ
٦١
Kâlû rabbenâ men kaddeme lenâ hâżâ fezidhu ‘ażâben di’fen fî-nnâr(i)
Şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Bunu bizim önümüze kim sürdüyse cehennemde onun azabını bir kat daha artır."
وَقَالُوا
مَا
لَنَا
لَا
نَرٰى
رِجَالاً
كُنَّا
نَعُدُّهُمْ
مِنَ
الْاَشْرَارِۜ
٦٢
Ve kâlû mâ lenâ lâ nerâ ricâlen kunnâ ne’udduhum mine-l-eşrâr(i)
Yine şöyle derler: "Dünyada kendilerini kötü saydığımız adamları acaba neden göremiyoruz?"
اَتَّخَذْنَاهُمْ
سِخْرِياًّ
اَمْ
زَاغَتْ
عَنْهُمُ
الْاَبْصَارُ
٦٣
Etteḣażnâhum siḣriyyen em zâġat ‘anhumu-l-ebsâr(u)
"(Cehennemlik değillerdi de) biz onları alaya mı almış olduk, yoksa (buradalar da) gözlerimizden mi kaçtılar?"
اِنَّ
ذٰلِكَ
لَحَقٌّ
تَخَاصُمُ
اَهْلِ
النَّارِ۟
٦٤
İnne żâlike lehakkun teḣâsumu ehli-nnâr(i)
Şüphesiz bu, cehennemliklerin birbirleriyle çekişmesi kesin bir gerçektir.
قُلْ
اِنَّـمَٓا
اَنَا۬
مُنْذِرٌۗ
وَمَا
مِنْ
اِلٰهٍ
اِلَّا
اللّٰهُ
الْوَاحِدُ
الْقَهَّارُۚ
٦٥
İnne żâlike lehakkun teḣâsumu ehli-nnâr(i)
(Ey Muhammed!) De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım. Her şey üzerinde mutlak otorite sahibi olan bir Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur."
رَبُّ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَمَا
بَيْنَهُمَا
الْعَز۪يزُ
الْغَفَّارُ
٦٦
İnne żâlike lehakkun teḣâsumu ehli-nnâr(i)
"O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır."
قُلْ
هُوَ
نَبَؤٌا
عَظ۪يمٌۙ
٦٧
Kul huve nebeun ‘azîm(un)
De ki, "Bu Kur'an, büyük bir haberdir."
اَنْتُمْ
عَنْهُ
مُعْرِضُونَ
٦٨
Entum ‘anhu mu’ridûn(e)
"Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz."
مَا
كَانَ
لِيَ
مِنْ
عِلْمٍ
بِالْمَلَأِ
الْاَعْلٰٓى
اِذْ
يَخْتَصِمُونَ
٦٩
Mâ kâne liye min ‘ilmin bilmele-i-l-a’lâ iż yaḣtasimûn(e)
"Aralarında tartıştıkları sırada, yüce topluluğa (ileri gelen melekler topluluğuna) dair benim hiçbir bilgim yoktu."
اِنْ
يُوحٰٓى
اِلَيَّ
اِلَّٓا
اَنَّمَٓا
اَنَا۬
نَذ۪يرٌ
مُب۪ينٌ
٧٠
İn yûhâ ileyye illâ ennemâ enâ neżîrun mubîn(un)
"Bana ancak, benim sadece bir uyarıcı olduğum vahyediliyor."
اِذْ
قَالَ
رَبُّكَ
لِلْمَلٰٓئِكَةِ
اِنّ۪ي
خَالِقٌ
بَشَراً
مِنْ
ط۪ينٍ
٧١
İż kâle rabbuke lilmelâ-iketi innî ḣâlikun beşeran min tîn(in)
Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: "Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım."
فَاِذَا
سَوَّيْتُهُ
وَنَفَخْتُ
ف۪يهِ
مِنْ
رُوح۪ي
فَقَعُوا
لَهُ
سَاجِد۪ينَ
٧٢
Fe-iżâ sevveytuhu venefaḣtu fîhi min rûhî feka’û lehu sâcidîn(e)
"Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin."
فَسَجَدَ
الْمَلٰٓئِكَةُ
كُلُّهُمْ
اَجْمَعُونَۙ
٧٣
Fesecede-lmelâ-iketu kulluhum ecme’ûn(e)
Derken bütün melekler topluca saygı ile eğildiler.
اِلَّٓا
اِبْل۪يسَۜ
اِسْتَكْـبَرَ
وَكَانَ
مِنَ
الْكَافِر۪ينَ
٧٤
İllâ iblîse-stekbera vekâne mine-lkâfirîn(e)
Ancak İblis eğilmedi. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
قَالَ
يَٓا
اِبْل۪يسُ
مَا
مَنَعَكَ
اَنْ
تَسْجُدَ
لِمَا
خَلَقْتُ
بِيَدَيَّۜ
اَسْتَكْـبَرْتَ
اَمْ
كُنْتَ
مِنَ
الْعَال۪ينَ
٧٥
Kâle yâ iblîsu mâ mene’ake en tescude limâ ḣalektu biyedey(ye)(s) estekberte em kunte mine-l’âlîn(e)
Allah, "Ey İblis! "Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?" dedi.
قَالَ
اَنَا۬
خَيْرٌ
مِنْهُۜ
خَلَقْتَن۪ي
مِنْ
نَارٍ
وَخَلَقْتَهُ
مِنْ
ط۪ينٍ
٧٦
Kâle enâ ḣayrun minh(u)(s) ḣalektenî min nârin ve ḣalektehu min tîn(in)
İblis, "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" dedi.
قَالَ
فَاخْرُجْ
مِنْهَا
فَاِنَّكَ
رَج۪يمٌۚ
٧٧
Kâle faḣruc minhâ fe-inneke racîm(un)
Allah şöyle dedi: "Öyle ise çık oradan (cennetten), çünkü sen kovuldun."
وَاِنَّ
عَلَيْكَ
لَعْنَت۪ٓي
اِلٰى
يَوْمِ
الدّ۪ينِ
٧٨
Ve-inne ‘aleyke la’netî ilâ yevmi-ddîn(i)
"Şüphesiz benim lanetim hesap ve ceza gününe kadar senin üzerinedir."
قَالَ
رَبِّ
فَاَنْظِرْن۪ٓي
اِلٰى
يَوْمِ
يُبْعَثُونَ
٧٩
Kâle rabbi feenzirnî ilâ yevmi yub’aśûn(e)
İblis, "Ey Rabbim! Öyle ise bana insanların diriltilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi
قَالَ
فَاِنَّكَ
مِنَ
الْمُنْظَر۪ينَۙ
٨٠
Kâle fe-inneke mine-lmunzarîn(e)
Allah şöyle dedi: "Sen o bilinen vakte (kıyamet gününe) kadar mühlet verilenlerdensin."
اِلٰى
يَوْمِ
الْوَقْتِ
الْمَعْلُومِ
٨١
İlâ yevmi-lvakti-lma’lûm(i)
Allah şöyle dedi: "Sen o bilinen vakte (kıyamet gününe) kadar mühlet verilenlerdensin."
قَالَ
فَبِعِزَّتِكَ
لَاُغْوِيَنَّهُمْ
اَجْمَع۪ينَۙ
٨٢
Kâle febi’izzetike leuġviyennehum ecma’în(e)
İblis, "Senin şerefine andolsun ki, içlerinden ihlâslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım" dedi.
اِلَّا
عِبَادَكَ
مِنْهُمُ
الْمُخْلَص۪ينَ
٨٣
İllâ ‘ibâdeke minhumu-lmuḣlasîn(e)
İblis, "Senin şerefine andolsun ki, içlerinden ihlâslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım" dedi.
قَالَ
فَالْحَقُّۘ
وَالْحَقَّ
اَقُولُۚ
٨٤
Kâle felhakku velhakka ekûl(u)
Allah şöyle dedi: "İşte bu gerçektir. Ben de gerçeği söylüyorum:"
لَاَمْلَـَٔنَّ
جَهَنَّمَ
مِنْكَ
وَمِمَّنْ
تَبِعَكَ
مِنْهُمْ
اَجْمَع۪ينَ
٨٥
Leemleenne cehenneme minke vemimmen tebi’ake minhum ecma’în(e)
"Andolsun, cehennemi seninle ve onlardan sana uyanların hepsiyle dolduracağım."
قُلْ
مَٓا
اَسْـَٔلُـكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ
اَجْرٍ
وَمَٓا
اَنَا۬
مِنَ
الْمُتَكَلِّف۪ينَ
٨٦
Kul mâ es-elukum ‘aleyhi min ecrin vemâ enâ mine-lmutekellifîn(e)
(Ey Muhammed!) De ki: "Bundan (tebliğ görevinden) dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ben kendiliğinden yükümlülük altına girenlerden değilim."
اِنْ
هُوَ
اِلَّا
ذِكْرٌ
لِلْعَالَم۪ينَ
٨٧
İn huve illâ żikrun lil’âlemîn(e)
"Bu Kur'an âlemler için ancak bir öğüttür."
وَلَتَعْلَمُنَّ
نَبَاَهُ
بَعْدَ
ح۪ينٍ
٨٨
Veleta’lemunne nebeehu ba’de hîn(in)
"Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra mutlaka öğreneceksiniz."