الصَّاۤفَّاتِ
Saffat Suresi
وَالصَّٓافَّاتِ
صَفاًّۙ
١
Ve-ssâffâti saffâ(n)
Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah'ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız gerçekten bir tek ilahtır.
فَالزَّاجِرَاتِ
زَجْراًۙ
٢
Fe-zzâcirâti zecrâ(n)
Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah'ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız gerçekten bir tek ilahtır.
فَالتَّالِيَاتِ
ذِكْراًۙ
٣
Fe-ttâliyâti żikrâ(n)
Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah'ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız gerçekten bir tek ilahtır.
اِنَّ
اِلٰهَكُمْ
لَوَاحِدٌۜ
٤
İnne ilâhekum levâhid(un)
Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah'ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız gerçekten bir tek ilahtır.
رَبُّ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَمَا
بَيْنَهُمَا
وَرَبُّ
الْمَشَارِقِۜ
٥
Rabbu-ssemâvâti vel-ardi vemâ beynehumâ ve rabbu-lmeşârik(i)
O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Doğuların da (Batıların da) Rabbidir.
اِنَّا
زَيَّنَّا
السَّمَٓاءَ
الدُّنْيَا
بِز۪ينَةٍۨ
الْـكَوَاكِبِۙ
٦
İnnâ zeyyennâ-ssemâe-ddunyâ bizînetin(i)lkevâkib(i)
Biz en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.
وَحِفْظاً
مِنْ
كُلِّ
شَيْطَانٍ
مَارِدٍۚ
٧
Ve hifzan min kulli şeytânin mârid(in)
Onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk.
لَا
يَسَّمَّعُونَ
اِلَى
الْمَلَأِ
الْاَعْلٰى
وَيُقْذَفُونَ
مِنْ
كُلِّ
جَانِبٍۗ
٨
Lâ yessemme’ûne ilâ-lmele-i-l-a’lâ veyukżefûne min kulli cânib(in)
Onlar, yüce topluluğu (ileri gelen melekler topluluğunu) dinleyemezler. Kovulmaları için her taraftan taşa tutulurlar. Onlar için sürekli bir azap da vardır.
دُحُوراً
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
وَاصِبٌۙ
٩
Duhûrâ(an)(s) velehum ‘ażâbun vâsib(un)
Onlar, yüce topluluğu (ileri gelen melekler topluluğunu) dinleyemezler. Kovulmaları için her taraftan taşa tutulurlar. Onlar için sürekli bir azap da vardır.
اِلَّا
مَنْ
خَطِفَ
الْخَطْفَةَ
فَاَتْبَعَهُ
شِهَابٌ
ثَاقِبٌ
١٠
İllâ men ḣatife-lḣatfete feetbe’ahu şihâbun śâkib(un)
Ancak onlardan söz kapan olur. Onu da delip geçen bir alev izler (ve yok eder).
فَاسْتَفْتِهِمْ
اَهُمْ
اَشَدُّ
خَلْقاً
اَمْ
مَنْ
خَلَقْنَاۜ
اِنَّا
خَلَقْنَاهُمْ
مِنْ
ط۪ينٍ
لَازِبٍ
١١
Festeftihim ehum eşeddu ḣalkan em men ḣalaknâ(c) innâ ḣalaknâhum min tînin lâzib(in)
(Ey Muhammed!) Şimdi sen onlara sor: "Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa yarattığımız diğer şeyleri yaratmak mı? Şüphesiz biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.
بَلْ
عَجِبْتَ
وَيَسْخَرُونَۖ
١٢
Bel ‘acibte veyesḣarûn(e)
Hayır, sen (onların haline) şaştın onlar ise alay ediyorlar.
وَاِذَا
ذُكِّرُوا
لَا
يَذْكُرُونَۖ
١٣
Ve-iżâ żukkirû lâ yeżkurûn(e)
Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt almıyorlar.
وَاِذَا
رَاَوْا
اٰيَةً
يَسْتَسْخِرُونَۖ
١٤
Ve-iżâ raev âyeten yestesḣirûn(e)
Bir mucize gördükleri zaman onu alaya alıyorlar.
وَقَالُٓوا
اِنْ
هٰذَٓا
اِلَّا
سِحْرٌ
مُب۪ينٌۚ
١٥
Ve kâlû in hâżâ illâ sihrun mubîn(un)
(Dediler ki:) "Bu bir büyüden başka bir şey değildir."
ءَاِذَا
مِتْنَا
وَكُنَّا
تُرَاباً
وَعِظَاماً
ءَاِنَّا
لَمَبْعُوثُونَۙ
١٦
E-iżâ mitnâ vekunnâ turâben ve’izâmen e-innâ lemeb’ûśûn(e)
"Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra mı, biz mi tekrar diriltileceğiz?"
اَوَاٰبَٓاؤُ۬نَا
الْاَوَّلُونَۜ
١٧
Eve âbâunâ-l-evvelûn(e)
"Önceden gelip geçmiş atalarımız da mı?"
قُلْ
نَعَمْ
وَاَنْتُمْ
دَاخِرُونَۚ
١٨
Kul ne’am ve entum dâḣirûn(e)
De ki: "Evet, hem de siz aşağılanmış kimseler olarak (diriltileceksiniz)."
فَاِنَّمَا
هِيَ
زَجْرَةٌ
وَاحِدَةٌ
فَاِذَا
هُمْ
يَنْظُرُونَ
١٩
Fe-innemâ hiye zecratun vâhidetun fe-iżâ hum yenzurûn(e)
O ancak şiddetli bir sesten ibarettir. Bir de bakarsın ki onlar (diriltilmiş hazır) beklemektedirler.
وَقَالُوا
يَا
وَيْلَنَا
هٰذَا
يَوْمُ
الدّ۪ينِ
٢٠
Ve kâlû yâ veylenâ hâżâ yevmu-ddîn(i)
Şöyle diyecekler: "Vay başımıza gelene! Bu beklenen ceza günüdür."
هٰذَا
يَوْمُ
الْفَصْلِ
الَّذ۪ي
كُنْتُمْ
بِه۪
تُكَذِّبُونَ۟
٢١
Hâżâ yevmu-lfasli-lleżî kuntum bihi tukeżżibûn(e)
Onlara, "İşte bu, yalanlamakta olduğunuz hüküm ve ayırım günüdür" denilir.
اُحْشُرُوا
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
وَاَزْوَاجَهُمْ
وَمَا
كَانُوا
يَعْبُدُونَۙ
٢٢
Uhşurû-lleżîne zalemû ve ezvâcehum vemâ kânû ya’budûn(e)
Allah meleklere şöyle emreder: "Zulmedenleri, eşlerini ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
فَاهْدُوهُمْ
اِلٰى
صِرَاطِ
الْجَح۪يمِۙ
٢٣
Min dûni(A)llâhi fehdûhum ilâ sirâti-lcahîm(i)
Allah meleklere şöyle emreder: "Zulmedenleri, eşlerini ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
وَقِفُوهُمْ
اِنَّهُمْ
مَسْؤُ۫لُونَۙ
٢٤
Vekifûhum innehum mes-ûlûn(e)
Allah meleklere şöyle emreder: "Zulmedenleri, eşlerini ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
مَا
لَـكُمْ
لَا
تَنَاصَرُونَ
٢٥
Mâ lekum lâ tenâsarûn(e)
Onlara, "Ne diye yardımlaşmıyorsunuz?" denir.
بَلْ
هُمُ
الْيَوْمَ
مُسْتَسْلِمُونَ
٢٦
Bel humu-lyevme musteslimûn(e)
Hayır, onlar bugün teslim olmuş kimselerdir.
وَاَقْبَلَ
بَعْضُهُمْ
عَلٰى
بَعْضٍ
يَتَسَٓاءَلُونَ
٢٧
Ve akbele ba’duhum ‘alâ ba’din yetesâelûn(e)
Birbirlerine yönelip sorarlar (çekişirler).
قَالُٓوا
اِنَّكُمْ
كُنْتُمْ
تَأْتُونَنَا
عَنِ
الْيَم۪ينِ
٢٨
Kâlû innekum kuntum te/tûnenâ ‘ani-lyemîn(i)
Şöyle derler: "Siz bize sağdan gelirdiniz. Bize haktan yana görünürdünüz."
قَالُوا
بَلْ
لَمْ
تَكُونُوا
مُؤْمِن۪ينَۚ
٢٩
Kâlû bel lem tekûnû mu/minîn(e)
Diğerleri de onlara şöyle derler: "Hayır, siz zaten mü'min kimseler değildiniz."
وَمَا
كَانَ
لَنَا
عَلَيْكُمْ
مِنْ
سُلْطَانٍۚ
بَلْ
كُنْتُمْ
قَوْماً
طَاغ۪ينَ
٣٠
Vemâ kâne lenâ ‘aleykum min sultân(in)(s) bel kuntum kavmen tâġîn(e)
"Bizim, sizin üzerinizde hiçbir hakimiyetimiz yoktu. Hatta siz azgın bir kavimdiniz."
فَحَقَّ
عَلَيْنَا
قَوْلُ
رَبِّنَاۗ
اِنَّا
لَذَٓائِقُونَ
٣١
Fehakka ‘aleynâ kavlu rabbinâ(s) innâ leżâ-ikûn(e)
"Artık Rabbimizin sözü (azap) bizim hakkımızda gerçekleşti. Biz onu mutlaka tadacağız."
فَاَغْوَيْنَاكُمْ
اِنَّا
كُنَّا
غَاو۪ينَ
٣٢
Feaġveynâkum innâ kunnâ ġâvîn(e)
"Evet, biz sizi saptırdık. Çünkü biz de sapkın kimselerdik."
فَاِنَّهُمْ
يَوْمَئِذٍ
فِي
الْعَذَابِ
مُشْتَرِكُونَ
٣٣
Fe-innehum yevme-iżin fî-l’ażâbi muşterikûn(e)
Artık onlar o gün azapta ortaktırlar
اِنَّا
كَذٰلِكَ
نَفْعَلُ
بِالْمُجْرِم۪ينَ
٣٤
İnnâ keżâlike nef’alu bilmucrimîn(e)
İşte biz suçlulara böyle yaparız.
اِنَّهُمْ
كَانُٓوا
اِذَا
ق۪يلَ
لَهُمْ
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّا
اللّٰهُ
يَسْتَكْبِرُونَۙ
٣٥
İnnehum kânû iżâ kîle lehum lâ ilâhe illa(A)llâhu yestekbirûn(e)
Çünkü onlar, kendilerine, "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" denildiği zaman inanmayıp büyüklük taslıyorlardı.
وَيَقُولُونَ
اَئِنَّا
لَتَارِكُٓوا
اٰلِهَتِنَا
لِشَاعِرٍ
مَجْنُونٍۜ
٣٦
Ve yekûlûne e-innâ letârikû âlihetinâ lişâ’irin mecnûn(in)
"Biz, deli bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz?" diyorlardı.
بَلْ
جَٓاءَ
بِالْحَقِّ
وَصَدَّقَ
الْمُرْسَل۪ينَ
٣٧
Bel câe bilhakki vesaddeka-lmurselîn(e)
Hayır, öyle değil. O, hakkı getirmiş, (önceki) peygamberleri de tasdik etmiştir.
اِنَّكُمْ
لَذَٓائِقُوا
الْعَذَابِ
الْاَل۪يمِۚ
٣٨
İnnekum leżâ-ikû-l’ażâbi-l-elîm(i)
Şüphesiz siz mutlaka elem dolu azabı tadacaksınız.
وَمَا
تُجْزَوْنَ
اِلَّا
مَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَۙ
٣٩
Vemâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(e)
Siz ancak işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılırsınız.
اِلَّا
عِبَادَ
اللّٰهِ
الْمُخْلَص۪ينَ
٤٠
İllâ ‘ibâda(A)llâhi-lmuḣlesîn(e)
Ancak Allah'ın halis kulları başka.
اُو۬لٰٓئِكَ
لَهُمْ
رِزْقٌ
مَعْلُومٌۙ
٤١
Ulâ-ike lehum rizkun ma’lûm(un)
İşte onlar için belli bir rızık, meyveler vardır. Onlar ikram gören kimselerdir.
فَوَاكِهُۚ
وَهُمْ
مُكْرَمُونَۙ
٤٢
Fevâkih(u)(s) vehum mukramûn(e)
İşte onlar için belli bir rızık, meyveler vardır. Onlar ikram gören kimselerdir.
عَلٰى
سُرُرٍ
مُتَقَابِل۪ينَ
٤٤
‘Alâ sururin mutekâbilîn(e)
Koltuklar üzerinde karşılıklı olarak otururlar.
يُطَافُ
عَلَيْهِمْ
بِكَأْسٍ
مِنْ
مَع۪ينٍۙ
٤٥
Yutâfu ‘aleyhim bike/sin min me’în(in)
Onların etrafında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır.
بَيْضَٓاءَ
لَذَّةٍ
لِلشَّارِب۪ينَۚ
٤٦
Beydâe leżżetin lişşâribîn(e)
Onların etrafında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır.
لَا
ف۪يهَا
غَوْلٌ
وَلَا
هُمْ
عَنْهَا
يُنْزَفُونَ
٤٧
Lâ fîhâ ġavlun velâ hum ‘anhâ yunzefûn(e)
Onda baş döndürme özelliği yoktur. Onlar, onu içmekle sarhoş da olmazlar.
وَعِنْدَهُمْ
قَاصِرَاتُ
الطَّرْفِ
ع۪ينٌۙ
٤٨
Ve ’indehum kâsirâtu-ttarfi ‘în(un)
Yanlarında bakışlarını yalnızca kendilerine çevirmiş iri gözlü eşler vardır.
كَاَنَّهُنَّ
بَيْضٌ
مَكْنُونٌ
٤٩
Keennehunne beydun meknûn(un)
Sanki onlar (beyazlıklarıyla), saklanmış (gün yüzü görmemiş) yumurtalardır.
فَاَقْبَلَ
بَعْضُهُمْ
عَلٰى
بَعْضٍ
يَتَسَٓاءَلُونَ
٥٠
Feakbele ba’duhum ‘alâ ba’din yetesâelûn(e)
Derken birbirlerine yönelip sorarlar.
قَالَ
قَٓائِلٌ
مِنْهُمْ
اِنّ۪ي
كَانَ
ل۪ي
قَر۪ينٌۙ
٥١
Kâle kâ-ilun minhum innî kâne lî karîn(un)
İçlerinden biri der ki: "Benim bir arkadaşım vardı."
يَقُولُ
اَئِنَّكَ
لَمِنَ
الْمُصَدِّق۪ينَ
٥٢
Yekûlu e-inneke lemine-lmusaddikîn(e)
"Sen de tekrar dirilmeyi tasdik edenlerden misin?" derdi.
ءَاِذَا
مِتْنَا
وَكُنَّا
تُرَاباً
وَعِظَاماً
ءَاِنَّا
لَمَد۪ينُونَ
٥٣
E-iżâ mitnâ vekunnâ turâben ve ’izâmen e-innâ lemedînûn(e)
"Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra mı, biz mi hesaba çekileceğiz?"
قَالَ
هَلْ
اَنْتُمْ
مُطَّلِعُونَ
٥٤
Kâle hel entum muttali’ûn(e)
Konuşan o kimse yanındakilere, "Bakar mısınız, hali ne oldu?" der.
فَاطَّـلَعَ
فَرَاٰهُ
ف۪ي
سَوَٓاءِ
الْجَح۪يمِ
٥٥
Fettale’a feraâhu fî sevâ-i-lcahîm(i)
Kendisi de bakar ve onu cehennemin ortasında görür.
قَالَ
تَاللّٰهِ
اِنْ
كِدْتَ
لَتُرْد۪ينِۙ
٥٦
Kâle ta(A)llâhi in kidte leturdîn(i)
Ona şöyle der: "Allah'a andolsun, neredeyse beni de helak edecektin."
وَلَوْلَا
نِعْمَةُ
رَبّ۪ي
لَكُنْتُ
مِنَ
الْمُحْضَر۪ينَ
٥٧
Velevlâ ni’metu rabbî lekuntu mine-lmuhdarîn(e)
"Rabbimin nimeti olmasaydı, mutlaka ben de cehenneme konulanlardan olmuştum."
اَفَمَا
نَحْنُ
بِمَيِّت۪ينَۙ
٥٨
Efemâ nahnu bimeyyitîn(e)
"Nasıl, ilk ölümümüzden başka ölmeyecek miymişiz? Bize azap edilmeyecek miymiş?"
اِلَّا
مَوْتَتَنَا
الْاُو۫لٰى
وَمَا
نَحْنُ
بِمُعَذَّب۪ينَ
٥٩
İllâ mevtetenâ-l-ûlâ vemâ nahnu bimu’ażżebîn(e)
"Nasıl, ilk ölümümüzden başka ölmeyecek miymişiz? Bize azap edilmeyecek miymiş?"
اِنَّ
هٰذَا
لَهُوَ
الْفَوْزُ
الْعَظ۪يمُ
٦٠
İnne hâżâ lehuve-lfevzu-l’azîm(u)
Şüphesiz bu (cennetteki nimetlere ulaşmak) büyük bir başarıdır.
لِمِثْلِ
هٰذَا
فَلْيَعْمَلِ
الْعَامِلُونَ
٦١
Limiśli hâżâ felya’meli-l’âmilûn(e)
Çalışanlar böylesi için çalışsınlar!
اَذٰلِكَ
خَيْرٌ
نُزُلاً
اَمْ
شَجَرَةُ
الزَّقُّومِ
٦٢
Eżâlike ḣayrun nuzulen em şeceratu-zzakkûm(i)
Ziyafet olarak bu mu daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?
اِنَّا
جَعَلْنَاهَا
فِتْنَةً
لِلظَّالِم۪ينَ
٦٣
İnnâ ce’alnâhâ fitneten lizzâlimîn(e)
Şüphesiz biz onu zalimler için bir imtihan aracı kıldık.
اِنَّهَا
شَجَرَةٌ
تَخْرُجُ
ف۪ٓي
اَصْلِ
الْجَح۪يمِۙ
٦٤
İnnehâ şeceratun taḣrucu fî asli-lcahîm(i)
O, cehennemin dibinde biten bir ağaçtır.
طَلْعُهَا
كَاَنَّهُ
رُؤُ۫سُ
الشَّيَاط۪ينِ
٦٥
Tal’uhâ keennehu ruûsu-şşeyâtîn(i)
Onun meyveleri sanki şeytanların kafalarıdır.
فَاِنَّهُمْ
لَاٰكِلُونَ
مِنْهَا
فَمَالِؤُ۫نَ
مِنْهَا
الْبُطُونَۜ
٦٦
Fe-innehum leâkilûne minhâ femâli-ûne minhâ-lbutûn(e)
Cehennemlikler ondan yiyecekler ve onunla karınlarını dolduracaklardır.
ثُمَّ
اِنَّ
لَهُمْ
عَلَيْهَا
لَشَوْباً
مِنْ
حَم۪يمٍۚ
٦٧
Śumme inne lehum ‘aleyhâ leşevben min hamîm(in)
Sonra onlar için bunun üstüne kaynar sudan karışık bir içecek vardır.
ثُمَّ
اِنَّ
مَرْجِعَهُمْ
لَاِلَى
الْجَح۪يمِ
٦٨
Śumme inne merci’ahum le-ilâ-lcahîm(i)
Sonra onların dönüşleri mutlaka cehennemedir.
اِنَّهُمْ
اَلْفَوْا
اٰبَٓاءَهُمْ
ضَٓالّ۪ينَۙ
٦٩
İnnehum elfev âbâehum dâllîn(e)
Çünkü onlar babalarını sapık kimseler olarak buldular.
فَهُمْ
عَلٰٓى
اٰثَارِهِمْ
يُهْرَعُونَ
٧٠
Fehum ‘alâ âśârihim yuhra’ûn(e)
Kendileri de onların izinden koşa koşa gitmektedirler.
وَلَقَدْ
ضَلَّ
قَبْلَهُمْ
اَكْثَرُ
الْاَوَّل۪ينَۙ
٧١
Velekad dalle kablehum ekśeru-l-evvelîn(e)
Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
ف۪يهِمْ
مُنْذِر۪ينَ
٧٢
Velekad erselnâ fîhim munżirîn(e)
Andolsun, biz onlara da uyarıcılar göndermiştik.
فَانْظُرْ
كَيْفَ
كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُنْذَر۪ينَۙ
٧٣
Fenzur keyfe kâne ‘âkibetu-lmunżerîn(e)
Bak, uyarılanların sonu nasıl oldu!
اِلَّا
عِبَادَ
اللّٰهِ
الْمُخْلَص۪ينَ۟
٧٤
İllâ ‘ibâda(A)llâhi-lmuḣlasîn(e)
Ancak Allah'ın ihlâslı kulları başka.
وَلَقَدْ
نَادٰينَا
نُوحٌ
فَلَنِعْمَ
الْمُج۪يبُونَۚ
٧٥
Velekad nâdânâ nûhun feleni’me-lmucîbûn(e)
Andolsun, Nûh bize dua edip seslenmişti. Biz ne güzel cevap vereniz!
وَنَجَّيْنَاهُ
وَاَهْلَهُ
مِنَ
الْكَرْبِ
الْعَظ۪يمِۘ
٧٦
Venecceynâhu ve ehlehu mine-lkerbi-l’azîm(i)
Onu ve ailesini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
وَجَعَلْنَا
ذُرِّيَّتَهُ
هُمُ
الْبَاق۪ينَۘ
٧٧
Vece’alnâ żurriyyetehu humu-lbâkîn(e)
Onun neslini yeryüzünde kalanlar kıldık.
وَتَرَكْنَا
عَلَيْهِ
فِي
الْاٰخِر۪ينَۘ
٧٨
Veteraknâ ‘aleyhi fî-l-âḣirîn(e)
Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.
سَلَامٌ
عَلٰى
نُوحٍ
فِي
الْعَالَم۪ينَ
٧٩
Selâmun ‘alâ nûhin fî-l’âlemîn(e)
Âlemler içinde Nûh'a selam olsun!
اِنَّا
كَذٰلِكَ
نَجْزِي
الْمُحْسِن۪ينَ
٨٠
İnnâ keżâlike neczî-lmuhsinîn(e)
İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.
اِنَّهُ
مِنْ
عِبَادِنَا
الْمُؤْمِن۪ينَ
٨١
İnnehu min ‘ibâdinâ-lmu/minîn(e)
Çünkü o, bizim mü'min kullarımızdandı.
ثُمَّ
اَغْرَقْنَا
الْاٰخَر۪ينَ
٨٢
Śumme aġraknâ-l-âḣarîn(e)
Sonra biz, diğerlerini suda boğduk.
وَاِنَّ
مِنْ
ش۪يعَتِه۪
لَاِبْرٰه۪يمَۢ
٨٣
Ve-inne min şî’atihi le-ibrâhîm(e)
Şüphesiz İbrahim de onun taraftarlarından idi.
اِذْ
جَٓاءَ
رَبَّهُ
بِقَلْبٍ
سَل۪يمٍ
٨٤
İż câe rabbehu bikalbin selîm(in)
Hani o, Rabbine temiz bir kalple gelmişti
اِذْ
قَالَ
لِاَب۪يهِ
وَقَوْمِه۪
مَاذَا
تَعْبُدُونَۚ
٨٥
İż kâle li-ebîhi ve kavmihi mâżâ ta’budûn(e)
Hani babasına ve kavmine şöyle demişti: "Siz neye tapıyorsunuz?"
اَئِفْكاً
اٰلِهَةً
دُونَ
اللّٰهِ
تُر۪يدُونَۜ
٨٦
E-ifken âliheten dûna(A)llâhi turîdûn(e)
"Allah'ı bırakıp da bir takım uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?"
فَمَا
ظَنُّكُمْ
بِرَبِّ
الْعَالَم۪ينَ
٨٧
Femâ zannukum birabbi-l’âlemîn(e)
"O halde Âlemlerin Rabbi hakkında görüşünüz nedir?"
فَنَظَرَ
نَظْرَةً
فِي
النُّجُومِۙ
٨٨
Fenezara nezraten fî-nnucûm(i)
İbrahim yıldızlara baktı ve "Ben hastayım" dedi.
فَقَالَ
اِنّ۪ي
سَق۪يمٌ
٨٩
Fekâle innî sekîm(un)
İbrahim yıldızlara baktı ve "Ben hastayım" dedi.
فَتَوَلَّوْا
عَنْهُ
مُدْبِر۪ينَ
٩٠
Fetevellev ‘anhu mudbirîn(e)
Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan uzaklaştılar.
فَرَاغَ
اِلٰٓى
اٰلِهَتِهِمْ
فَقَالَ
اَلَا
تَأْكُلُونَۚ
٩١
Ferâġa ilâ âlihetihim fekâle elâ te/kulûn(e)
İbrahim onların putlarının tarafına gizlice gitti ve şöyle dedi: "Yemez misiniz?"
فَرَاغَ
عَلَيْهِمْ
ضَرْباً
بِالْيَم۪ينِ
٩٣
Ferâġa ‘aleyhim darben bilyemîn(i)
Derken üzerlerine yürüyüp onlara güçlü bir darbe indirdi.
فَاَقْبَلُٓوا
اِلَيْهِ
يَزِفُّونَ
٩٤
Feakbelû ileyhi yeziffûn(e)
Kavmi (telaş içinde) koşarak ona doğru geldi.
قَالَ
اَتَعْبُدُونَ
مَا
تَنْحِتُونَۙ
٩٥
Kâle eta’budûne mâ tenhitûn(e)
İbrahim şöyle dedi: "Yonttuğunuz putlara mı tapıyorsunuz?"
وَاللّٰهُ
خَلَقَكُمْ
وَمَا
تَعْمَلُونَ
٩٦
Va(A)llâhu ḣalekakum vemâ ta’melûn(e)
"Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır."
قَالُوا
ابْنُوا
لَهُ
بُنْيَاناً
فَاَلْقُوهُ
فِي
الْجَح۪يمِ
٩٧
Kâlû-bnû lehu bunyânen feelkûhu fî-lcahîm(i)
Kavmi, "Onun için bir bina yapın, (içinde ateş yakın) ve onu ateşe atın" dedi.
فَاَرَادُوا
بِه۪
كَيْداً
فَجَعَلْنَاهُمُ
الْاَسْفَل۪ينَ
٩٨
Fe-erâdû bihi keyden fece’alnâhumu-l-esfelîn(e)
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları en alçak kimseler kıldık.
وَقَالَ
اِنّ۪ي
ذَاهِبٌ
اِلٰى
رَبّ۪ي
سَيَهْد۪ينِ
٩٩
Vekâle innî żâhibun ilâ rabbî seyehdîn(i)
İbrahim şöyle dedi: "Ben Rabbime (onun emrettiği yere) gideceğim. O bana yol gösterecektir."
رَبِّ
هَبْ
ل۪ي
مِنَ
الصَّالِح۪ينَ
١٠٠
Rabbi heb lî mine-ssâlihîn(e)
"Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla."
فَبَشَّرْنَاهُ
بِغُلَامٍ
حَل۪يمٍ
١٠١
Febeşşernâhu biġulâmin halîm(in)
Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik.
فَلَمَّا
بَلَغَ
مَعَهُ
السَّعْيَ
قَالَ
يَا
بُنَيَّ
اِنّ۪ٓي
اَرٰى
فِي
الْمَنَامِ
اَنّ۪ٓي
اَذْبَحُكَ
فَانْظُرْ
مَاذَا
تَرٰىۜ
قَالَ
يَٓا اَبَتِ
افْعَلْ
مَا
تُؤْمَرُۘ
سَتَجِدُن۪ٓي
اِنْ
شَٓاءَ
اللّٰهُ
مِنَ
الصَّابِر۪ينَ
١٠٢
Felemmâ belaġa me’ahu-ssa’ye kâle yâ buneyye innî erâ fî-lmenâmi ennî eżbehuke fenzur mâżâ terâ(c) kâle yâ ebeti-f’al mâ tu/mer(u)(s) setecidunî in şâa(A)llâhu mine-ssâbirîn(e)
Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, "Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?" dedi. O da, "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.
فَلَمَّٓا
اَسْلَمَا
وَتَلَّهُ
لِلْجَب۪ينِۚ
١٠٣
Felemmâ eslemâ vetellehu lilcebîn(i)
Nihayet her ikisi de (Allah'ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: "Ey İbrahim!"
وَنَادَيْنَاهُ
اَنْ
يَٓا
اِبْرٰه۪يمُۙ
١٠٤
Venâdeynâhu en yâ ibrâhîm(u)
Nihayet her ikisi de (Allah'ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: "Ey İbrahim!"
قَدْ
صَدَّقْتَ
الرُّءْيَاۚ
اِنَّا
كَذٰلِكَ
نَجْزِي
الْمُحْسِن۪ينَ
١٠٥
Kad saddekte-rru/yâ(c) innâ keżâlike neczî-lmuhsinîn(e)
"Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız."
اِنَّ
هٰذَا
لَهُوَ
الْبَلٰٓؤُا
الْمُب۪ينُ
١٠٦
İnne hâżâ lehuve-lbelâu-lmubîn(u)
"Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır."
وَفَدَيْنَاهُ
بِذِبْحٍ
عَظ۪يمٍ
١٠٧
Ve fedeynâhu biżibhin ‘azîm(in)
Biz, (İbrahim'e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail'i) kurtardık.
وَتَرَكْنَا
عَلَيْهِ
فِي
الْاٰخِر۪ينَ
١٠٨
Ve teraknâ ‘aleyhi fî-l-âḣirîn(e)
Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.
كَذٰلِكَ
نَجْزِي
الْمُحْسِن۪ينَ
١١٠
Keżâlike neczî-lmuhsinîn(e)
İyilik yapanları işte böyle mükafatlandırırız.
اِنَّهُ
مِنْ
عِبَادِنَا
الْمُؤْمِن۪ينَ
١١١
İnnehu min ‘ibâdinâ-lmu/minîn(e)
Çünkü o mü'min kullarımızdandı.
وَبَشَّرْنَاهُ
بِاِسْحٰقَ
نَبِياًّ
مِنَ
الصَّالِح۪ينَ
١١٢
Ve beşşernâhu bi-ishâka nebiyyen mine-ssâlihîn(e)
Biz onu salihlerden bir peygamber olarak İshak ile de müjdeledik.
وَبَارَكْنَا
عَلَيْهِ
وَعَلٰٓى
اِسْحٰقَۜ
وَمِنْ
ذُرِّيَّتِهِمَا
مُحْسِنٌ
وَظَالِمٌ
لِنَفْسِه۪
مُب۪ينٌ۟
١١٣
Ve bâraknâ ‘aleyhi ve ’alâ ishâk(a)(c) vemin żurriyyetihimâ muhsinun vezâlimun linefsihi mubîn(un)
Onu da İshak'ı da uğurlu kıldık. Her ikisinin nesillerinden iyilik yapanlar da vardı, kendine apaçık zulmedenler de.
وَلَقَدْ
مَنَنَّا
عَلٰى
مُوسٰى
وَهٰرُونَۚ
١١٤
Velekad menennâ ‘alâ mûsâ ve hârûn(e)
Andolsun, biz Mûsâ'ya ve Hârûn'a da lütufta bulunduk.
وَنَجَّيْنَاهُمَا
وَقَوْمَهُمَا
مِنَ
الْكَرْبِ
الْعَظ۪يمِۚ
١١٥
Ve necceynâhumâ ve kavmehumâ mine-lkerbi-l’azîm(i)
Onları ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
وَنَصَرْنَاهُمْ
فَكَانُوا
هُمُ
الْغَالِب۪ينَۚ
١١٦
Ve nasarnâhum fekânû humu-lġâlibîn(e)
Onlara yardım ettik de onlar galip gelenler oldular.
وَاٰتَيْنَاهُمَا
الْكِتَابَ
الْمُسْتَب۪ينَۚ
١١٧
Ve âteynâhumâ-lkitâbe-lmustebîn(e)
Biz onlara (hükümlerimizi) açıklayan Kitab'ı (Tevrat'ı) verdik.
وَهَدَيْنَاهُمَا
الصِّرَاطَ
الْمُسْتَق۪يمَۚ
١١٨
Ve hedeynâhumâ-ssirâta-lmustakîm(e)
Onları doğru yola ilettik.
وَتَرَكْنَا
عَلَيْهِمَا
فِي
الْاٰخِر۪ينَ
١١٩
Ve teraknâ ‘aleyhimâ fî-l-âḣirîn(e)
Sonradan gelenler arasında onlara güzel birer ad bıraktık.
سَلَامٌ
عَلٰى
مُوسٰى
وَهٰرُونَ
١٢٠
Selâmun ‘alâ mûsâ ve hârûn(e)
Mûsâ'ya ve Hârûn'a selam olsun.
اِنَّا
كَذٰلِكَ
نَجْزِي
الْمُحْسِن۪ينَ
١٢١
İnnâ keżâlike neczî-lmuhsinîn(e)
Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.
اِنَّهُمَا
مِنْ
عِبَادِنَا
الْمُؤْمِن۪ينَ
١٢٢
İnnehumâ min ‘ibâdinâ-lmu/minîn(e)
Çünkü onlar mü'min kullarımızdan idiler.
وَاِنَّ
اِلْيَاسَ
لَمِنَ
الْمُرْسَل۪ينَۜ
١٢٣
Ve-inne ilyâse lemine-lmurselîn(e)
Şüphesiz İlyas da peygamberlerden idi.
اِذْ
قَالَ
لِقَوْمِه۪ٓ
اَلَا
تَتَّقُونَ
١٢٤
İż kâle likavmihi elâ tettekûn(e)
Hani kavmine şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?"
اَتَدْعُونَ
بَعْلاً
وَتَذَرُونَ
اَحْسَنَ
الْخَالِق۪ينَۙ
١٢٥
Eted’ûne ba’len ve teżerûne ahsene-lḣâlikîn(e)
"Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah'ı bırakarak "Ba'l'e mi tapıyorsunuz?"
اَللّٰهَ
رَبَّكُمْ
وَرَبَّ
اٰبَٓائِكُمُ
الْاَوَّل۪ينَ
١٢٦
(A)llâhe rabbekum ve rabbe âbâ-ikumu-l-evvelîn(e)
"Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah'ı bırakarak "Ba'l'e mi tapıyorsunuz?"
فَكَذَّبُوهُ
فَاِنَّهُمْ
لَمُحْضَرُونَۙ
١٢٧
Fekeżżebûhu fe-innehum lemuhdarûn(e)
Onu yalanladılar. Bu sebeple onlar (cehenneme) götürüleceklerdir.
اِلَّا
عِبَادَ
اللّٰهِ
الْمُخْلَص۪ينَ
١٢٨
İllâ ‘ibâda(A)llâhi-lmuḣlasîn(e)
Ancak Allah'ın ihlâslı kulları başka.
وَتَرَكْنَا
عَلَيْهِ
فِي
الْاٰخِر۪ينَ
١٢٩
Veteraknâ ‘aleyhi fî-l-âḣirîn(e)
Sonradan gelenler içerisinde ona güzel bir ad bıraktık.
اِنَّا
كَذٰلِكَ
نَجْزِي
الْمُحْسِن۪ينَ
١٣١
İnnâ keżâlike neczî-lmuhsinîn(e)
Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız
اِنَّهُ
مِنْ
عِبَادِنَا
الْمُؤْمِن۪ينَ
١٣٢
İnnehu min ‘ibâdinâ-lmu/minîn(e)
Çünkü o bizim mü'min kullarımızdandı.
وَاِنَّ
لُوطاً
لَمِنَ
الْمُرْسَل۪ينَۜ
١٣٣
Ve-inne lûtan lemine-lmurselîn(e)
Şüphesiz Lût da peygamberlerdendi.
اِذْ
نَجَّيْنَاهُ
وَاَهْلَـهُٓ
اَجْمَع۪ينَۙ
١٣٤
İż necceynâhu ve ehlehu ecma’în(e)
Hani biz onu ve geride kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın (kâfir olan eşi) dışında bütün ailesini kurtarmıştık.
اِلَّا
عَجُوزاً
فِي
الْغَابِر۪ينَ
١٣٥
İllâ ‘acûzen fî-lġâbirîn(e)
Hani biz onu ve geride kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın (kâfir olan eşi) dışında bütün ailesini kurtarmıştık.
ثُمَّ
دَمَّرْنَا
الْاٰخَر۪ينَ
١٣٦
Śumme demmernâ-l-âḣarîn(e)
Sonra da diğerlerini yok ettik.
وَاِنَّكُمْ
لَتَمُرُّونَ
عَلَيْهِمْ
مُصْبِح۪ينَۙ
١٣٧
Ve-innekum letemurrûne ‘aleyhim musbihîn(e)
Şüphesiz sizler (yolculuklarınız sırasında) sabah akşam onların (harap olmuş) yurtlarına uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ düşünmeyecek misiniz?
وَبِالَّيْلِۜ
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ۟
١٣٨
Vebilleyl(i)(k) efelâ ta’kilûn(e)
Şüphesiz sizler (yolculuklarınız sırasında) sabah akşam onların (harap olmuş) yurtlarına uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ düşünmeyecek misiniz?
وَاِنَّ
يُونُسَ
لَمِنَ
الْمُرْسَل۪ينَۜ
١٣٩
Ve-inne yûnuse lemine-lmurselîn(e)
Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi.
اِذْ
اَبَقَ
اِلَى
الْفُلْكِ
الْمَشْحُونِۙ
١٤٠
İż ebeka ilâ-lfulki-lmeşhûn(i)
Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti.
فَسَاهَمَ
فَكَانَ
مِنَ
الْمُدْحَض۪ينَۚ
١٤١
Fesâheme fekâne mine-lmudhadîn(e)
Gemidekilerle kur'a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu.
فَالْتَقَمَهُ
الْحُوتُ
وَهُوَ
مُل۪يمٌ
١٤٢
Feltekamehu-lhûtu vehuve mulîm(un)
Böylece, Yûnus kendini kınayıp dururken balık onu yuttu.
فَلَوْلَٓا
اَنَّهُ
كَانَ
مِنَ
الْمُسَبِّح۪ينَۙ
١٤٣
Felevlâ ennehu kâne mine-lmusebbihîn(e)
Eğer o, Allah'ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.
لَلَبِثَ
ف۪ي
بَطْنِه۪ٓ
اِلٰى
يَوْمِ
يُبْعَثُونَ
١٤٤
Lelebiśe fî batnihi ilâ yevmi yub’aśûn(e)
Eğer o, Allah'ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.
فَنَبَذْنَاهُ
بِالْعَرَٓاءِ
وَهُوَ
سَق۪يمٌۚ
١٤٥
Fenebeżnâhu bil’arâ-i vehuve sekîm(un)
Derken biz onu hasta bir halde sahile attık.
وَاَنْبَتْنَا
عَلَيْهِ
شَجَرَةً
مِنْ
يَقْط۪ينٍۚ
١٤٦
Ve enbetnâ ‘aleyhi şeceraten min yaktîn(in)
Üzerine geniş yapraklı bir ağaç bitirdik.
وَاَرْسَلْنَاهُ
اِلٰى
مِائَةِ
اَلْفٍ
اَوْ
يَز۪يدُونَۚ
١٤٧
Ve erselnâhu ilâ mi-eti elfin ev yezîdûn(e)
Biz onu yüz bin, yahut daha fazla insana peygamber olarak gönderdik.
فَاٰمَنُوا
فَمَتَّعْنَاهُمْ
اِلٰى
ح۪ينٍۜ
١٤٨
Feâmenû femetta’nâhum ilâ hîn(in)
Nihayet onlar iman ettiler. Biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.
فَاسْتَفْتِهِمْ
اَلِرَبِّكَ
الْبَنَاتُ
وَلَهُمُ
الْبَنُونَۙ
١٤٩
Festeftihim elirabbike-lbenâtu velehumu-lbenûn(e)
Ey Muhammed! Onlara sor: Kız çocukları Rabbinin de, erkek çocukları onların mı?
اَمْ
خَلَقْنَا
الْمَلٰٓئِكَةَ
اِنَاثاً
وَهُمْ
شَاهِدُونَ
١٥٠
Em ḣalaknâ-lmelâ-ikete inâśen vehum şâhidûn(e)
Yoksa biz melekleri dişi olarak yaratmışız da onlar şahid mi bulunuyorlarmış?
اَلَٓا
اِنَّهُمْ
مِنْ
اِفْكِهِمْ
لَيَقُولُونَۙ
١٥١
Elâ innehum min ifkihim leyekûlûn(e)
İyi bilin ki onlar kendi uydurmaları olarak, "Allah çocuk sahibi oldu" diyorlar. Onlar elbette yalan söylüyorlar.
وَلَدَ
اللّٰهُۙ
وَاِنَّهُمْ
لَكَاذِبُونَ
١٥٢
Veleda(A)llâhu ve-innehum lekâżibûn(e)
İyi bilin ki onlar kendi uydurmaları olarak, "Allah çocuk sahibi oldu" diyorlar. Onlar elbette yalan söylüyorlar.
اَصْطَفَى
الْبَنَاتِ
عَلَى
الْبَن۪ينَۜ
١٥٣
Estafâ-lbenâti ‘alâ-lbenîn(e)
Yoksa Allah kızları erkeklere tercih mi etti?
مَا
لَـكُمْ۠
كَيْفَ
تَحْكُمُونَ
١٥٤
Mâ lekum keyfe tahkumûn(e)
Neyiniz var? Nasıl hüküm veriyorsunuz!
اَمْ
لَـكُمْ
سُلْطَانٌ
مُب۪ينٌۙ
١٥٦
Em lekum sultânun mubîn(un)
Yoksa sizin apaçık bir deliliniz mi var?
فَأْتُوا
بِكِتَابِكُمْ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
١٥٧
Fe/tû bikitâbikum in kuntum sâdikîn(e)
Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz getirin (bu delili içeren) kitabınızı!
وَجَعَلُوا
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
الْجِنَّةِ
نَسَباًۜ
وَلَقَدْ
عَلِمَتِ
الْجِنَّةُ
اِنَّهُمْ
لَمُحْضَرُونَۙ
١٥٨
Vece’alû beynehu vebeyne-lcinneti nesebâ(en)(c) velekad ‘alimeti-lcinnetu innehum lemuhdarûn(e)
Allah ile cinler arasında da nesep bağı kurdular. Oysa cinler de kendilerinin Allah'ın huzuruna getirileceklerini bilirler.
سُبْحَانَ
اللّٰهِ
عَمَّا
يَصِفُونَۙ
١٥٩
Subhâna(A)llâhi ‘ammâ yasifûn(e)
Allah onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir.
اِلَّا
عِبَادَ
اللّٰهِ
الْمُخْلَص۪ينَ
١٦٠
İllâ ‘ibâda(A)llâhi-lmuḣlasîn(e)
Ancak Allah'ın ihlâslı kulları bunlar gibi değildir.
فَاِنَّكُمْ
وَمَا
تَعْبُدُونَۙ
١٦١
Fe-innekum vemâ ta’budûn(e)
(Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah'ın yolundan saptırabilirsiniz.
مَٓا
اَنْتُمْ
عَلَيْهِ
بِفَاتِن۪ينَۙ
١٦٢
Mâ entum ‘aleyhi bifâtinîn(e)
(Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah'ın yolundan saptırabilirsiniz.
اِلَّا
مَنْ
هُوَ
صَالِ
الْجَح۪يمِ
١٦٣
İllâ men huve sâli-lcahîm(i)
(Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah'ın yolundan saptırabilirsiniz.
وَمَا
مِنَّٓا
اِلَّا
لَهُ
مَقَامٌ
مَعْلُومٌ
١٦٤
Vemâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm(un)
(Melekler derler ki:) "Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır."
وَاِنَّا
لَنَحْنُ
الصَّٓافُّونَۚ
١٦٥
Ve-innâ lenahnu-ssâffûn(e)
"Şüphesiz biz (orada) saf duranlarız."
وَاِنَّا
لَنَحْنُ
الْمُسَبِّحُونَ
١٦٦
Ve-innâ lenahnu-lmusebbihûn(e)
"Şüphesiz biz (Allah'ı) tespih edip yüceltenleriz."
وَاِنْ
كَانُوا
لَيَقُولُونَۙ
١٦٧
Ve-in kânû leyekûlûn(e)
Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: "Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk."
لَوْ
اَنَّ
عِنْدَنَا
ذِكْراً
مِنَ
الْاَوَّل۪ينَۙ
١٦٨
Lev enne ‘indenâ żikran mine-l-evvelîn(e)
Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: "Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk."
لَـكُنَّا
عِبَادَ
اللّٰهِ
الْمُخْلَص۪ينَ
١٦٩
Lekunnâ ‘ibâda(A)llâhi-lmuḣlasîn(e)
Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: "Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk."
فَـكَفَرُوا
بِه۪ۚ
فَسَوْفَ
يَعْلَمُونَ
١٧٠
Fekeferû bih(i)(s) fesevfe ya’lemûn(e)
Fakat (kitap gelince) onu inkar ettiler. Yakında (sonlarının ne olacağını) bilecekler.
وَلَقَدْ
سَبَقَتْ
كَلِمَتُنَا
لِعِبَادِنَا
الْمُرْسَل۪ينَۚ
١٧١
Velekad sebekat kelimetunâ li’ibâdinâ-lmurselîn(e)
Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti
اِنَّهُمْ
لَهُمُ
الْمَنْصُورُونَۖ
١٧٢
İnnehum lehumu-lmensûrûn(e)
"Onlara mutlaka yardım edilecektir."
وَاِنَّ
جُنْدَنَا
لَهُمُ
الْغَالِبُونَ
١٧٣
Ve-inne cundenâ lehumu-lġâlibûn(e)
"Şüphesiz ordularımız galip gelecektir."
فَتَوَلَّ
عَنْهُمْ
حَتّٰى
ح۪ينٍۙ
١٧٤
Fetevelle ‘anhum hattâ hîn(in)
O halde bir süreye kadar onlardan yüz çevir
وَاَبْصِرْهُمْ
فَسَوْفَ
يُبْصِرُونَ
١٧٥
Ve ebsirhum fesevfe yubsirûn(e)
Gözetle onları, yakında onlar da görecekler.
اَفَبِعَذَابِنَا
يَسْتَعْجِلُونَ
١٧٦
Efebi’ażâbinâ yesta’cilûn(e)
Yoksa onlar azabımızı acele mi istiyorlar?
فَاِذَا
نَزَلَ
بِسَاحَتِهِمْ
فَسَٓاءَ
صَبَاحُ
الْمُنْذَر۪ينَ
١٧٧
Fe-iżâ nezele bisâhatihim fesâe sabâhu-lmunżerîn(e)
Fakat azabımız onların yurtlarına indiğinde o uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!
وَتَوَلَّ
عَنْهُمْ
حَتّٰى
ح۪ينٍۙ
١٧٨
Vetevelle ‘anhum hattâ hîn(in)
Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
وَاَبْصِرْ
فَسَوْفَ
يُبْصِرُونَ
١٧٩
Ve ebsir fesevfe yubsirûn(e)
(Bekle ve) gör. Onlar da yakında görecekler.
سُبْحَانَ
رَبِّكَ
رَبِّ
الْعِزَّةِ
عَمَّا
يَصِفُونَۚ
١٨٠
Subhâne rabbike rabbi-l’izzeti ‘ammâ yasifûn(e)
Senin Rabbin; kudret ve şeref sahibi olan Rab, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir.
وَسَلَامٌ
عَلَى
الْمُرْسَل۪ينَۚ
١٨١
Ve selâmun ‘alâ-lmurselîn(e)
Peygamberlere selam olsun.
وَالْحَمْدُ
لِلّٰهِ
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَ
١٨٢
Velhamdu li(A)llâhi rabbi-l’âlemîn(e)
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.