الزُّخْرُفِ
Zuhruf Suresi
وَالْكِتَابِ
الْمُب۪ينِۙ
٢
Velkitâbi-lmubîn(i)
Apaçık Kitab'a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur'an yaptık.
اِنَّا
جَعَلْنَاهُ
قُرْءٰناً
عَرَبِياًّ
لَعَلَّكُمْ
تَعْقِلُونَۚ
٣
İnnâ ce’alnâhu kur-ânen ‘arabiyyen le’allekum ta’kilûn(e)
Apaçık Kitab'a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur'an yaptık.
وَاِنَّهُ
ف۪ٓي
اُمِّ
الْكِتَابِ
لَدَيْنَا
لَعَلِيٌّ
حَك۪يمٌۜ
٤
Ve-innehu fî ummi-lkitâbi ledeynâ le’aliyyun hakîm(un)
Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfuz'da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetlerle doludur.
اَفَنَضْرِبُ
عَنْكُمُ
الذِّكْرَ
صَفْحاً
اَنْ
كُنْتُمْ
قَوْماً
مُسْرِف۪ينَ
٥
Efenadribu ‘ankumu-żżikra safhan en kuntum kavmen musrifîn(e)
Haddi aşan bir topluluk oldunuz diye vazgeçip Zikir'le (Kur'an'la) sizi uyarmaktan geri mi duralım?
وَكَمْ
اَرْسَلْنَا
مِنْ
نَبِيٍّ
فِي
الْاَوَّل۪ينَ
٦
Vekem erselnâ min nebiyyin fî-l-evvelîn(e)
Halbuki daha önceki toplumlara da nice peygamberler göndermiştik.
وَمَا
يَأْت۪يهِمْ
مِنْ
نَبِيٍّ
اِلَّا
كَانُوا
بِه۪
يَسْتَهْزِؤُ۫نَ
٧
Vemâ ye/tîhim min nebiyyin illâ kânû bihi yestehzi-ûn(e)
(Onlar da) kendilerine gelen her peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.
فَاَهْلَكْـنَٓا
اَشَدَّ
مِنْهُمْ
بَطْشاً
وَمَضٰى
مَثَلُ
الْاَوَّل۪ينَ
٨
Fe-ehleknâ eşedde minhum batşen vemedâ meśelu-l-evvelîn(e)
Biz, onlardan daha çetinlerini de helak ettik. Öncekilerin örneği geçti!
وَلَئِنْ
سَاَلْتَهُمْ
مَنْ
خَلَقَ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ
لَيَقُولُنَّ
خَلَقَهُنَّ
الْعَز۪يزُ
الْعَل۪يمُۙ
٩
Vele-in seeltehum men ḣaleka-ssemâvâti vel-arda leyekûlunne ḣalekahunne-l’azîzu-l’alîm(u)
Andolsun, onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka, "Onları mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen (Allah) yarattı" diyeceklerdir.
اَلَّذ۪ي
جَعَلَ
لَكُمُ
الْاَرْضَ
مَهْداً
وَجَعَلَ
لَكُمْ
ف۪يهَا
سُبُلاً
لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَۚ
١٠
Elleżî ce’ale lekumu-l-arda mehden ve ce’ale lekum fîhâ subulen le’allekum tehtedûn(e)
O, yeryüzünü size beşik yapan ve gideceğiniz yere ulaşasınız diye sizin için orada yollar var edendir.
وَالَّذ۪ي
نَزَّلَ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
مَٓاءً
بِقَدَرٍۚ
فَاَنْشَرْنَا
بِه۪
بَلْدَةً
مَيْتاًۚ
كَذٰلِكَ
تُخْرَجُونَ
١١
Velleżî nezzele mine-ssemâ-i mâen bikaderin fe-enşernâ bihi beldeten meytâ(en)(c) keżâlike tuḣracûn(e)
O gökten bir ölçüye göre yağmur indirendir. Biz onunla ölü araziyi canlandırdık. İşte siz de, böyle diriltileceksiniz.
وَالَّذ۪ي
خَلَقَ
الْاَزْوَاجَ
كُلَّهَا
وَجَعَلَ
لَكُمْ
مِنَ
الْفُلْكِ
وَالْاَنْعَامِ
مَا
تَرْكَبُونَۙ
١٢
Velleżî ḣaleka-l-ezvâce kullehâ ve ce’ale lekum mine-lfulki vel-en’âmi mâ terkebûn(e)
O bütün çiftleri yaratan, üzerlerine kurulasınız, sonra da, kurulduğunuzda, Rabbinizin nimetini hatırlayasınız ve "Bunu hizmetimize veren Allah'ın şanı yücedir. Bunlara bizim gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz Rabbimize döneceğiz" diyesiniz diye sizin için bindiğiniz gemileri ve hayvanları yaratandır.
لِتَسْتَوُ۫ا
عَلٰى
ظُهُورِه۪
ثُمَّ
تَذْكُرُوا
نِعْمَةَ
رَبِّكُمْ
اِذَا
اسْتَوَيْتُمْ
عَلَيْهِ
وَتَقُولُوا
سُبْحَانَ
الَّذ۪ي
سَخَّرَ
لَنَا
هٰذَا
وَمَا
كُنَّا
لَهُ
مُقْرِن۪ينَۙ
١٣
Litestevû ‘alâ zuhûrihi śümme teżkurû ni’mete rabbikum iżâ-steveytum ‘aleyhi ve tekûlû subhâne-lleżî saḣḣara lenâ hâżâ vemâ kunnâ lehu mukrinîn(e)
O bütün çiftleri yaratan, üzerlerine kurulasınız, sonra da, kurulduğunuzda, Rabbinizin nimetini hatırlayasınız ve "Bunu hizmetimize veren Allah'ın şanı yücedir. Bunlara bizim gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz Rabbimize döneceğiz" diyesiniz diye sizin için bindiğiniz gemileri ve hayvanları yaratandır.
وَاِنَّٓا
اِلٰى
رَبِّنَا
لَمُنْقَلِبُونَ
١٤
Ve-innâ ilâ rabbinâ lemunkalibûn(e)
O bütün çiftleri yaratan, üzerlerine kurulasınız, sonra da, kurulduğunuzda, Rabbinizin nimetini hatırlayasınız ve "Bunu hizmetimize veren Allah'ın şanı yücedir. Bunlara bizim gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz Rabbimize döneceğiz" diyesiniz diye sizin için bindiğiniz gemileri ve hayvanları yaratandır.
وَجَعَلُوا
لَهُ
مِنْ
عِبَادِه۪
جُزْءاًۜ
اِنَّ
الْاِنْسَانَ
لَكَفُورٌ
مُب۪ينٌۜ
١٥
Ve ce’alû lehu min ‘ibâdihi cuz-â(en)(c) inne-l-insâne lekefûrun mubîn(un)
Böyle iken ("melekler Allah'ın kızlarıdır" demek suretiyle) kullarından bir kısmını O'nun parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankördür.
اَمِ
اتَّخَذَ
مِمَّا
يَخْلُقُ
بَنَاتٍ
وَاَصْفٰيكُمْ
بِالْبَن۪ينَ۟
١٦
Emi-tteḣaże mimmâ yaḣluku benâtin ve asfâkum bilbenîn(e)
Yoksa, Allah, yarattıklarından kendisine kızlar edindi de, oğulları size mi seçip ayırdı?
وَاِذَا
بُشِّرَ
اَحَدُهُمْ
بِمَا
ضَرَبَ
لِلرَّحْمٰنِ
مَثَلاً
ظَلَّ
وَجْهُهُ
مُسْوَداًّ
وَهُوَ
كَظ۪يمٌ
١٧
Ve-iżâ buşşira ehaduhum bimâ darabe lirrahmâni meśelen zalle vechuhu musvedden vehuve kazîm(un)
Onlardan biri, Rahmân'a örnek kıldığı (isnad ettiği kız çocuğu) ile müjdelendiği zaman, öfkesinden yüzü simsiyah kesilir.
اَوَمَنْ
يُنَشَّؤُ۬ا
فِي
الْحِلْيَةِ
وَهُوَ
فِي
الْخِصَامِ
غَيْرُ
مُب۪ينٍ
١٨
Evemen yuneşşeu fî-lhilyeti ve huve fî-lḣisâmi ġayru mubîn(in)
Süs içerisinde (narin bir biçimde) yetiştirilen ve tartışmada (delilini erkekler gibi) açıklayamayanı mı Allah'a isnad ediyorlar?
وَجَعَلُوا
الْمَلٰٓئِكَةَ
الَّذ۪ينَ
هُمْ
عِبَادُ
الرَّحْمٰنِ
اِنَاثاًۜ
اَشَهِدُوا
خَلْقَهُمْۜ
سَتُكْتَبُ
شَهَادَتُهُمْ
وَيُسْـَٔلُونَ
١٩
Ve ce’alû-lmelâ-ikete-lleżîne hum ‘ibâdu-rrahmâni inâśâ(en)(c) eşehidû ḣalkahum(c) setuktebu şehâdetuhum ve yus-elûn(e)
Onlar, Rahmân'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? Onların (yalan) şahitlikleri yazılacak ve sorgulanacaklardır.
وَقَالُوا
لَوْ
شَٓاءَ
الرَّحْمٰنُ
مَا
عَبَدْنَاهُمْۜ
مَا
لَهُمْ
بِذٰلِكَ
مِنْ
عِلْمٍۗ
اِنْ
هُمْ
اِلَّا
يَخْرُصُونَۜ
٢٠
Ve kâlû lev şâe-rrahmânu mâ ‘abednâhum(k) mâ lehum biżâlike min ‘ilm(in)(s) in hum illâ yaḣrusûn(e)
"Eğer Rahmân dileseydi biz onlara kulluk etmezdik" dediler. Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.
اَمْ
اٰتَيْنَاهُمْ
كِتَاباً
مِنْ
قَبْلِه۪
فَهُمْ
بِه۪
مُسْتَمْسِكُونَ
٢١
Em âteynâhum kitâben min kablihi fehum bihi mustemsikûn(e)
Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı sarılıyorlar?
بَلْ
قَالُٓوا
اِنَّا
وَجَدْنَٓا
اٰبَٓاءَنَا
عَلٰٓى
اُمَّةٍ
وَاِنَّا
عَلٰٓى
اٰثَارِهِمْ
مُهْتَدُونَ
٢٢
Bel kâlû innâ vecednâ âbâenâ ‘alâ ummetin ve-innâ ‘alâ âśârihim muhtedûn(e)
Hayır! Onlar sadece, "Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, ve biz onların izlerinden gitmekteyiz" dediler.
وَكَذٰلِكَ
مَٓا
اَرْسَلْنَا
مِنْ
قَبْلِكَ
ف۪ي
قَرْيَةٍ
مِنْ
نَذ۪يرٍ
اِلَّا
قَالَ
مُتْرَفُوهَٓاۙ
اِنَّا
وَجَدْنَٓا
اٰبَٓاءَنَا
عَلٰٓى
اُمَّةٍ
وَاِنَّا
عَلٰٓى
اٰثَارِهِمْ
مُقْتَدُونَ
٢٣
Ve keżâlike mâ erselnâ min kablike fî karyetin min neżîrin illâ kâle mutrafûhâ innâ vecednâ âbâenâ ‘alâ ummetin ve-innâ ‘alâ âśârihim muktedûn(e)
İşte böyle, biz senden önce hiçbir memlekete bir uyarıcı göndermedik ki, oranın şımarık zenginleri, "Şüphe yok ki biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de elbette onların izlerinden gitmekteyiz" demiş olmasınlar.
قَالَ
اَوَلَوْ
جِئْتُكُمْ
بِاَهْدٰى
مِمَّا
وَجَدْتُمْ
عَلَيْهِ
اٰبَٓاءَكُمْۜ
قَالُٓوا
اِنَّا
بِمَٓا
اُرْسِلْتُمْ
بِه۪
كَافِرُونَ
٢٤
Kâle eve lev ci/tukum bi-ehdâ mimmâ vecedtum ‘aleyhi âbâekum(s) kâlû innâ bimâ ursiltum bihi kâfirûn(e)
(Gönderilen uyarıcı,) "Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?" dedi. Onlar, "Biz kesinlikle sizinle gönderilen şeyi inkar ediyoruz" dediler.
فَانْتَقَمْنَا
مِنْهُمْ
فَانْظُرْ
كَيْفَ
كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُكَذِّب۪ينَ۟
٢٥
Fentekamnâ minhum(s) fenzur keyfe kâne ‘âkibetu-lmukeżżibîn(e)
. Biz de onlardan intikam aldık. Yalanlayanların sonu, bak nasıl oldu!
وَاِذْ
قَالَ
اِبْرٰه۪يمُ
لِاَب۪يهِ
وَقَوْمِه۪ٓ
اِنَّن۪ي
بَرَٓاءٌ
مِمَّا
تَعْبُدُونَۙ
٢٦
Ve-iż kâle ibrâhîmu li-ebîhi ve kavmihi innenî berâun mimmâ ta’budûn(e)
Hani İbrahim babasına ve kavmine şöyle demişti: "Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan uzağım."
اِلَّا
الَّذ۪ي
فَطَرَن۪ي
فَاِنَّهُ
سَيَهْد۪ينِ
٢٧
İllâ-lleżî fetaranî fe-innehu seyehdîn(i)
"Ben ancak O, beni yaratana taparım. Şüphesiz O beni doğru yola iletecektir."
وَجَعَلَهَا
كَلِمَةً
بَاقِيَةً
ف۪ي
عَقِبِه۪
لَعَلَّهُمْ
يَرْجِعُونَ
٢٨
Ve ce’alehâ kelimeten bâkiyeten fî ‘akibihi le’allehum yerci’ûn(e)
İbrahim bunu, belki dönerler diye, ardından gelecekler arasında kalıcı bir söz yaptı.
بَلْ
مَتَّعْتُ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
وَاٰبَٓاءَهُمْ
حَتّٰى
جَٓاءَهُمُ
الْحَقُّ
وَرَسُولٌ
مُب۪ينٌ
٢٩
Bel metta’tu hâulâ-i ve âbâehum hattâ câehumu-lhakku ve rasûlun mubîn(un)
Doğrusu onları (Mekke müşriklerini) ve atalarını kendilerine hak olan Kur'an ve onu açıklayan bir peygamber gelinceye kadar (dünya nimetlerinden) yararlandırırım.
وَلَمَّا
جَٓاءَهُمُ
الْحَقُّ
قَالُوا
هٰذَا
سِحْرٌ
وَاِنَّا
بِه۪
كَافِرُونَ
٣٠
Velemmâ câehumu-lhakku kâlû hâżâ sihrun ve-innâ bihi kâfirûn(e)
Fakat kendilerine Hak gelince, "Bu bir büyüdür, biz onu kesinlikle inkar ediyoruz" dediler.
وَقَالُوا
لَوْلَا
نُزِّلَ
هٰذَا
الْقُرْاٰنُ
عَلٰى
رَجُلٍ
مِنَ
الْقَرْيَتَيْنِ
عَظ۪يمٍ
٣١
Ve kâlû levlâ nuzzile hâżâ-lkur-ânu ‘alâ raculin mine-lkaryeteyni ‘azîm(un)
"Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!" dediler.
اَهُمْ
يَقْسِمُونَ
رَحْمَتَ
رَبِّكَۜ
نَحْنُ
قَسَمْنَا
بَيْنَهُمْ
مَع۪يشَتَهُمْ
فِي
الْحَيٰوةِ
الدُّنْيَا
وَرَفَعْنَا
بَعْضَهُمْ
فَوْقَ
بَعْضٍ
دَرَجَاتٍ
لِيَتَّخِذَ
بَعْضُهُمْ
بَعْضاً
سُخْرِياًّۜ
وَرَحْمَتُ
رَبِّكَ
خَيْرٌ
مِمَّا
يَجْمَعُونَ
٣٢
Ehum yaksimûne rahmete rabbik(e)(c) nahnu kasemnâ beynehum ma’îşetehum fî-lhayâti-ddunyâ(c) ve rafa’nâ ba’dahum fevka ba’din deracâtin liyetteḣiże ba’duhum ba’dan suḣriyyâ(en)(k) ve rahmetu rabbike ḣayrun mimmâ yecme’ûn(e)
Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.
وَلَوْلَٓا
اَنْ
يَكُونَ
النَّاسُ
اُمَّةً
وَاحِدَةً
لَجَعَلْنَا
لِمَنْ
يَكْفُرُ
بِالرَّحْمٰنِ
لِبُيُوتِهِمْ
سُقُفاً
مِنْ
فِضَّةٍ
وَمَعَارِجَ
عَلَيْهَا
يَظْهَرُونَۙ
٣٣
Ve levlâ en yekûne-nnâsu ummeten vâhideten lece’alnâ limen yekfuru bi-rrahmâni libuyûtihim sukufen min fiddatin ve me’ârice ‘aleyhâ yazherûn(e)
Eğer bütün insanlar (kafirlere verdiğimiz nimetlere bakıp küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahmân'ı inkar edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık.
وَلِبُيُوتِهِمْ
اَبْوَاباً
وَسُرُراً
عَلَيْهَا
يَتَّكِؤُ۫نَۙ
٣٤
Velibuyûtihim ebvâben ve sururan ‘aleyhâ yetteki-ûn(e)
Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar ve altın süslemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbinin katında ahiret ise, O'na karşı gelmekten sakınanlarındır.
وَزُخْرُفاًۜ
وَاِنْ
كُلُّ
ذٰلِكَ
لَمَّا
مَتَاعُ
الْحَيٰوةِ
الدُّنْيَاۜ
وَالْاٰخِرَةُ
عِنْدَ
رَبِّكَ
لِلْمُتَّق۪ينَ۟
٣٥
Ve-zuḣrufâ(en)(c) ve-in kullu żâlike lemmâ metâ’u-lhayâti-ddunyâ(c) vel-âḣiratu ‘inde rabbike lilmuttekîn(e)
Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar ve altın süslemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbinin katında ahiret ise, O'na karşı gelmekten sakınanlarındır.
وَمَنْ
يَعْشُ
عَنْ
ذِكْرِ
الرَّحْمٰنِ
نُقَيِّضْ
لَهُ
شَيْطَاناً
فَهُوَ
لَهُ
قَر۪ينٌ
٣٦
Vemen ya’şu ‘an żikri-rrahmâni nukayyid lehu şeytânen fehuve lehu karîn(un)
Kim, Rahmân'ın Zikri'ni görmezlikten gelirse biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur.
وَاِنَّهُمْ
لَيَصُدُّونَهُمْ
عَنِ
السَّب۪يلِ
وَيَحْسَبُونَ
اَنَّهُمْ
مُهْتَدُونَ
٣٧
Ve-innehum leyesuddûnehum ‘ani-ssebîli ve yahsebûne ennehum muhtedûn(e)
Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar.
حَتّٰٓى
اِذَا
جَٓاءَنَا
قَالَ
يَا
لَيْتَ
بَيْن۪ي
وَبَيْنَكَ
بُعْدَ
الْمَشْرِقَيْنِ
فَبِئْسَ
الْقَر۪ينُ
٣٨
Hattâ iżâ câenâ kâle yâ leyte beynî ve beyneke bu’de-lmeşrikayni febi/se-lkarîn(u)
Sonunda bize geldiğinde, arkadaşına, "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kötü arkadaşmışsın!" der.
وَلَنْ
يَنْفَعَكُمُ
الْيَوْمَ
اِذْ
ظَلَمْتُمْ
اَنَّكُمْ
فِي
الْعَذَابِ
مُشْتَرِكُونَ
٣٩
Velen yenfe’akumu-lyevme iż zalemtum ennekum fî-l’ażâbi muşterikûn(e)
Onlara, "(Bu temenniniz) bugün size asla fayda vermez. Çünkü zulmettiniz. Hepiniz azapta ortaksınız" denir.
اَفَاَنْتَ
تُسْمِــعُ
الصُّمَّ
اَوْ
تَهْدِي
الْعُمْيَ
وَمَنْ
كَانَ
ف۪ي
ضَلَالٍ
مُب۪ينٍ
٤٠
Efe-ente tusmi’u-ssumme ev tehdî-l’umye vemen kâne fî dalâlin mubîn(in)
Sağırlara sen mi duyuracaksın; yahut körleri ve apaçık bir sapıklık içinde olanları sen mi doğru yola ileteceksin?
فَاِمَّا
نَذْهَبَنَّ
بِكَ
فَاِنَّا
مِنْهُمْ
مُنْتَقِمُونَۙ
٤١
Fe-immâ neżhebenne bike fe-innâ minhum muntakimûn(e)
Ya biz seni (bu dünyadan) alır götürürüz de, onlardan intikam alırız.
اَوْ
نُرِيَنَّكَ
الَّذ۪ي
وَعَدْنَاهُمْ
فَاِنَّا
عَلَيْهِمْ
مُقْتَدِرُونَ
٤٢
Ev nuriyenneke-lleżî ve’adnâhum fe-innâ ‘aleyhim muktedirûn(e)
Yahut da, onlara yaptığımız tehdidi sana gösteririz ki, bizim onlara gücümüz yeter.
فَاسْتَمْسِكْ
بِالَّـذ۪ٓي
اُو۫حِيَ
اِلَيْكَۚ
اِنَّكَ
عَلٰى
صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ
٤٣
Festemsik billeżî ûhiye ileyk(e)(s) inneke ‘alâ sirâtin mustakîm(in)
Öyle ise sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen doğru bir yol üzeresin.
وَاِنَّهُ
لَذِكْرٌ
لَكَ
وَلِقَوْمِكَۚ
وَسَوْفَ
تُسْـَٔلُونَ
٤٤
Ve-innehu leżikrun leke velikavmik(e)(s) ve sevfe tus-elûn(e)
Şüphesiz bu Kur'an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.
وَسْـَٔلْ
مَنْ
اَرْسَلْنَا
مِنْ
قَبْلِكَ
مِنْ
رُسُلِنَاۗ
اَجَعَلْنَا
مِنْ
دُونِ
الرَّحْمٰنِ
اٰلِهَةً
يُعْبَدُونَ۟
٤٥
Ves-el men erselnâ min kablike min rusulinâ ece’alnâ min dûni-rrahmâni âliheten yu’bedûn(e)
Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor: Rahmân'dan başka kulluk edilecek ilahlar var etmiş miyiz?
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
مُوسٰى
بِاٰيَاتِنَٓا
اِلٰى
فِرْعَوْنَ
وَمَلَا۬ئِه۪
فَقَالَ
اِنّ۪ي
رَسُولُ
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَ
٤٦
Ve lekad erselnâ mûsâ bi-âyâtinâ ilâ fir’avne ve mele-ihi fekâle innî rasûlu rabbi-l’âlemîn(e)
Andolsun, biz Mûsâ'yı mucizelerimizle Firavun'a ve ileri gelen adamlarına göndermiştik de o, "Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim" demişti.
فَلَمَّا
جَٓاءَهُمْ
بِاٰيَاتِنَٓا
اِذَا
هُمْ
مِنْهَا
يَضْحَكُونَ
٤٧
Felemmâ câehum bi-âyâtinâ iżâ hum minhâ yadhakûn(e)
(Mûsâ) mucizelerimizi kendilerine getirince, bir de bakmışsın, o mucizelere gülüyorlar!
وَمَا
نُر۪يهِمْ
مِنْ
اٰيَةٍ
اِلَّا
هِيَ
اَكْبَرُ
مِنْ
اُخْتِهَاۘ
وَاَخَذْنَاهُمْ
بِالْعَذَابِ
لَعَلَّهُمْ
يَرْجِعُونَ
٤٨
Vemâ nurîhim min âyetin illâ hiye ekberu min uḣtihâ(s) ve eḣażnâhum bil’ażâbi le’allehum yerci’ûn(e)
Onlara gösterdiğimiz her bir mucize önceki benzerinden daha büyüktü. Doğru yola dönsünler diye, onları azaba uğrattık.
وَقَالُوا
يَٓا
اَيُّهَ
السَّاحِرُ
ادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
بِمَا
عَهِدَ
عِنْدَكَ
اِنَّـنَا
لَمُهْتَدُونَ
٤٩
Ve kâlû yâ eyyuhâ-ssâhiru ud’u lenâ rabbeke bimâ ‘ahide ‘indeke innenâ lemuhtedûn(e)
(Onlar azabı görünce) "Ey büyücü! Sana verdiği söze dayanarak, bizim için Rabbine dua et. Çünkü biz artık doğru yola gireceğiz" dediler.
فَلَمَّا
كَشَفْنَا
عَنْهُمُ
الْعَذَابَ
اِذَا
هُمْ
يَنْكُثُونَ
٥٠
Felemmâ keşefnâ ‘anhumu-l’ażâbe iżâ hum yenkuśûn(e)
Fakat biz onlardan azabı kaldırınca bir de bakmışsın sözlerinden dönüyorlar.
وَنَادٰى
فِرْعَوْنُ
ف۪ي
قَوْمِه۪
قَالَ
يَا
قَوْمِ
اَلَيْسَ
ل۪ي
مُلْكُ
مِصْرَ
وَهٰذِهِ
الْاَنْهَارُ
تَجْر۪ي
مِنْ
تَحْت۪يۚ
اَفَلَا
تُبْصِرُونَۜ
٥١
Ve nâdâ fir’avnu fî kavmihi kâle yâ kavmi eleyse lî mulku misra ve hâżihi-l-enhâru tecrî min tahtî(s) efelâ tubsirûn(e)
Firavun kavmine seslenerek dedi ki: "Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?"
اَمْ
اَنَا۬
خَيْرٌ
مِنْ
هٰذَا
الَّذ۪ي
هُوَ
مَه۪ينٌ
وَلَا
يَكَادُ
يُب۪ينُ
٥٢
Em enâ ḣayrun min hâżâ-lleżî huve mehînun velâ yekâdu yubîn(u)
"Yoksa ben, şu zavallı, nerede ise maksadını anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?"
فَلَوْلَٓا
اُلْقِيَ
عَلَيْهِ
اَسْوِرَةٌ
مِنْ
ذَهَبٍ
اَوْ
جَٓاءَ
مَعَهُ
الْمَلٰٓئِكَةُ
مُقْتَرِن۪ينَ
٥٣
Felevlâ ulkiye ‘aleyhi esviratun min żehebin ev câe me’ahu-lmelâ-iketu mukterinîn(e)
"(Eğer doğru söylüyorsa) ona altın bilezikler atılmalı, yahut onunla beraber bulunmak üzere melekler gelmeli değil miydi?"
فَاسْتَخَفَّ
قَوْمَهُ
فَاَطَاعُوهُۜ
اِنَّهُمْ
كَانُوا
قَوْماً
فَاسِق۪ينَ
٥٤
Festeḣaffe kavmehu fe-etâ’ûh(u)(c) innehum kânû kavmen fâsikîn(e)
Firavun kavmini küçük düşürdü (ezdi). Onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu.
فَلَمَّٓا
اٰسَفُونَا
انْتَقَمْنَا
مِنْهُمْ
فَاَغْرَقْنَاهُمْ
اَجْمَع۪ينَۙ
٥٥
Felemmâ âsefûnâ-ntekamnâ minhum feaġraknâhum ecma’în(e)
Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince biz de onlardan öc aldık, hepsini suda boğduk.
فَجَعَلْنَاهُمْ
سَلَفاً
وَمَثَلاً
لِلْاٰخِر۪ينَ۟
٥٦
Fece’alnâhum selefen ve meśelen lil-âḣirîn(e)
Onları, sonradan gelecek inkârcılara, geçmiş bir ibret ve bir örnek kıldık.
وَلَمَّا
ضُرِبَ
ابْنُ
مَرْيَمَ
مَثَلاً
اِذَا
قَوْمُكَ
مِنْهُ
يَصِدُّونَ
٥٧
Velemmâ duribe-bnu meryeme meśelen iżâ kavmuke minhu yasiddûn(e)
Meryem oğlu İsa bir örnek olarak anlatılınca bir de ne göresin senin kavmin (seni susturacak bir delil buldukları zannıyla) hemen şamata etmeye başlar.
وَقَالُٓوا
ءَاٰلِهَتُنَا
خَيْرٌ
اَمْ
هُوَۜ
مَا ضَرَبُوهُ
لَكَ
اِلَّا
جَدَلاًۜ
بَلْ
هُمْ
قَوْمٌ
خَصِمُونَ
٥٨
Ve kâlû e-âlihetunâ ḣayrun em hu(ve)(c) mâ darabûhu leke illâ cedelâ(en)(c) bel hum kavmun ḣasimûn(e)
"Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa İsa mı?" dediler. Bunu sadece seninle tartışmak için ortaya attılar. Şüphesiz onlar kavgacı bir toplumdur.
اِنْ
هُوَ
اِلَّا
عَبْدٌ
اَنْعَمْنَا
عَلَيْهِ
وَجَعَلْنَاهُ
مَثَلاً
لِبَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪ـلَۜ
٥٩
İn huve illâ ‘abdun en’amnâ ‘aleyhi ve ce’alnâhu meśelen libenî isrâ-îl(e)
İsa, sadece, kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur.
وَلَوْ
نَشَٓاءُ
لَجَعَلْنَا
مِنْكُمْ
مَلٰٓئِكَةً
فِي
الْاَرْضِ
يَخْلُفُونَ
٦٠
Velev neşâu lece’alnâ minkum melâ-iketen fî-l-ardi yaḣlufûn(e)
Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde sizin yerinize geçecek melekler yaratırdık.
وَاِنَّهُ
لَعِلْمٌ
لِلسَّاعَةِ
فَلَا
تَمْتَرُنَّ
بِهَا
وَاتَّبِعُونِۜ
هٰذَا
صِرَاطٌ
مُسْتَق۪يمٌ
٦١
Ve-innehu le’ilmun lissâ’ati felâ temterunne bihâ vettebi’ûn(i)(c) hâżâ sirâtun mustekîm(un)
Şüphesiz o Kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru bir yoldur.
وَلَا
يَصُدَّنَّكُمُ
الشَّيْطَانُۚ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُب۪ينٌ
٦٢
Velâ yesuddennekumu-şşeytân(u)(s) innehu lekum ‘aduvvun mubîn(un)
Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.
وَلَمَّا
جَٓاءَ
ع۪يسٰى
بِالْبَيِّنَاتِ
قَالَ
قَدْ
جِئْتُكُمْ
بِالْحِكْمَةِ
وَلِاُبَيِّنَ
لَكُمْ
بَعْضَ
الَّذ۪ي
تَخْتَلِفُونَ
ف۪يهِۚ
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِ
٦٣
Velemmâ câe ‘îsâ bilbeyyinâti kâle kad ci/tukum bilhikmeti veli-ubeyyine lekum ba’da-lleżî taḣtelifûne fîh(i)(s) fettekû(A)llâhe ve-etî’ûn(i)
İsa, apaçık mucizeleri getirdiği zaman şöyle demişti: "Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyle ise, Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin."
اِنَّ
اللّٰهَ
هُوَ
رَبّ۪ي
وَرَبُّكُمْ
فَاعْبُدُوهُۜ
هٰذَا
صِرَاطٌ
مُسْتَق۪يمٌ
٦٤
İnna(A)llâhe huve rabbî ve rabbukum fa’budûh(u)(c) hâżâ sirâtun mustakîm(un)
Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin, işte bu doğru bir yoldur.
فَاخْتَلَفَ
الْاَحْزَابُ
مِنْ
بَيْنِهِمْۚ
فَوَيْلٌ
لِلَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
مِنْ
عَذَابِ
يَوْمٍ
اَل۪يمٍ
٦٥
Faḣtelefe-l-ahzâbu min beynihim(s) feveylun lilleżîne zalemû min ‘ażâbi yevmin elîm(in)
Ama aralarından çıkan gruplar ayrılığa düştüler. Elem dolu bir günün azâbından vay o zulmedenlerin haline!
هَلْ
يَنْظُرُونَ
اِلَّا
السَّاعَةَ
اَنْ
تَأْتِيَهُمْ
بَغْتَةً
وَهُمْ
لَا
يَشْعُرُونَ
٦٦
Hel yenzurûne illâ-ssâ’ate en te/tiyehum baġteten vehum lâ yeş’urûn(e)
Onlar (bu tavırlarıyla) ancak, kıyamet gününün kendilerine ansızın gelmesini beklemektedirler, halbuki bunun farkında değillerdir.
اَلْاَخِلَّٓاءُ
يَوْمَئِذٍ
بَعْضُهُمْ
لِبَعْضٍ
عَدُوٌّ
اِلَّا
الْمُتَّق۪ينَۜ۟
٦٧
El-eḣillâu yevme-iżin ba’duhum liba’din ‘aduvvun illâ-lmuttekîn(e)
O gün Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dostlar birbirine düşman olurlar.
يَا
عِبَادِ
لَا
خَوْفٌ
عَلَيْكُمُ
الْيَوْمَ
وَلَٓا
اَنْتُمْ
تَحْزَنُونَۚ
٦٨
Yâ ‘ibâdi lâ ḣavfun ‘aleykumu-lyevme velâ entum tahzenûn(e)
(Allah şöyle der:) "Ey ayetlerimize inanan ve müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz de."
اَلَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
بِاٰيَاتِنَا
وَكَانُوا
مُسْلِم۪ينَۚ
٦٩
Elleżîne âmenû bi-âyâtinâ vekânû muslimîn(e)
(Allah şöyle der:) "Ey ayetlerimize inanan ve müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz de."
اُدْخُلُوا
الْجَنَّةَ
اَنْتُمْ
وَاَزْوَاجُكُمْ
تُحْبَرُونَ
٧٠
Udḣulû-lcennete entum ve ezvâcukum tuhberûn(e)
"Siz ve eşleriniz sevinç ve mutluluk içinde cennete giriniz."
يُطَافُ
عَلَيْهِمْ
بِصِحَافٍ
مِنْ
ذَهَبٍ
وَاَكْوَابٍۚ
وَف۪يهَا
مَا
تَشْتَه۪يهِ
الْاَنْفُسُ
وَتَلَذُّ
الْاَعْيُنُۚ
وَاَنْتُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَۚ
٧١
Yutâfu ‘aleyhim bisihâfin min żehebin ve ekvâb(in)(s) ve fîhâ mâ teştehîhi-l-enfusu ve teleżżu-l-a’yun(u)(s) ve-entum fîhâ ḣâlidûn(e)
Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedî olarak kalacaksınız.
وَتِلْكَ
الْجَنَّةُ
الَّت۪ٓي
اُو۫رِثْتُمُوهَا
بِمَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
٧٢
Ve tilke-lcennetu-lletî ûriśtumûhâ bimâ kuntum ta’melûn(e)
İşte, bu yapmakta olduklarınıza karşılık size mîras verilen cennettir.
لَكُمْ
ف۪يهَا
فَاكِهَةٌ
كَث۪يرَةٌ
مِنْهَا
تَأْكُلُونَ
٧٣
Lekum fîhâ fâkihetun keśîratun minhâ te/kulûn(e)
Orada sizin için bol bol meyve var, onlardan yersiniz.
اِنَّ
الْمُجْرِم۪ينَ
ف۪ي
عَذَابِ
جَهَنَّمَ
خَالِدُونَۚ
٧٤
İnne-lmucrimîne fî ‘ażâbi cehenneme ḣâlidûn(e)
Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklardır.
لَا
يُفَتَّرُ
عَنْهُمْ
وَهُمْ
ف۪يهِ
مُبْلِسُونَۚ
٧٥
Lâ yufetteru ‘anhum vehum fîhi mublisûn(e)
Azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizdirler.
وَمَا
ظَلَمْنَاهُمْ
وَلٰكِنْ
كَانُوا
هُمُ
الظَّالِم۪ينَ
٧٦
Vemâ zalemnâhum velâkin kânû humu-zzâlimîn(e)
Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar, kendileri zâlim idiler.
وَنَادَوْا
يَا
مَالِكُ
لِيَقْضِ
عَلَيْنَا
رَبُّكَۜ
قَالَ
اِنَّكُمْ
مَاكِثُونَ
٧٧
Ve nâdev yâ mâliku liyakdi ‘aleynâ rabbuk(e)(s) kâle innekum mâkiśûn(e)
(Görevli meleğe şöyle seslenirler:) "Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin." O da, "Siz hep böyle kalacaksınız" der.
لَقَدْ
جِئْنَاكُمْ
بِالْحَقِّ
وَلٰكِنَّ
اَكْثَرَكُمْ
لِلْحَقِّ
كَارِهُونَ
٧٨
Lekad ci/nâkum bilhakki velâkinne ekśerakum lilhakki kârihûn(e)
Andolsun, size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmayanlarsınız.
اَمْ
اَبْرَمُٓوا
اَمْراً
فَاِنَّا
مُبْرِمُونَۚ
٧٩
Em ebramû emran fe-innâ mubrimûn(e)
Yoksa (gerçeği kabul etmeme konusunda) bir işe kesin karar mı verdiler? Şüphesiz biz de (onları cezalandırmakta) kararlıyız.
اَمْ
يَحْسَبُونَ
اَنَّا
لَا
نَسْمَعُ
سِرَّهُمْ
وَنَجْوٰيهُمْۜ
بَلٰى
وَرُسُلُنَا
لَدَيْهِمْ
يَكْتُبُونَ
٨٠
Em yahsebûne ennâ lâ nesme’u sirrahum ve necvâhum(c) belâ ve rusulunâ ledeyhim yektubûn(e)
Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar? Hayır öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz (melekler) yazmaktadırlar.
قُلْ
اِنْ
كَانَ
لِلرَّحْمٰنِ
وَلَدٌۗ
فَاَنَا۬
اَوَّلُ
الْعَابِد۪ينَ
٨١
Kul in kâne lirrahmâni veledun fe-enâ evvelu-l’âbidîn(e)
(Ey Muhammed!) De ki: "Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum."
سُبْحَانَ
رَبِّ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
رَبِّ
الْعَرْشِ
عَمَّا
يَصِفُونَ
٨٢
Subhâne rabbi-ssemâvâti vel-ardi rabbi-l’arşi ‘ammâ yasifûn(e)
Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların nitelendirmelerinden uzaktır.
فَذَرْهُمْ
يَخُوضُوا
وَيَلْعَبُوا
حَتّٰى
يُلَاقُوا
يَوْمَهُمُ
الَّذ۪ي
يُوعَدُونَ
٨٣
Feżerhum yeḣûdû ve yel’abû hattâ yulâkû yevmehumu-lleżî yû’adûn(e)
Bırak onları, tehdit edildikleri güne kavuşana kadar, (batıl inançlarına) dalsınlar ve (dünya hayatlarında) oynayadursunlar.
وَهُوَ
الَّذ۪ي
فِي
السَّمَٓاءِ
اِلٰهٌ
وَفِي
الْاَرْضِ
اِلٰهٌۜ
وَهُوَ
الْحَك۪يمُ
الْعَل۪يمُ
٨٤
Ve huve-lleżî fî-ssemâ-i ilâhun ve fî-l-ardi ilâh(un)(c) ve huve-lhakîmu-l’alîm(u)
O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilah olandır. O hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
وَتَبَارَكَ
الَّذ۪ي
لَهُ
مُلْكُ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَمَا
بَيْنَهُمَاۚ
وَعِنْدَهُ
عِلْمُ
السَّاعَةِۚ
وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
٨٥
Ve tebârake-lleżî lehu mulku-ssemâvâti vel-ardi ve mâ beynehumâ ve ’indehu ‘ilmu-ssâ’ati ve-ileyhi turce’ûn(e)
Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin hükümranlığı kendisine ait olan Allah yücedir! Kıyametin bilgisi de yalnız O'nun katındadır ve yalnızca O'na döndürüleceksiniz.
وَلَا
يَمْلِكُ
الَّذ۪ينَ
يَدْعُونَ
مِنْ
دُونِهِ
الشَّفَاعَةَ
اِلَّا
مَنْ
شَهِدَ
بِالْحَقِّ
وَهُمْ
يَعْلَمُونَ
٨٦
Velâ yemliku-lleżîne yed’ûne min dûnihi-şşefâ’ate illâ men şehide bilhakki vehum ya’lemûn(e)
Onu bırakıp taptıkları şeyler şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler şefaat edebilirler.
وَلَئِنْ
سَاَلْتَهُمْ
مَنْ
خَلَقَهُمْ
لَيَقُولُنَّ
اللّٰهُ
فَاَنّٰى
يُؤْفَكُونَۙ
٨٧
Vele-in seeltehum men ḣalakahum leyekûlunna(A)llâh(u)(s) fe-ennâ yu/fekûn(e)
Andolsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, "Allah" derler. Öyleyken nasıl döndürülüyorlar?
وَق۪يلِه۪
يَا
رَبِّ
اِنَّ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
قَوْمٌ
لَا
يُؤْمِنُونَۢ
٨٨
Ve-kîlihi yâ rabbi inne hâulâ-i kavmun lâ yu/minûn(e)
Onun (Muhammed'in), "Ya Rabbi!" demesine andolsun ki, şüphesiz bunlar iman etmeyen bir kavimdir.
فَاصْفَحْ
عَنْهُمْ
وَقُلْ
سَلَامٌۜ
فَسَوْفَ
يَعْلَمُونَ
٨٩
Fasfah ‘anhum ve kul selâm(un)(c) fesevfe ya’lemûn(e)
Şimdilik sen onları hoş gör ve "size selam olsun" de. Yakında bilecekler.