يٰسۤ

yâsin sûresi

Yasin Suresi, Mekke döneminde indirilmiş ve toplam 83 ayetten oluşan bir suredir. İsmini, ilk ayetinde yer alan "Yasin" harflerinden alır. Sure, Kur'an'ın kalbi olarak kabul edilir ve bu, onun önemini ve içeriğindeki derin mesajları işaret eder. Ana temaları arasında, peygamberlerin görevi ve mesajlarının doğruluğu, ölümden sonra diriliş, Allah’ın kudreti ve insanların yanlış inançlardan uzaklaştırılması yer alır. Bu sure, aynı zamanda uyarıcı bir mesaj taşır ve insana Allah’ın kudretini hatırlatır. Aşağıdaki bölümde Yasin Suresi’ni Arapça metniyle okuyabilir, Türkçe okunuşunu takip edebilir ve mealine ulaşabilirsiniz.

yâsin sûresi ayetleri: arapça yazılışı, türkçe okunuş ve açıklaması

يٰسٓۜ

١

Yâ-Sîn

Yâ Sîn.

وَالْقُرْاٰنِ

الْحَك۪يمِۙ

٢

Velkur-âni-lhakîm(i)

2,3,4. (Ey Muhammed!) Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki, sen elbette dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenlerdensin.

اِنَّكَ

لَمِنَ

الْمُرْسَل۪ينَۙ

٣

İnneke lemine-lmurselîn(e)

2,3,4. (Ey Muhammed!) Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki, sen elbette dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenlerdensin.

عَلٰى

صِرَاطٍ

مُسْتَق۪يمٍۜ

٤

‘Alâ sirâtin mustakîm(in)

2,3,4. (Ey Muhammed!) Hikmet dolu Kur’an’a andolsun ki, sen elbette dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenlerdensin.

تَنْز۪يلَ

الْعَز۪يزِ

الرَّح۪يمِۙ

٥

Tenzîle-l’azîzi-rrahîm(i)

5,6. Kur’an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir.

لِتُنْذِرَ

قَوْماً

مَٓا

اُنْذِرَ

اٰبَٓاؤُ۬هُمْ

فَهُمْ

غَافِلُونَ

٦

Litunżira kavmen mâ unżira âbâuhum fehum ġâfilûn(e)

5,6. Kur’an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir.

لَقَدْ

حَقَّ

الْقَوْلُ

عَلٰٓى

اَكْثَرِهِمْ

فَهُمْ

لَا

يُؤْمِنُونَ

٧

Lekad hakka-lkavlu ‘alâ ekśerihim fehum lâ yuminûn(e)

Andolsun, onların çoğu üzerine o söz (azap) hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler.

اِنَّا

جَعَلْنَا

ف۪ٓي

اَعْنَاقِهِمْ

اَغْلَالاً

فَهِيَ

اِلَى

الْاَذْقَانِ

فَهُمْ

مُقْمَحُونَ

٨

İnnâ ce’alnâ fî a’nâkihim aġlâlen fehiye ilâ-l-eżkâni fehum mukmehûn(e)

Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebeple kafaları yukarıya kalkık durumdadır.

وَجَعَلْنَا

مِنْ

بَيْنِ

اَيْد۪يهِمْ

سَداًّ

وَمِنْ

خَلْفِهِمْ

سَداًّ

فَاَغْشَيْنَاهُمْ

فَهُمْ

لَا

يُبْصِرُونَ

٩

Vece’alnâ min beyni eydîhim sedden vemin ḣalfihim sedden feaġşeynâhum fehum lâ yubsirûn(e)

Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.

وَسَوَٓاءٌ

عَلَيْهِمْ

ءَاَنْذَرْتَهُمْ

اَمْ

لَمْ

تُنْذِرْهُمْ

لَا

يُؤْمِنُونَ

١٠

Vesevâun ‘aleyhim eenżertehum em lem tunżirhum lâ yuminûn(e)

Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.

اِنَّمَا

تُنْذِرُ

مَنِ

اتَّبَعَ

الذِّكْرَ

وَخَشِيَ

الرَّحْمٰنَ

بِالْغَيْبِۚ

فَبَشِّرْهُ

بِمَغْفِرَةٍ

وَاَجْرٍ

كَر۪يمٍ

١١

İnnemâ tunżiru meni-ttebe’a-żżikra veḣaşiye-rrahmâne bilġayb(i)(s) febeşşirhu bimaġfiratin veecrin kerîm(in)

Sen ancak Zikr’e (Kur’an’a) uyanı ve görmediği hâlde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarırsın. İşte onu bir bağışlanma ve güzel bir mükâfatla müjdele.

اِنَّا

نَحْنُ

نُحْـيِ

الْمَوْتٰى

وَنَكْتُبُ

مَا

قَدَّمُوا

وَاٰثَارَهُمْۜ

وَكُلَّ

شَيْءٍ

اَحْصَيْنَاهُ

ف۪ٓي

اِمَامٍ

مُب۪ينٍ۟

١٢

İnnâ nahnu nuhyî-lmevtâ venektubu mâ kaddemû ve âśârahum(c) ve kulle şey-in ahsaynâhu fî imâmin mubîn(in)

Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir.

وَاضْرِبْ

لَهُمْ

مَثَلاً

اَصْحَابَ

الْقَرْيَةِۢ

اِذْ

جَٓاءَهَا

الْمُرْسَلُونَۚ

١٣

Vadrib lehum meśelen ashâbe-lkaryeti iż câehâ-lmurselûn(e)

(Ey Muhammed!) Onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti.

اِذْ

اَرْسَلْـنَٓا

اِلَيْهِمُ

اثْنَيْنِ

فَكَذَّبُوهُمَا

فَعَزَّزْنَا

بِثَالِثٍ

فَقَالُٓوا

اِنَّٓا

اِلَيْكُمْ

مُرْسَلُونَ

١٤

İż erselnâ ileyhimu-śneyni fekeżżebûhumâ fe’azzeznâ biśâliśin fekâlû innâ ileykum murselûn(e)

Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara üçüncü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, “Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz” dediler.

قَالُوا

مَٓا

اَنْتُمْ

اِلَّا

بَشَرٌ

مِثْلُنَاۙ

وَمَٓا

اَنْزَلَ

الرَّحْمٰنُ

مِنْ

شَيْءٍۙ

اِنْ

اَنْتُمْ

اِلَّا

تَكْذِبُونَ

١٥

Kâlû mâ entum illâ beşerun miślunâ vemâ enzele-rrahmânu min şey-in in entum illâ tekżibûn(e)

Onlar şöyle dediler: “Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.”

قَالُوا

رَبُّنَا

يَعْلَمُ

اِنَّٓا

اِلَيْكُمْ

لَمُرْسَلُونَ

١٦

Kâlû rabbunâ ya’lemu innâ ileykum lemurselûn(e)

(Elçiler ise) şöyle dediler: “Bizim gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu Rabbimiz biliyor.”

وَمَا

عَلَيْنَٓا

اِلَّا

الْبَلَاغُ

الْمُب۪ينُ

١٧

Vemâ ‘aleynâ illâ-lbelâġu-lmubîn(u)

“Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir.”

قَالُٓوا

اِنَّا

تَطَيَّرْنَا

بِكُمْۚ

لَئِنْ

لَمْ

تَنْتَهُوا

لَنَرْجُمَنَّكُمْ

وَلَيَمَسَّنَّكُمْ

مِنَّا

عَذَابٌ

اَل۪يمٌ

١٨

Kâlû innâ tetayyernâ bikum(s) le-in lem tentehû lenercumennekum veleyemessennekum minnâ ‘ażâbun elîm(un)

Dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur.”

قَالُوا

طَٓائِرُكُمْ

مَعَكُمْۜ

اَئِنْ

ذُكِّرْتُمْۜ

بَلْ

اَنْتُمْ

قَوْمٌ

مُسْرِفُونَ

١٩

Kâlû tâ-irukum me’akum(c) e-in żukkirtum(c) bel entum kavmun musrifûn(e)

Elçiler de, “Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz” dediler.

وَجَٓاءَ

مِنْ

اَقْصَا

الْمَد۪ينَةِ

رَجُلٌ

يَسْعٰى

قَالَ

يَا

قَوْمِ

اتَّبِعُوا

الْمُرْسَل۪ينَۙ

٢٠

Vecâe min aksâ-lmedîneti raculun yes’â kâle yâ kavmi-ttebi’û-lmurselîn(e)

Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun.”

اِتَّبِعُوا

مَنْ

لَا

يَسْـَٔلُكُمْ

اَجْراً

وَهُمْ

مُهْتَدُونَ

٢١

İttebi’û men lâ yes-elukum ecran vehum muhtedûn(e)

“Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.”

وَمَا

لِيَ

لَٓا

اَعْبُدُ

الَّذ۪ي

فَطَرَن۪ي

وَاِلَيْهِ

تُرْجَعُونَ

٢٢

Vemâ liye lâ a’budu-lleżî fetaranî ve-ileyhi turce’ûn(e)

“Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca O’na döndürüleceksiniz.”

ءَاَتَّخِذُ

مِنْ

دُونِه۪ٓ

اٰلِهَةً

اِنْ

يُرِدْنِ

الرَّحْمٰنُ

بِضُرٍّ

لَا

تُغْنِ

عَنّ۪ي

شَفَاعَتُهُمْ

شَيْـٔاً

وَلَا

يُنْقِذُونِۚ

٢٣

Eetteḣiżu min dûnihi âliheten in yuridni-rrahmânu bidurrin lâtuġni ‘annî şefâ’atuhum şey-en velâ yunkiżûn(i)

“O’nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.”

اِنّ۪ٓي

اِذاً

لَف۪ي

ضَلَالٍ

مُب۪ينٍ

٢٤

İnnî iżen lefî dalâlin mubîn(in)

“O taktirde ben mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum.”

اِنّ۪ٓي

اٰمَنْتُ

بِرَبِّكُمْ

فَاسْمَعُونِۜ

٢٥

İnnî âmentu birabbikum fesme’ûn(i)

“Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım. Gelin, beni dinleyin!”

ق۪يلَ

ادْخُلِ

الْجَنَّةَۜ

قَالَ

يَا

لَيْتَ

قَوْم۪ي

يَعْلَمُونَۙ

٢٦

Kîle-dḣuli-lcenne(te)(s) kâle yâ leyte kavmî ya’lemûn(e)

26,27. (Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): “Cennete gir!” denildi. O da, “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” dedi.

بِمَا

غَفَرَ

ل۪ي

رَبّ۪ي

وَجَعَلَن۪ي

مِنَ

الْمُكْرَم۪ينَ

٢٧

Bimâ ġafera lî rabbî vece’alenî mine-lmukramîn(e)

26,27. (Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): “Cennete gir!” denildi. O da, “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” dedi.

وَمَٓا

اَنْزَلْنَا

عَلٰى

قَوْمِه۪

مِنْ

بَعْدِه۪

مِنْ

جُنْدٍ

مِنَ

السَّمَٓاءِ

وَمَا

كُنَّا

مُنْزِل۪ينَ

٢٨

Vemâ enzelnâ ‘alâ kavmihi min ba’dihi min cundin mine-ssemâ-i vemâ kunnâ munzilîn(e)

Kendisinden sonra kavmi üzerine (onları cezalandırmak için) gökten hiçbir ordu indirmedik. İndirecek de değildik.

اِنْ

كَانَتْ

اِلَّا

صَيْحَةً

وَاحِدَةً

فَاِذَا

هُمْ

خَامِدُونَ

٢٩

İn kânet illâ sayhaten vâhideten fe-iżâ hum ḣâmidûn(e)

Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler.

يَا

حَسْرَةً

عَلَى

الْعِبَادِۚ

مَا

يَأْت۪يهِمْ

مِنْ

رَسُولٍ

اِلَّا

كَانُوا

بِه۪

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ

٣٠

Yâ hasraten ‘alâ-l’ibâd(i)(c) mâ yetîhim min rasûlin illâ kânû bihi yestehzi-ûn(e)

Yazık o kullara! Kendilerine bir peygamber gelmezdi ki, onunla alay ediyor olmasınlar.

اَلَمْ

يَرَوْا

كَمْ

اَهْلَكْنَا

قَبْلَهُمْ

مِنَ

الْقُرُونِ

اَنَّهُمْ

اِلَيْهِمْ

لَا

يَرْجِعُونَ

٣١

Elem yerav kem ehleknâ kablehum mine-lkurûni ennehum ileyhim lâ yerci’ûn(e)

Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi; onların artık kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi?

وَاِنْ

كُلٌّ

لَمَّا

جَم۪يعٌ

لَدَيْنَا

مُحْضَرُونَ۟

٣٢

Ve-in kullun lemmâ cemî’un ledeynâ muhdarûn(e)

Onların hepsi de mutlaka toplanıp (hesap için) huzurumuza çıkarılacaklardır.

وَاٰيَةٌ

لَهُمُ

الْاَرْضُ

الْمَيْتَةُۚ

اَحْيَيْنَاهَا

وَاَخْرَجْنَا

مِنْهَا

حَباًّ

فَمِنْهُ

يَأْكُلُونَ

٣٣

Veâyetun lehumu-l-ardu-lmeytetu ahyeynâhâ veaḣracnâ minhâ habben feminhu yekulûn(e)

Ölü toprak onlar için bir delildir. Biz, onu diriltir ve ondan taneler çıkarırız da onlardan yerler.

وَجَعَلْنَا

ف۪يهَا

جَنَّاتٍ

مِنْ

نَخ۪يلٍ

وَاَعْنَابٍ

وَفَجَّرْنَا

ف۪يهَا

مِنَ

الْعُيُونِۙ

٣٤

Vece’alnâ fîhâ cennâtin min naḣîlin vea’nâbin vefeccernâ fîhâ mine-l’uyûn(i)

34,35. Meyvelerinden yesinler diye biz orada hurmalıklar, üzüm bağları var ettik ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Bunları onların elleri yapmış değildir. Hâlâ şükretmeyecekler mi?

لِيَأْكُلُوا

مِنْ

ثَمَرِه۪ۙ

وَمَا

عَمِلَتْهُ

اَيْد۪يهِمْۜ

اَفَلَا

يَشْكُرُونَ

٣٥

Liyekulû min śemerihi vemâ ‘amilet-hu eydîhim(s) efelâ yeşkurûn(e)

34,35. Meyvelerinden yesinler diye biz orada hurmalıklar, üzüm bağları var ettik ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Bunları onların elleri yapmış değildir. Hâlâ şükretmeyecekler mi?

سُبْحَانَ

الَّذ۪ي

خَلَقَ

الْاَزْوَاجَ

كُلَّهَا

مِمَّا

تُنْبِتُ

الْاَرْضُ

وَمِنْ

اَنْفُسِهِمْ

وَمِمَّا

لَا

يَعْلَمُونَ

٣٦

Subhâne-lleżî ḣaleka-l-ezvâce kullehâ mimmâ tunbitu-l-ardu vemin enfusihim vemimmâ lâ ya’lemûn(e)

Yerin bitirdiği şeylerden, insanların kendilerinden ve (daha) bilemedikleri (nice) şeylerden, bütün çiftleri yaratanın şanı yücedir.

وَاٰيَةٌ

لَهُمُ

الَّيْلُۚ

نَسْلَخُ

مِنْهُ

النَّهَارَ

فَاِذَا

هُمْ

مُظْلِمُونَۙ

٣٧

Veâyetun lehumu-lleylu nesleḣu minhu-nnehâra fe-iżâ hum muzlimûn(e)

Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız, bir de bakarsın karanlık içinde kalmışlardır.

وَالشَّمْسُ

تَجْر۪ي

لِمُسْتَقَرٍّ

لَهَاۜ

ذٰلِكَ

تَقْد۪يرُ

الْعَز۪يزِ

الْعَل۪يمِۜ

٣٨

Ve-şşemsu tecrî limustekarrin lehâ(c) żâlike takdîru-l’azîzi-l’alîm(i)

Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.

وَالْقَمَرَ

قَدَّرْنَاهُ

مَنَازِلَ

حَتّٰى

عَادَ

كَالْعُرْجُونِ

الْقَد۪يمِ

٣٩

Velkamera kaddernâhu menâzile hattâ ‘âde kel’urcûni-lkadîm(i)

Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.

لَا

الشَّمْسُ

يَنْبَغ۪ي

لَـهَٓا

اَنْ

تُدْرِكَ

الْقَمَرَ

وَلَا

الَّيْلُ

سَابِقُ

النَّهَارِۜ

وَكُلٌّ

ف۪ي

فَلَكٍ

يَسْبَحُونَ

٤٠

Lâ-şşemsu yenbeġî lehâ en tudrike-lkamera velâ-lleylu sâbiku-nnehâr(i)(c) ve kullun fî felekin yesbehûn(e)

Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.

وَاٰيَةٌ

لَهُمْ

اَنَّا

حَمَلْنَا

ذُرِّيَّتَهُمْ

فِي

الْفُلْكِ

الْمَشْحُونِۙ

٤١

Ve âyetun lehum ennâ hamelnâ żurriyyetehum fî-lfulki-lmeşhûn(i)

Onların soylarını dolu gemide taşımamız da onlar için bir delildir.

وَخَلَقْنَا

لَهُمْ

مِنْ

مِثْلِه۪

مَا

يَرْكَبُونَ

٤٢

Veḣalaknâ lehum min miślihi mâ yerkebûn(e)

Biz, onlar için o gemi gibi binecekleri nice şeyler yarattık.

وَاِنْ

نَشَأْ

نُغْرِقْهُمْ

فَلَا

صَر۪يخَ

لَهُمْ

وَلَا

هُمْ

يُنْقَذُونَۙ

٤٣

Ve-in neşe nuġrikhum felâ sarîḣa lehum velâ hum yunkażûn(e)

Biz istesek onları suda boğarız da kendileri için ne imdat çağrısı yapan olur, ne de kurtarılırlar.

اِلَّا

رَحْمَةً

مِنَّا

وَمَتَاعاً

اِلٰى

ح۪ينٍ

٤٤

İllâ rahmeten minnâ vemetâ’an ilâ hîn(in)

Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir süreye kadar daha yaşasınlar diye kurtarılırlar.

وَاِذَا

ق۪يلَ

لَهُمُ

اتَّقُوا

مَا

بَيْنَ

اَيْد۪يكُمْ

وَمَا

خَلْفَكُمْ

لَعَلَّكُمْ

تُرْحَمُونَ

٤٥

Ve-iżâ kîle lehumu-ttekû mâ beyne eydîkum vemâ ḣalfekum le’allekum turhamûn(e)

Onlara, “Önünüzde ve arkanızda olan şeylerden (dünya ve ahirette göreceğiniz azaplardan) sakının ki size merhamet edilsin” denildiğinde yüz çevirirler.

وَمَا

تَأْت۪يهِمْ

مِنْ

اٰيَةٍ

مِنْ

اٰيَاتِ

رَبِّهِمْ

اِلَّا

كَانُوا

عَنْهَا

مُعْرِض۪ينَ

٤٦

Vemâ tetîhim min âyetin min âyâti rabbihim illâ kânû ‘anhâ mu’ridîn(e)

Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki ondan yüz çeviriyor olmasınlar.

وَاِذَا

ق۪يلَ

لَهُمْ

اَنْفِقُوا

مِمَّا

رَزَقَكُمُ

اللّٰهُۙ

قَالَ

الَّذ۪ينَ

كَفَرُوا

لِلَّذ۪ينَ

اٰمَنُٓوا

اَنُطْعِمُ

مَنْ

لَوْ

يَشَٓاءُ

اللّٰهُ

اَطْعَمَهُۗ

اِنْ

اَنْتُمْ

اِلَّا

ف۪ي

ضَلَالٍ

مُب۪ينٍ

٤٧

Ve-iżâ kîle lehum enfikû mimmâ razekakumu(A)llâhu kâle-lleżîne keferû lilleżîne âmenû enut’imu men lev yeşâu(A)llâhu et’amehu in entum illâ fî dalâlin mubîn(in)

Onlara, “Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden Allah yolunda harcayın” denildiği zaman, inkâr edenler iman edenlere, “Allah’ın, dilemiş olsa kendilerini doyurabileceği kimselere mi yedireceğiz? Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz” derler.

وَيَقُولُونَ

مَتٰى

هٰذَا

الْوَعْدُ

اِنْ

كُنْتُمْ

صَادِق۪ينَ

٤٨

Ve yekûlûne metâ hâżâ-lva’du in kuntum sâdikîn(e)

“Eğer doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit ne zaman gelecek?” diyorlar.

مَا

يَنْظُرُونَ

اِلَّا

صَيْحَةً

وَاحِدَةً

تَأْخُذُهُمْ

وَهُمْ

يَخِصِّمُونَ

٤٩

Mâ yenzurûne illâ sayhaten vâhideten teḣużuhum vehum yaḣissimûn(e)

Onlar ancak, çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak korkunç bir ses bekliyorlar.

فَلَا

يَسْتَط۪يعُونَ

تَوْصِيَةً

وَلَٓا

اِلٰٓى

اَهْلِهِمْ

يَرْجِعُونَ۟

٥٠

Felâ yestatî’ûne tavsiyeten velâ ilâ ehlihim yerci’ûn(e)

Artık ne birbirlerine tavsiyede bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.

وَنُفِـخَ

فِي

الصُّورِ

فَاِذَا

هُمْ

مِنَ

الْاَجْدَاثِ

اِلٰى

رَبِّهِمْ

يَنْسِلُونَ

٥١

Venufiḣa fî-ssûri fe-iżâ hum mine-l-ecdâśi ilâ rabbihim yensilûn(e)

Sûra üfürülür. Bir de bakarsın, kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.

قَالُوا

يَا

وَيْلَنَا

مَنْ

بَعَثَنَا

مِنْ

مَرْقَدِنَ۔اۢ

هٰذَا

مَا

وَعَدَ

الرَّحْمٰنُ

وَصَدَقَ

الْمُرْسَلُونَ

٥٢

Kâlû yâ veylenâ men be’aśenâ min merkadinâ(k-s) hâżâ mâ ve’ade-rrahmânu vesadeka-lmurselûn(e)

Şöyle derler: “Vay başımıza gelene! Kim bizi diriltip mezarımızdan çıkardı? Bu, Rahman’ın vaad ettiği şeydir. Peygamberler doğru söylemişler.”

اِنْ

كَانَتْ

اِلَّا

صَيْحَةً

وَاحِدَةً

فَاِذَا

هُمْ

جَم۪يعٌ

لَدَيْنَا

مُحْضَرُونَ

٥٣

İn kânet illâ sayhaten vâhideten fe-iżâ hum cemî’un ledeynâ muhdarûn(e)

Sadece korkunç bir ses olur. Bir de bakarsın, hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır.

فَالْيَوْمَ

لَا

تُظْلَمُ

نَفْسٌ

شَيْـٔاً

وَلَا

تُجْزَوْنَ

اِلَّا

مَا

كُنْتُمْ

تَعْمَلُونَ

٥٤

Felyevme lâ tuzlemu nefsun şey-en velâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(e)

O gün kimseye, hiç mi hiç zulmedilmez. Size ancak işlemekte olduğunuz şeylerin karşılığı verilir.

اِنَّ

اَصْحَابَ

الْجَنَّةِ

الْيَوْمَ

ف۪ي

شُغُلٍ

فَاكِهُونَۚ

٥٥

İnne ashâbe-lcenneti-lyevme fî şuġulin fâkihûn(e)

Şüphesiz cennetlikler o gün nimetlerle meşguldürler, zevk sürerler.

هُمْ

وَاَزْوَاجُهُمْ

ف۪ي

ظِلَالٍ

عَلَى

الْاَرَٓائِكِ

مُتَّكِؤُ۫نَ

٥٦

Hum ve ezvâcuhum fî zilâlin ‘alâ-l-erâ-iki mutteki-ûn(e)

Onlar ve eşleri gölgelerde koltuklara yaslanmaktadırlar.

لَهُمْ

ف۪يهَا

فَاكِهَةٌ

وَلَهُمْ

مَا

يَدَّعُونَۚ

٥٧

Lehum fîhâ fâkihetun velehum mâ yedde’ûn(e)

Onlar için orada meyveler vardır. Onlar için diledikleri her şey vardır.

سَلَامٌ

قَوْلاً

مِنْ

رَبٍّ

رَح۪يمٍ

٥٨

Selâmun kavlen min rabbin rahîm(in)

Çok merhametli olan Rab’den bir söz olarak (kendilerine) “Selâm” (vardır).

وَامْتَازُوا

الْيَوْمَ

اَيُّهَا

الْمُجْرِمُونَ

٥٩

Vemtâzû-lyevme eyyuhâ-lmucrimûn(e)

(Allah, şöyle der:) “Ey suçlular! Ayrılın bu gün!”

اَلَمْ

اَعْهَدْ

اِلَيْكُمْ

يَا

بَن۪ٓي

اٰدَمَ

اَنْ

لَا

تَعْبُدُوا

الشَّيْطَانَۚ

اِنَّهُ

لَكُمْ

عَدُوٌّ

مُب۪ينٌۙ

٦٠

Elem a’hed ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budû-şşeytân(e)(s) innehu lekum ‘aduvvun mubîn(un)

60,61. “Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi?”

وَاَنِ

اعْبُدُون۪يۜ

هٰذَا

صِرَاطٌ

مُسْتَق۪يمٌ

٦١

Ve eni-’budûnî(c) hâżâ sirâtun mustekîm(un)

60,61. “Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi?”

وَلَقَدْ

اَضَلَّ

مِنْكُمْ

جِبِلاًّ

كَث۪يراًۜ

اَفَلَمْ

تَكُونُوا

تَعْقِلُونَ

٦٢

Velekad edalle minkum cibillen keśîrâ(an)(s) efelem tekûnû ta’kilûn(e)

“Andolsun, o sizden pek çok nesli saptırmıştı. Hiç düşünmüyor muydunuz?”

هٰذِه۪

جَهَنَّمُ

الَّت۪ي

كُنْتُمْ

تُوعَدُونَ

٦٣

Hâżihi cehennemu-lletî kuntum tû’adûn(e)

“İşte bu, tehdit edildiğiniz cehennemdir.”

اِصْلَوْهَا

الْيَوْمَ

بِمَا

كُنْتُمْ

تَكْفُرُونَ

٦٤

İslevhâ-lyevme bimâ kuntum tekfurûn(e)

“İnkâr ettiğinizden dolayı bugün girin oraya!”

اَلْيَوْمَ

نَخْتِمُ

عَلٰٓى

اَفْوَاهِهِمْ

وَتُكَلِّمُنَٓا

اَيْد۪يهِمْ

وَتَشْهَدُ

اَرْجُلُهُمْ

بِمَا

كَانُوا

يَكْسِبُونَ

٦٥

Elyevme naḣtimu ‘alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn(e)

O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.

وَلَوْ

نَشَٓاءُ

لَطَمَسْنَا

عَلٰٓى

اَعْيُنِهِمْ

فَاسْتَبَقُوا

الصِّرَاطَ

فَاَنّٰى

يُبْصِرُونَ

٦٦

Velev neşâu letamesnâ ‘alâ a’yunihim festebekû-ssirâta feennâ yubsirûn(e)

Eğer dileseydik, onların gözlerini büsbütün kör ederdik de (bu hâlde) yola koyulmak için didişirlerdi. Fakat nasıl görecekler ki?!

وَلَوْ

نَشَٓاءُ

لَمَسَخْنَاهُمْ

عَلٰى

مَكَانَتِهِمْ

فَمَا

اسْتَطَاعُوا

مُضِياًّ

وَلَا

يَرْجِعُونَ۟

٦٧

Velev neşâu lemesaḣnâhum ‘alâ mekânetihim femâ-stetâ’û mudiyyen velâ yerci’ûn(e)

Yine eğer dileseydik, oldukları yerde başka yaratıklara dönüştürürdük de ne ileri gidebilirler, ne geri dönebilirlerdi.

وَمَنْ

نُعَمِّرْهُ

نُنَكِّسْهُ

فِي

الْخَلْقِۜ

اَفَلَا

يَعْقِلُونَ

٦٨

Vemen nu’ammirhu nunekkis-hu fî-lḣalk(i)(s) efelâ ya’kilûn(e)

Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çeviririz (gücünü azaltırız). Hâlâ düşünmeyecekler mi?

وَمَا

عَلَّمْنَاهُ

الشِّعْرَ

وَمَا

يَنْبَغ۪ي

لَهُۜ

اِنْ

هُوَ

اِلَّا

ذِكْرٌ

وَقُرْاٰنٌ

مُب۪ينٌۙ

٦٩

Vemâ ‘allemnâhu-şşi’ra vemâ yenbeġî leh(u)(c) in huve illâ żikrun ve kur-ânun mubîn(un)

Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.

لِيُنْذِرَ

مَنْ

كَانَ

حَياًّ

وَيَحِقَّ

الْقَوْلُ

عَلَى

الْكَافِر۪ينَ

٧٠

Liyunżira men kâne hayyen ve yahikka-lkavlu ‘alâ-lkâfirîn(e)

(Aklen ve fikren) diri olanları uyarması ve kâfirler hakkındaki o sözün (azabın) gerçekleşmesi için Kur’an’ı indirdik.

اَوَلَمْ

يَرَوْا

اَنَّا

خَلَقْنَا

لَهُمْ

مِمَّا

عَمِلَتْ

اَيْد۪ينَٓا

اَنْعَاماً

فَهُمْ

لَهَا

مَالِكُونَ

٧١

Eve lem yerav ennâ ḣalaknâ lehum mimmâ ‘amilet eydînâ en’âmen fehum lehâ mâlikûn(e)

Görmediler mi ki, biz onlar için, ellerimizin (kudretimizin) eseri olan hayvanlar yarattık da onlar bu hayvanlara sahip oluyorlar.

وَذَلَّلْنَاهَا

لَهُمْ

فَمِنْهَا

رَكُوبُهُمْ

وَمِنْهَا

يَأْكُلُونَ

٧٢

Ve żellelnâhâ lehum feminhâ rakûbuhum veminhâ yekulûn(e)

Biz, o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.

وَلَهُمْ

ف۪يهَا

مَنَافِـعُ

وَمَشَارِبُۜ

اَفَلَا

يَشْكُرُونَ

٧٣

Velehum fîhâ menâfi’u ve meşârib(u)(s) efelâ yeşkurûn(e)

Onlar için bu hayvanlarda (daha pek çok) yararlar ve içecekler vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?

وَاتَّخَذُوا

مِنْ

دُونِ

اللّٰهِ

اٰلِهَةً

لَعَلَّهُمْ

يُنْصَرُونَۜ

٧٤

Vetteḣażû min dûni(A)llâhi âliheten le’allehum yunsarûn(e)

Belki kendilerine yardım edilir diye Allah’ı bırakıp da ilâhlar edindiler.

لَا

يَسْتَط۪يعُونَ

نَصْرَهُمْۙ

وَهُمْ

لَهُمْ

جُنْدٌ

مُحْضَرُونَ

٧٥

Lâ yestatî’ûne nasrahum vehum lehum cundun muhdarûn(e)

Onlar, ilâhlar için (hizmete) hazır asker oldukları hâlde, ilâhlar onlara yardım edemezler.

فَلَا

يَحْزُنْكَ

قَوْلُهُمْۢ

اِنَّا

نَعْلَمُ

مَا

يُسِرُّونَ

وَمَا

يُعْلِنُونَ

٧٦

Felâ yahzunke kavluhum(m) innâ na’lemu mâ yusirrûne vemâ yu’linûn(e)

(Ey Muhammed!) Artık onların sözü seni üzmesin. Çünkü biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.

اَوَلَمْ

يَرَ

الْاِنْسَانُ

اَنَّا

خَلَقْنَاهُ

مِنْ

نُطْفَةٍ

فَاِذَا

هُوَ

خَص۪يمٌ

مُب۪ينٌ

٧٧

Eve lem yerâ-l-insânu ennâ ḣalaknâhu min nutfetin fe-iżâ huve ḣasîmun mubîn(un)

İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.

وَضَرَبَ

لَنَا

مَثَلاً

وَنَسِيَ

خَلْقَهُۜ

قَالَ

مَنْ

يُحْـيِ

الْعِظَامَ

وَهِيَ

رَم۪يمٌ

٧٨

Ve darabe lenâ meśelen venesiye ḣalkah(u)(s) kâle men yuhyî-l’izâme vehiye ramîm(un)

Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: “Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?”

قُلْ

يُحْي۪يهَا

الَّـذ۪ٓي

اَنْشَاَهَٓا

اَوَّلَ

مَرَّةٍۜ

وَهُوَ

بِكُلِّ

خَلْقٍ

عَل۪يمٌۙ

٧٩

Kul yuhyîhâ-lleżî enşeehâ evvele merra(tin)(s) vehuve bikulli ḣalkin ‘alîm(un)

De ki: “Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.”

اَلَّذ۪ي

جَعَلَ

لَكُمْ

مِنَ

الشَّجَرِ

الْاَخْضَرِ

نَاراً

فَاِذَٓا

اَنْتُمْ

مِنْهُ

تُوقِدُونَ

٨٠

Elleżî ce’ale lekum mine-şşeceri-l-aḣdari nâran fe-iżâ entum minhu tûkidûn(e)

O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratandır. Şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz.

اَوَلَيْسَ

الَّذ۪ي

خَلَقَ

السَّمٰوَاتِ

وَالْاَرْضَ

بِقَادِرٍ

عَلٰٓى

اَنْ

يَخْلُقَ

مِثْلَهُمْۜ

بَلٰى

وَهُوَ

الْخَلَّاقُ

الْعَل۪يمُ

٨١

Eve leyse-lleżî ḣaleka-ssemâvâti vel-arda bikâdirin ‘alâ en yaḣluka miślehum(c) belâ vehuve-lḣallâku-l’alîm(u)

Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O, hakkıyla yaratandır, hakkıyla bilendir.

اِنَّـمَٓا

اَمْرُهُٓ

اِذَٓا

اَرَادَ

شَيْـٔاً

اَنْ

يَقُولَ

لَهُ

كُنْ

فَيَكُونُ

٨٢

İnnemâ emruhu iżâ erâde şey-en en yekûle lehu kun feyekûn(u)

Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.

فَسُبْحَانَ

الَّذ۪ي

بِيَدِه۪

مَلَكُوتُ

كُلِّ

شَيْءٍ

وَاِلَيْهِ

تُرْجَعُونَ

٨٣

Fesubhâne-lleżî biyedihi melekûtu kulli şey-in ve-ileyhi turce’ûn(e)

Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.

Kaynakça