النَّمْلِ
Neml Suresi
طٰسٓ۠
تِلْكَ
اٰيَاتُ
الْقُرْاٰنِ
وَكِتَابٍ
مُب۪ينٍۙ
١
Tâ-Sîn(c) tilke âyâtu-lkur-âni vekitâbin mubîn(in)
Ta-Sîn. Bunlar Kur'an'ın, apaçık bir kitabın âyetleridir.
هُدًى
وَبُشْرٰى
لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ
٢
Huden vebuşrâ lilmu/minîn(e)
Kur'an, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahirete de kesin olarak inanan mü'minler için bir hidayet rehberi ve bir müjdedir.
اَلَّذ۪ينَ
يُق۪يمُونَ
الصَّلٰوةَ
وَيُؤْتُونَ
الزَّكٰوةَ
وَهُمْ
بِالْاٰخِرَةِ
هُمْ
يُوقِنُونَ
٣
Elleżîne yukîmûne-ssalâte veyu/tûne-zzekâte vehum bil-âḣirati hum yûkinûn(e)
Kur'an, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahirete de kesin olarak inanan mü'minler için bir hidayet rehberi ve bir müjdedir.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاٰخِرَةِ
زَيَّنَّا
لَهُمْ
اَعْمَالَهُمْ
فَهُمْ
يَعْمَهُونَۜ
٤
İnne-lleżîne lâ yu/minûne bil-âḣirati zeyyennâ lehum a’mâlehum fehum ya’mehûn(e)
Şüphesiz, ahiret hayatına inanmayanların işlerini biz kendilerine güzel göstermişizdir de o yüzden bocalayıp dururlar.
اُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
لَهُمْ
سُٓوءُ
الْعَذَابِ
وَهُمْ
فِي
الْاٰخِرَةِ
هُمُ
الْاَخْسَرُونَ
٥
Ulâ-ike-lleżîne lehum sû-u-l’ażâbi vehum fî-l-âḣirati humu-l-aḣserûn(e)
Onlar, azabın en kötüsü kendilerine has olan kimselerdir. Onlar ahirette en çok ziyana uğrayanlardır.
وَاِنَّكَ
لَتُلَقَّى
الْقُرْاٰنَ
مِنْ
لَدُنْ
حَك۪يمٍ
عَل۪يمٍ
٦
Ve-inneke letulekkâ-lkur-âne min ledun hakîmin ‘alîm(in)
Şüphesiz bu Kur'an sana, hüküm ve hikmet sahibi, hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir.
اِذْ
قَالَ
مُوسٰى
لِاَهْلِه۪ٓ
اِنّ۪ٓي
اٰنَسْتُ
نَاراًۜ
سَاٰت۪يكُمْ
مِنْهَا
بِخَبَرٍ
اَوْ
اٰت۪يكُمْ
بِشِهَابٍ
قَبَسٍ
لَعَلَّكُمْ
تَصْطَلُونَ
٧
İż kâle mûsâ li-ehlihi innî ânestu nâran seâtîkum minhâ biḣaberin ev âtîkum bişihâbin kabesin le’allekum testalûn(e)
Hani Mûsâ ailesine, "Ben bir ateş gördüm, ondan size bir haber, yahut ısınasınız diye bir kor ateş getireceğim" demişti.
فَلَمَّا
جَٓاءَهَا
نُودِيَ
اَنْ
بُورِكَ
مَنْ
فِي
النَّارِ
وَمَنْ
حَوْلَهَاۜ
وَسُبْحَانَ
اللّٰهِ
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَ
٨
Felemmâ câehâ nûdiye en bûrike men fî-nnâri vemen havlehâ vesubhâna(A)llâhi rabbi-l’âlemîn(e)
(Mûsâ) Ateşe varınca ona şöyle seslenildi: "Ateşin başındaki de çevresindekiler de kutlu olsun! Âlemlerin Rabbi olan Allah eksikliklerden uzaktır."
يَا مُوسٰٓى
اِنَّـهُٓ
اَنَا
اللّٰهُ
الْعَز۪يزُ
الْحَك۪يمُۙ
٩
Yâ mûsâ innehu ena(A)llâhu-l’azîzu-lhakîm(u)
"Ey Mûsâ! Gerçek şu ki, ben mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ım."
وَاَلْقِ
عَصَاكَۜ
فَلَمَّا
رَاٰهَا
تَهْتَزُّ
كَاَنَّهَا
جَٓانٌّ
وَلّٰى
مُدْبِراً
وَلَمْ
يُعَقِّبْۜ
يَا
مُوسٰى
لَا
تَخَفْ
اِنّ۪ي
لَا
يَخَافُ
لَدَيَّ
الْمُرْسَلُونَۗ
١٠
Veelki ‘asâk(e)(c) felemmâ raâhâ tehtezzu keennehâ cânnun vellâ mudbiran velem yu’akkib(c) yâ mûsâ lâ teḣaf innî lâ yeḣâfu ledeyye-lmurselûn(e)
"Değneğini at." (Mûsâ değneğini attı) Onu yılanmış gibi hareket eder görünce, dönüp ardına bakmadan kaçtı. (Allah şöyle dedi): "Ey Mûsâ korkma! Benim katımda peygamberler korkmazlar."
اِلَّا
مَنْ
ظَلَمَ
ثُمَّ
بَدَّلَ
حُسْناً
بَعْدَ
سُٓوءٍ
فَاِنّ۪ي
غَفُورٌ
رَح۪يمٌ
١١
İllâ men zaleme śümme beddele husnen ba’de sû-in fe-innî ġafûrun rahîm(un)
"Ancak kim zulmeder de sonra (yaptığı) kötülüğün yerine iyilik yaparsa bilsin ki şüphesiz ben çok bağışlayıcıyım, çok merhamet edenim."
وَاَدْخِلْ
يَدَكَ
ف۪ي
جَيْبِكَ
تَخْرُجْ
بَيْضَٓاءَ
مِنْ
غَيْرِ
سُٓوءٍ
ف۪ي
تِسْعِ
اٰيَاتٍ
اِلٰى
فِرْعَوْنَ
وَقَوْمِه۪ۜ
اِنَّهُمْ
كَانُوا
قَوْماً
فَاسِق۪ينَ
١٢
Veedḣil yedeke fî ceybike taḣruc beydâe min ġayri sû-/(in)(s) fî tis’i âyâtin ilâ fir’avne vekavmih(i)(c) innehum kânû kavmen fâsikîn(e)
"Elini koynuna sok; Firavun'a ve onun kavmine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak, kusursuz bembeyaz olarak çıksın. Çünkü onlar fasık bir kavimdir."
فَلَمَّا
جَٓاءَتْهُمْ
اٰيَاتُنَا
مُبْصِرَةً
قَالُوا
هٰذَا
سِحْرٌ
مُب۪ينٌۚ
١٣
Felemmâ câet-hum âyâtunâ mubsiraten kâlû hâżâ sihrun mubîn(un)
Nitekim âyetlerimiz kendilerine gerçeği gösterecek biçimde gelince, "Bu apaçık bir sihirdir" dediler.
وَجَحَدُوا
بِهَا
وَاسْتَيْقَنَتْهَٓا
اَنْفُسُهُمْ
ظُلْماً
وَعُلُواًّۜ
فَانْظُرْ
كَيْفَ
كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُفْسِد۪ينَ۟
١٤
Vecehadû bihâ vesteykanet-hâ enfusuhum zulmen ve’uluvvâ(en)(c) fenzur keyfe kâne ‘âkibetu-lmufsidîn(e)
Kendileri de bunların hak olduklarını kesin olarak bildikleri halde sırf zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından ötürü onları inkar ettiler. Ama bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!"
وَلَقَدْ
اٰتَيْنَا
دَاوُ۫دَ
وَسُلَيْمٰنَ
عِلْماًۚ
وَقَالَا
الْحَمْدُ
لِلّٰهِ
الَّذ۪ي
فَضَّلَنَا
عَلٰى
كَث۪يرٍ
مِنْ
عِبَادِهِ
الْمُؤْمِن۪ينَ
١٥
Velekad âteynâ dâvûde vesuleymâne ‘ilmâ(en)(s) vekâlâ-lhamdu li(A)llâhi-lleżî faddalenâ ‘alâ keśîrin min ‘ibâdihi-lmu/minîn(e)
Andolsun! Biz Dâvûd'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar, "Hamd, bizi mü'min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a mahsustur" dediler.
وَوَرِثَ
سُلَيْمٰنُ
دَاوُ۫دَ
وَقَالَ
يَٓا
اَيُّهَا
النَّاسُ
عُلِّمْنَا
مَنْطِقَ
الطَّيْرِ
وَاُو۫ت۪ينَا
مِنْ
كُلِّ
شَيْءٍۜ
اِنَّ
هٰذَا
لَهُوَ
الْفَضْلُ
الْمُب۪ينُ
١٦
Veveriśe suleymânu dâvûd(e)(s) vekâle yâ eyyuhâ-nnâsu ‘ullimnâ mentika-ttayri veûtînâ min kulli şey-/(in)(s) inne hâżâ lehuve-lfadlu-lmubîn(u)
Süleyman, Dâvûd'a varis oldu ve, "Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve bize her şey verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lütuftur" dedi.
وَحُشِرَ
لِسُلَيْمٰنَ
جُنُودُهُ
مِنَ
الْجِنِّ
وَالْاِنْسِ
وَالطَّيْرِ
فَهُمْ
يُوزَعُونَ
١٧
Vehuşira lisuleymâne cunûduhu mine-lcinni vel-insi ve-ttayri fehum yûze’ûn(e)
Süleyman'ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen orduları onun önünde toplandı. Hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyorlardı.
حَتّٰٓى
اِذَٓا
اَتَوْا
عَلٰى
وَادِ
النَّمْلِۙ
قَالَتْ
نَمْلَةٌ
يَٓا اَيُّهَا
النَّمْلُ
ادْخُلُوا
مَسَاكِنَكُمْۚ
لَا
يَحْطِمَنَّكُمْ
سُلَيْمٰنُ
وَجُنُودُهُۙ
وَهُمْ
لَا
يَشْعُرُونَ
١٨
Hattâ iżâ etev ‘alâ vâdi-nnemli kâlet nemletun yâ eyyuhâ-nnemlu-dḣulû mesâkinekum lâ yahtimennekum suleymânu vecunûduhu vehum lâ yeş’urûn(e)
Nihayet karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler" dedi.
فَتَبَسَّمَ
ضَاحِكاً
مِنْ
قَوْلِهَا
وَقَالَ
رَبِّ
اَوْزِعْن۪ٓي
اَنْ
اَشْكُرَ
نِعْمَتَكَ
الَّت۪ٓي
اَنْعَمْتَ
عَلَيَّ
وَعَلٰى
وَالِدَيَّ
وَاَنْ
اَعْمَلَ
صَالِحاً
تَرْضٰيهُ
وَاَدْخِلْن۪ي
بِرَحْمَتِكَ
ف۪ي
عِبَادِكَ
الصَّالِح۪ينَ
١٩
Fetebesseme dâhiken min kavlihâ vekâle rabbi evzi’nî en eşkura ni’meteke-lletî en’amte ‘aleyye ve’alâ vâlideyye veen a’mele sâlihan terdâhu veedḣilnî birahmetike fî ‘ibâdike-ssâlihîn(e)
Süleyman, onun bu sözüne tebessüm ile gülerek dedi ki: "Ey Rabbim! Beni; bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!"
وَتَفَقَّدَ
الطَّيْرَ
فَقَالَ
مَا
لِيَ
لَٓا
اَرَى
الْهُدْهُدَۘ
اَمْ
كَانَ
مِنَ
الْغَٓائِب۪ينَ
٢٠
Vetefekkade-ttayra fekâle mâ liye lâ erâ-lhudhude em kâne mine-lġâ-ibîn(e)
Süleyman kuşlara göz atıp yokladı ve şöyle dedi: "Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?"
لَاُعَذِّبَنَّهُ
عَذَاباً
شَد۪يداً
اَوْ
لَا۬اَذْبَحَنَّهُٓ
اَوْ
لَيَأْتِيَنّ۪ي
بِسُلْطَانٍ
مُب۪ينٍ
٢١
Leu’ażżibennehu ‘ażâben şedîden ev leeżbehannehu ev leye/tiyennî bisultânin mubîn(in)
"Bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirmedikçe kesinlikle onu ağır bir şekilde cezalandıracağım, ya da kafasını keseceğim."
فَمَكَثَ
غَيْرَ
بَع۪يدٍ
فَقَالَ
اَحَطْتُ
بِمَا
لَمْ
تُحِطْ
بِه۪
وَجِئْتُكَ
مِنْ
سَبَأٍ
بِنَبَأٍ
يَق۪ينٍ
٢٢
Femekeśe ġayra ba’îdin fekâle ehattu bimâ lem tuhit bihi ve ci/tuke min sebe-in binebe-in yakîn(in)
Derken Hüdhüd çok beklemedi, çıkageldi ve (Süleyman'a) şöyle dedi: "Senin bilmediğin bir şey öğrendim. Sebe'den sana sağlam bir haber getirdim."
اِنّ۪ي
وَجَدْتُ
امْرَاَةً
تَمْلِكُهُمْ
وَاُو۫تِيَتْ
مِنْ
كُلِّ
شَيْءٍ
وَلَهَا
عَرْشٌ
عَظ۪يمٌ
٢٣
İnnî vecedtu-mraeten temlikuhum veûtiyet min kulli şey-in velehâ ‘arşun ‘azîm(un)
"Ben, onlara (Sebe halkına) hükümdarlık eden, kendisine her şeyden bolca verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadın gördüm."
وَجَدْتُهَا
وَقَوْمَهَا
يَسْجُدُونَ
لِلشَّمْسِ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
وَزَيَّنَ
لَهُمُ
الشَّيْطَانُ
اَعْمَالَهُمْ
فَصَدَّهُمْ
عَنِ
السَّب۪يلِ
فَهُمْ
لَا
يَهْتَدُونَۙ
٢٤
Vecedtuhâ vekavmehâ yescudûne lişşemsi min dûni(A)llâhi vezeyyene lehumu-şşeytânu a’mâlehum fesaddehum ‘ani-ssebîli fehum lâ yehtedûn(e)
"Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve böylece onları yoldan çıkarmış. Bu yüzden de onlar doğru yolu bulamıyorlar."
اَلَّا
يَسْجُدُوا
لِلّٰهِ
الَّذ۪ي
يُخْرِجُ
الْخَبْءَ
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَيَعْلَمُ
مَا
تُخْفُونَ
وَمَا
تُعْلِنُونَ
٢٥
Ellâ yescudû li(A)llâhi-lleżî yuḣricu-lḣab-e fî-ssemâvâti vel-ardi veya’lemu mâ tuḣfûne vemâ tu’linûn(e)
"Göklerde ve yerde gizli olanı ortaya çıkaran, sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilen Allah'a secde etmesinler diye (şeytan onları yoldan çıkarmış.)"
اَللّٰهُ
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّا
هُوَ
رَبُّ
الْعَرْشِ
الْعَظ۪يمِ
٢٦
(A)llâhu lâ ilâhe illâ huve rabbu-l’arşi-l’azîm(i)
Allah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayandır. Büyük Arş'ın Rabbidir.
قَالَ
سَنَنْظُرُ
اَصَدَقْتَ
اَمْ
كُنْتَ
مِنَ
الْكَاذِب۪ينَ
٢٧
Kâle senenzuru esadakte em kunte mine-lkâżibîn(e)
Süleyman, Hüdhüd'e şöyle dedi: "Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan mısın, göreceğiz."
اِذْهَبْ
بِكِتَاب۪ي
هٰذَا
فَاَلْقِهْ
اِلَيْهِمْ
ثُمَّ
تَوَلَّ
عَنْهُمْ
فَانْظُرْ
مَاذَا
يَرْجِعُونَ
٢٨
İżheb bikitâbî hâżâ feelkih ileyhim śümme tevelle ‘anhum fenzur mâżâ yerci’ûn(e)
"Benim şu mektubumu götür onlara at, sonra da yanlarından ayrıl ve ne sonuca varacaklarına bak."
قَالَتْ
يَٓا
اَيُّهَا
الْمَلَؤُ۬ا
اِنّ۪ٓي
اُلْقِيَ
اِلَيَّ
كِتَابٌ
كَر۪يمٌ
٢٩
Kâlet yâ eyyuhâ-lmeleu innî ulkiye ileyye kitâbun kerîm(un)
Sebe kraliçesi Belkıs dedi ki: "Ey ileri gelenler! Bana çok önemli bir mektup atıldı."
اِنَّهُ
مِنْ
سُلَيْمٰنَ
وَاِنَّهُ
بِسْمِ
اللّٰهِ
الرَّحْمٰنِ
الرَّح۪يمِۙ
٣٠
İnnehu min suleymâne ve-innehu bismi(A)llâhi-rrahmâni-rrahîm(i)
"Mektup Süleyman'dan gelmiştir. O, "Bismillahirrahmânirrahîm" diye başlamakta ve içinde ‘Bana karşı büyüklük taslamayın ve teslimiyet göstererek bana gelin' denilmektedir."
اَلَّا
تَعْلُوا
عَلَيَّ
وَأْتُون۪ي
مُسْلِم۪ينَ۟
٣١
Ellâ ta’lû ‘aleyye ve/tûnî muslimîn(e)
"Mektup Süleyman'dan gelmiştir. O, "Bismillahirrahmânirrahîm" diye başlamakta ve içinde ‘Bana karşı büyüklük taslamayın ve teslimiyet göstererek bana gelin' denilmektedir."
قَالَتْ
يَٓا
اَيُّهَا
الْمَلَؤُ۬ا
اَفْتُون۪ي
ف۪ٓي
اَمْر۪يۚ
مَا
كُنْتُ
قَاطِعَةً
اَمْراً
حَتّٰى
تَشْهَدُونِ
٣٢
Kâlet yâ eyyuhâ-lmeleu eftûnî fî emrî mâ kuntu kâti’aten emran hattâ teşhedûn(e)
"Ey ileri gelenler! Durumum hakkında bana görüş bildirin. Sizler yanımda bulunmadıkça hiçbir işe kesin olarak karar vermem."
قَالُوا
نَحْنُ
اُو۬لُوا
قُوَّةٍ
وَاُو۬لُوا
بَأْسٍ
شَد۪يدٍ
وَالْاَمْرُ
اِلَيْكِ
فَانْظُر۪ي
مَاذَا
تَأْمُر۪ينَ
٣٣
Kâlû nahnu ulû kuvvetin veulû be/sin şedîdin vel-emru ileyki fenzurî mâżâ te/murîn(e)
Dediler ki: "Biz güçlü kimseleriz ve çetin savaşçılarız. Emir senin. Ne emredeceğini düşün."
قَالَتْ
اِنَّ
الْمُلُوكَ
اِذَا
دَخَلُوا
قَرْيَةً
اَفْسَدُوهَا
وَجَعَلُٓوا
اَعِزَّةَ
اَهْلِهَٓا
اَذِلَّةًۚ
وَكَذٰلِكَ
يَفْعَلُونَ
٣٤
Kâlet inne-lmulûke iżâ deḣalû karyeten efsedûhâ vece’alû e’izzete ehlihâ eżille(ten)(s) vekeżâlike yef’alûn(e)
(Kraliçe Belkıs) şöyle dedi: "Krallar bir memlekete girdi mi, orayı harap ederler ve halkının ileri gelenlerini zelil hale getirirler. İşte onlar böyle yaparlar."
وَاِنّ۪ي
مُرْسِلَةٌ
اِلَيْهِمْ
بِهَدِيَّةٍ
فَنَاظِرَةٌ
بِمَ
يَرْجِعُ
الْمُرْسَلُونَ
٣٥
Ve-innî mursiletun ileyhim bihediyyetin fenâziratun bime yerci’u-lmurselûn(e)
"Ben onlara bir hediye gönderip elçilerin ne haber ile döneceklerine bakacağım."
فَلَمَّا
جَٓاءَ
سُلَيْمٰنَ
قَالَ
اَتُمِدُّونَنِ
بِمَالٍۘ
فَمَٓا
اٰتٰينِيَ
اللّٰهُ
خَيْرٌ
مِمَّٓا
اٰتٰيكُمْۚ
بَلْ
اَنْتُمْ
بِهَدِيَّتِكُمْ
تَفْرَحُونَ
٣٦
Felemmâ câe suleymâne kâle etumiddûneni bimâlin femâ âtâniya(A)llâhu ḣayrun mimmâ âtâkum bel entum bihediyyetikum tefrahûn(e)
(Elçilerin sözcüsü) Süleyman'ın huzuruna gelince, Süleyman ona şöyle dedi: "Siz beni mal ile desteklemek (ve böylece etkilemek) mi istiyorsunuz? Oysa Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha hayırlıdır. Fakat hediyenizle ancak siz sevinirsiniz."
اِرْجِعْ
اِلَيْهِمْ
فَلَنَأْتِيَنَّهُمْ
بِجُنُودٍ
لَا
قِبَلَ
لَهُمْ
بِهَا
وَلَنُخْرِجَنَّهُمْ
مِنْهَٓا
اَذِلَّةً
وَهُمْ
صَاغِرُونَ
٣٧
İrci’ ileyhim felene/tiyennehum bicunûdin lâkibele lehum bihâ velenuḣricennehum minhâ eżilleten vehum sâġirûn(e)
"Sen onlara dön. Andolsun, biz onlara, karşı koyamayacakları ordularla gelir ve onları oradan aşağılanmış ve küçük düşürülmüş olarak çıkarırız."
قَالَ
يَٓا
اَيُّهَا
الْمَلَؤُ۬ا
اَيُّكُمْ
يَأْت۪ين۪ي
بِعَرْشِهَا
قَبْلَ
اَنْ
يَأْتُون۪ي
مُسْلِم۪ينَ
٣٨
Kâle yâ eyyuhâ-lmeleu eyyukum ye/tînî bi’arşihâ kable en ye/tûnî muslimîn(e)
Süleyman, "Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim olmadan önce hanginiz bana onun (kraliçenin) tahtını getirebilir?"
قَالَ
عِفْر۪يتٌ
مِنَ
الْجِنِّ
اَنَا۬
اٰت۪يكَ
بِه۪
قَبْلَ
اَنْ
تَقُومَ
مِنْ
مَقَامِكَۚ
وَاِنّ۪ي
عَلَيْهِ
لَقَوِيٌّ
اَم۪ينٌ
٣٩
Kâle ‘ifrîtun mine-lcinni enâ âtîke bihi kable en tekûme min makâmik(e)(s) ve-innî ‘aleyhi lekaviyyun emîn(un)
Cinlerden bir ifrit,"Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim" dedi.
قَالَ
الَّذ۪ي
عِنْدَهُ
عِلْمٌ
مِنَ
الْكِتَابِ
اَنَا۬
اٰت۪يكَ
بِه۪
قَبْلَ
اَنْ
يَرْتَدَّ
اِلَيْكَ
طَرْفُكَۜ
فَلَمَّا
رَاٰهُ
مُسْتَقِراًّ
عِنْدَهُ
قَالَ
هٰذَا
مِنْ
فَضْلِ
رَبّ۪ي۠
لِيَبْلُوَن۪ٓي
ءَاَشْكُرُ
اَمْ
اَكْفُرُۜ
وَمَنْ
شَكَرَ
فَاِنَّمَا
يَشْكُرُ
لِنَفْسِه۪ۚ
وَمَنْ
كَفَرَ
فَاِنَّ
رَبّ۪ي
غَنِيٌّ
كَر۪يمٌ
٤٠
Kâle-lleżî ‘indehu ‘ilmun mine-lkitâbi enâ âtîke bihi kable en yertedde ileyke tarfuk(e)(s) felemmâ raâhu mustekirran ‘indehu kâle hâżâ min fadli rabbî liyebluvenî eeşkuru em ekfur(u)(s) vemen şekera fe-innemâ yeşkuru linefsih(i)(s) vemen kefera fe-inne rabbî ġaniyyun kerîm(un)
Kitaptan bilgisi olan biri, "Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm" dedi. Süleyman tahtı yanında yerleşmiş halde görünce şöyle dedi: "Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir."
قَالَ
نَكِّرُوا
لَهَا
عَرْشَهَا
نَنْظُرْ
اَتَهْتَد۪ٓي
اَمْ
تَكُونُ
مِنَ
الَّذ۪ينَ
لَا
يَهْتَدُونَ
٤١
Kâle nekkirû lehâ ‘arşehâ nenzur etehtedî em tekûnu mine-lleżîne lâ yehtedûn(e)
Süleyman, "Tahtını tanınmaz hale getirin. Bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayacaklardan mı olacak?" dedi.
فَلَمَّا
جَٓاءَتْ
ق۪يلَ
اَهٰكَذَا
عَرْشُكِۜ
قَالَتْ
كَاَنَّهُ
هُوَۚ
وَاُو۫ت۪ينَا
الْعِلْمَ
مِنْ
قَبْلِهَا
وَكُنَّا
مُسْلِم۪ينَ
٤٢
Felemmâ câet kîle ehâkeżâ ‘arşuk(i)(s) kâlet keennehu hu(ve)(c) veûtînâ-l’ilme min kablihâ vekunnâ muslimîn(e)
Belkıs gelince, "Senin tahtın böyle mi?" denildi. O da, "Sanki o! Fakat zaten daha önce bize bilgi verilmişti ve biz teslimiyet göstermiştik" dedi.
وَصَدَّهَا
مَا
كَانَتْ
تَعْبُدُ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِۜ
اِنَّهَا
كَانَتْ
مِنْ
قَوْمٍ
كَافِر۪ينَ
٤٣
Vesaddehâ mâ kânet ta’budu min dûni(A)llâh(i)(s) innehâ kânet min kavmin kâfirîn(e)
Daha önce Allah'tan başka taptığı şeyler ona engel olmuştu. Çünkü o inkâr eden bir kavimden idi.
ق۪يلَ
لَهَا
ادْخُلِي
الصَّرْحَۚ
فَلَمَّا
رَاَتْهُ
حَسِبَتْهُ
لُجَّةً
وَكَشَفَتْ
عَنْ
سَاقَيْهَاۜ
قَالَ
اِنَّهُ
صَرْحٌ
مُمَرَّدٌ
مِنْ
قَوَار۪يرَۜ
قَالَتْ
رَبِّ
اِنّ۪ي
ظَلَمْتُ
نَفْس۪ي
وَاَسْلَمْتُ
مَعَ
سُلَيْمٰنَ
لِلّٰهِ
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَ۟
٤٤
Kîle lehâ-dḣulî-ssarh(a)(s) felemmâ raet-hu hasibet-hu lucceten vekeşefet ‘an sâkayhâ(c) kâle innehu sarhun mumerradun min kavârîr(a)(k) kâlet rabbi innî zalemtu nefsî veeslemtu me’a suleymâne li(A)llâhi rabbi-l’âlemîn(e)
Ona "köşke gir" denildi. Köşkü görünce onu(zeminini) derin bir su sandı ve eteklerini topladı. Süleyman ona "Bu, (zemini) billurdan döşenmiş bir köşktür" dedi. Belkıs, "Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" dedi.
وَلَقَدْ
اَرْسَلْـنَٓا
اِلٰى
ثَمُودَ
اَخَـاهُمْ
صَـالِحاً
اَنِ
اعْبُـدُوا
اللّٰهَ
فَاِذَا
هُمْ
فَر۪يقَانِ
يَخْتَصِمُونَ
٤٥
Velekad erselnâ ilâ śemûde eḣâhum sâlihan eni-’budû(A)llâhe fe-iżâ hum ferîkâni yaḣtesimûn(e)
Andolsun biz, "Allah'a kulluk edin" diye (uyarması için) Semûd kavmine, kardeşleri Salih'i peygamber olarak göndermiştik. Bir de ne görsün, onlar birbiriyle çekişen iki grup olmuşlar.
قَالَ
يَا
قَوْمِ
لِمَ
تَسْتَعْجِلُونَ
بِالسَّيِّئَةِ
قَبْلَ
الْحَسَنَةِۚ
لَوْلَا
تَسْتَغْفِرُونَ
اللّٰهَ
لَعَلَّكُمْ
تُرْحَمُونَ
٤٦
Kâle yâkavmi lime testa’cilûne bi-sseyyi-eti kable-lhasene(ti)(s) levlâ testaġfirûna(A)llâhe le’allekum turhamûn(e)
Salih onlara, "Ey kavmim! Niçin iyilikten önce kötülüğün acele gelmesini istiyorsunuz? Merhamet edilmeniz için Allah'tan bağışlanma dileseniz ya!"
قَالُوا
اطَّيَّرْنَا
بِكَ
وَبِمَنْ
مَعَكَۜ
قَالَ
طَٓائِرُكُمْ
عِنْدَ
اللّٰهِ
بَلْ
اَنْتُمْ
قَوْمٌ
تُفْتَنُونَ
٤٧
Kâlû-ttayyernâ bike vebimen me’ak(e)(c) kâle tâ-irukum ‘inda(A)llâh(i)(s) bel entum kavmun tuftenûn(e)
Onlar, "Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler. Salih, "Sizin uğursuzluğunuzun sebebi Allah katında(yazılı)dır. Aslında siz imtihan edilmekte olan bir kavimsiniz" dedi.
وَكَانَ
فِي
الْمَد۪ينَةِ
تِسْعَةُ
رَهْطٍ
يُفْسِدُونَ
فِي
الْاَرْضِ
وَلَا
يُصْلِحُونَ
٤٨
Vekâne fî-lmedîneti tis’atu rahtin yufsidûne fî-l-ardi velâ yuslihûn(e)
Şehirde dokuz kişilik bir çete vardı. Bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar ve ıslaha çalışmıyorlardı.
قَالُوا
تَقَاسَمُوا
بِاللّٰهِ
لَنُبَيِّتَنَّهُ
وَاَهْلَهُ
ثُمَّ
لَنَقُولَنَّ
لِوَلِيِّه۪
مَا
شَهِدْنَا
مَهْلِكَ
اَهْلِه۪
وَاِنَّا
لَصَادِقُونَ
٤٩
Kâlû tekâsemû bi(A)llâhi lenubeyyitennehu veehlehu śümme lenekûlenne liveliyyihi mâ şehidnâ mehlike ehlihi ve-innâ lesâdikûn(e)
Aralarında Allah adına and içerek şöyle dediler: "Mutlaka onu ve ailesini geceleyin öldüreceğiz sonra da velisine; ‘Biz onun ailesinin öldürülüşüne şahit olmadık. Biz kesinlikle doğru söyleyenleriz', diyeceğiz."
وَمَكَرُوا
مَكْراً
وَمَكَرْنَا
مَكْراً
وَهُمْ
لَا
يَشْعُرُونَ
٥٠
Vemekerû mekran vemekernâ mekran vehum lâ yeş’urûn(e)
Onlar bir tuzak kurdular. Farkında değillerken Allah da bir tuzak kurdu.
فَانْظُرْ
كَيْفَ
كَانَ
عَاقِبَةُ
مَكْرِهِمْۙ
اَنَّا
دَمَّرْنَاهُمْ
وَقَوْمَهُمْ
اَجْمَع۪ينَ
٥١
Fenzur keyfe kâne ‘âkibetu mekrihim ennâ demmernâhum vekavmehum ecme’în(e)
Bak onların tuzaklarının sonucu nasıl oldu: Biz onları ve kavimlerini topyekün helak ettik.
فَتِلْكَ
بُيُوتُهُمْ
خَاوِيَةً
بِمَا
ظَلَمُواۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةً
لِقَوْمٍ
يَعْلَمُونَ
٥٢
Fetilke buyûtuhum ḣâviyeten bimâ zalemû(k) inne fî żâlike leâyeten likavmin ya’lemûn(e)
İşte zulümleri yüzünden harabeye dönmüş evleri! Şüphesiz bunda bilen bir kavim için bir ibret vardır.
وَاَنْجَيْنَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَكَانُوا
يَتَّقُونَ
٥٣
Veenceynâ-lleżîne âmenû vekânû yettekûn(e)
İman edip Allah'a karşı gelmekten sakınmakta olanları ise kurtardık.
وَلُوطاً
اِذْ
قَالَ
لِقَوْمِه۪ٓ
اَتَأْتُونَ
الْفَاحِشَةَ
وَاَنْتُمْ
تُبْصِرُونَ
٥٤
Velûtan iż kâle likavmihi ete/tûne-lfâhişete veentum tubsirûn(e)
Lût'u da (Peygamber olarak gönderdik.) Hani o kavmine şöyle demişti: "Göz göre göre o çirkin işi mi yapıyorsunuz?"
اَئِنَّكُمْ
لَتَأْتُونَ
الرِّجَالَ
شَهْوَةً
مِنْ
دُونِ
النِّسَٓاءِۜ
بَلْ
اَنْتُمْ
قَوْمٌ
تَجْهَلُونَ
٥٥
E-innekum lete/tûne-rricâle şehveten min dûni-nnisâ-/(i)(c) bel entum kavmun techelûn(e)
"Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi varıyorsunuz? Doğrusu siz ne yaptığını bilmez bir toplumsunuz."
فَمَا
كَانَ
جَوَابَ
قَوْمِه۪ٓ
اِلَّٓا
اَنْ
قَالُٓوا
اَخْرِجُٓوا
اٰلَ
لُوطٍ
مِنْ
قَرْيَتِكُمْۚ
اِنَّهُمْ
اُنَاسٌ
يَتَطَهَّرُونَ
٥٦
Femâ kâne cevâbe kavmihi illâ en kâlû aḣricû âle lûtin min karyetikum(s) innehum unâsun yetetahherûn(e)
Bunun üzerine kavminin cevabı ancak şöyle demek oldu: "Lût'un ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü Onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış(!)"
فَاَنْجَيْنَاهُ
وَاَهْلَـهُٓ
اِلَّا
امْرَاَتَهُۘ
قَدَّرْنَاهَا
مِنَ
الْغَابِر۪ينَ
٥٧
Feenceynâhu ve ehlehu illâ-mraetehu kaddernâhâ mine-lġâbirîn(e)
Biz de onu ve ailesini kurtardık. Ancak karısı başka. Onun geride kalıp helak olmasını takdir ettik.
وَاَمْطَرْنَا
عَلَيْهِمْ
مَطَراًۚ
فَسَٓاءَ
مَطَرُ
الْمُنْذَر۪ينَ۟
٥٨
Veemtarnâ ‘aleyhim matarâ(an)(s) fesâe mataru-lmunżerîn(e)
Onların üzerine bir yağmur (gibi taş) yağdırdık. (Başlarına gelecekler konusunda) uyarılanların yağmuru ne kötüydü!
قُلِ
الْحَمْدُ
لِلّٰهِ
وَسَلَامٌ
عَلٰى
عِبَادِهِ
الَّذ۪ينَ
اصْطَفٰىۜ
آٰللّٰهُ
خَيْرٌ
اَمَّا
يُشْرِكُونَۜ
٥٩
Kuli-lhamdu li(A)llâhi veselâmun ‘alâ ‘ibâdihi-lleżîne-stafâ(k) (Â)llâhu ḣayrun emmâ yuşrikûn(e)
(Ey Muhammed!) De ki: "Hamd Allah'a mahsustur. Selam O'nun seçtiği kullarına." Allah mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı?
اَمَّنْ
خَلَقَ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ
وَاَنْزَلَ
لَكُمْ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
مَٓاءًۚ
فَاَنْبَتْنَا
بِه۪
حَدَٓائِقَ
ذَاتَ
بَهْجَةٍۚ
مَا
كَانَ
لَكُمْ
اَنْ
تُنْبِتُوا
شَجَرَهَاۜ
ءَاِلٰهٌ
مَعَ
اللّٰهِۜ
بَلْ
هُمْ
قَوْمٌ
يَعْدِلُونَۜ
٦٠
Emmen ḣaleka-ssemâvâti vel-arda ve enzele lekum mine-ssemâ-i mâen feenbetnâ bihi hadâ-ika żâte behcetin mâ kâne lekum en tunbitû şecerahâ(k) e-ilâhun me’a(A)llâh(i)(c) bel hum kavmun ya’dilûn(e)
Yahut gökleri ve yeri yaratan ve size gökten yağmur indirip, onunla, ağaçlarını sizin yetiştiremeyeceğiniz gönül alıcı güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah ile birlikte başka ilah mı var!? Hayır onlar (Allah'a) eş tutan bir kavimdir.
اَمَّنْ
جَعَلَ
الْاَرْضَ
قَرَاراً
وَجَعَلَ
خِلَالَـهَٓا
اَنْهَاراً
وَجَعَلَ
لَهَا
رَوَاسِيَ
وَجَعَلَ
بَيْنَ
الْبَحْرَيْنِ
حَاجِزاًۜ
ءَاِلٰهٌ
مَعَ
اللّٰهِۜ
بَلْ
اَكْثَرُهُمْ
لَا
يَعْلَمُونَۜ
٦١
Emmen ce’ale-l-arda karâran vece’ale ḣilâlehâ enhâran vece’ale lehâ ravâsiye vece’ale beyne-lbahrayni hâcizâ(en)(k) e-ilâhun me’a(A)llâh(i)(c) bel ekśeruhum lâ ya’lemûn(e)
Yahut yeryüzünü karar kılma yeri yapan, içinde nehirler akıtan, onun için oturaklı dağlar yapan ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var!? Hayır onların çoğu bilmiyor!
اَمَّنْ
يُج۪يبُ
الْمُضْطَرَّ
اِذَا
دَعَاهُ
وَيَكْشِفُ
السُّٓوءَ
وَيَجْعَلُكُمْ
خُلَـفَٓاءَ
الْاَرْضِۜ
ءَاِلٰهٌ
مَعَ
اللّٰهِۜ
قَل۪يلاً
مَا
تَذَكَّرُونَۜ
٦٢
Emmen yucîbu-lmudtarra iżâ de’âhu veyekşifu-ssû-e veyec’alukum ḣulefâe-l-ard(i)(k) e-ilâhun me’a(A)llâh(i)(c) kalîlen mâ teżekkerûn(e)
Yahut kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap veren ve başa gelen kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile birlikte başka ilah mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz!
اَمَّنْ
يَهْد۪يكُمْ
ف۪ي
ظُلُمَاتِ
الْبَرِّ
وَالْبَحْرِ
وَمَنْ
يُرْسِلُ
الرِّيَاحَ
بُشْراً
بَيْنَ
يَدَيْ
رَحْمَتِه۪ۜ
ءَاِلٰهٌ
مَعَ
اللّٰهِۜ
تَعَالَى
اللّٰهُ
عَمَّا
يُشْرِكُونَۜ
٦٣
Emmen yehdîkum fî zulumâti-lberri velbahri vemen yursilu-rriyâha buşran beyne yedey rahmetih(i)(k) e-ilâhun me’a(A)llâh(i)(c) te’âla(A)llâhu ‘ammâ yuşrikûn(e)
Yahut karanın ve denizin karanlıklarında size yolunuzu gösteren ve rahmetinin önünden rüzgarları bir müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var!? Allah onların ortak koştuklarından yücedir.
اَمَّنْ
يَبْدَؤُا
الْخَلْقَ
ثُمَّ
يُع۪يدُهُ
وَمَنْ
يَرْزُقُكُمْ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
وَالْاَرْضِۜ
ءَاِلٰهٌ
مَعَ
اللّٰهِۜ
قُلْ
هَاتُوا
بُرْهَانَكُمْ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
٦٤
Emmen yebdeu-lḣalka śümme yu’îduhu vemen yerzukukum mine-ssemâ-i vel-ard(i)(k) e-ilâhun me’a(A)llâh(i)(c) kul hâtû burhânekum in kuntum sâdikîn(e)
Yoksa, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var!? De ki, "Eğer doğru söyleyenler iseniz kesin delilinizi getirin."
قُلْ
لَا
يَعْلَمُ
مَنْ
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
الْغَيْبَ
اِلَّا
اللّٰهُۜ
وَمَا
يَشْعُرُونَ
اَيَّانَ
يُبْعَثُونَ
٦٥
Kul lâ ya’lemu men fî-ssemâvâti vel-ardi-lġaybe illa(A)llâh(u)(c) vemâ yeş’urûne eyyâne yub’aśûn(e)
De ki: "Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler."
بَلِ
ادَّارَكَ
عِلْمُهُمْ
فِي
الْاٰخِرَةِ۠
بَلْ
هُمْ
ف۪ي
شَكٍّ
مِنْهَا۠
بَلْ
هُمْ
مِنْهَا
عَمُونَ۟
٦٦
Beli-ddârake ‘ilmuhum fî-l-âḣira(ti)(c) bel hum fî şekkin minhâ(s) bel hum minhâ ‘amûn(e)
Ahiret (gününün gerçekleşeceği) hakkında bilgi (peygamberler aracılığı ile)onlara peşpeşe gelmiştir. Fakat onlar bu konuda şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar ahiretten yana kördürler.
وَقَالَ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُٓوا
ءَاِذَا
كُنَّا
تُرَاباً
وَاٰبَٓاؤُ۬نَٓا
اَئِنَّا
لَمُخْرَجُونَ
٦٧
Vekâle-lleżîne keferû e-iżâ kunnâ turâben ve âbâunâ e-innâ lemuḣracûn(e)
İnkar edenler dediler ki: "Biz ve babalarımız toprak olmuş iken mi, gerçekten bizler mi (diriltilip) çıkarılacağız?"
لَقَدْ
وُعِدْنَا
هٰذَا
نَحْنُ
وَاٰبَٓاؤُ۬نَا
مِنْ
قَبْلُۙ
اِنْ
هٰذَٓا
اِلَّٓا
اَسَاط۪يرُ
الْاَوَّل۪ينَ
٦٨
Lekad vu’idnâ hâżâ nahnu ve âbâunâ min kablu in hâżâ illâ esâtîru-l-evvelîn(e)
"Andolsun, bizler de bizden önce babalarımız da bununla tehdit edilmiştik. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir."
قُلْ
س۪يرُوا
فِي
الْاَرْضِ
فَانْظُرُوا
كَيْفَ
كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُجْرِم۪ينَ
٦٩
Kul sîrû fî-l-ardi fenzurû keyfe kâne ‘âkibetu-lmucrimîn(e)
De ki: "Yeryüzünde dolaşın da suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın."
وَلَا
تَحْزَنْ
عَلَيْهِمْ
وَلَا
تَكُنْ
ف۪ي
ضَيْقٍ
مِمَّا
يَمْكُرُونَ
٧٠
Velâ tahzen ‘aleyhim velâ tekun fî daykin mimmâ yemkurûn(e)
Onlardan yana üzülme. Kurdukları tuzaklardan ötürü de sıkıntıya düşme.
وَيَقُولُونَ
مَتٰى
هٰذَا
الْوَعْدُ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
٧١
Ve yekûlûne metâ hâżâ-lva’du in kuntum sâdikîn(e)
Onlar, "Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?" diyorlar.
قُلْ
عَسٰٓى
اَنْ
يَكُونَ
رَدِفَ
لَكُمْ
بَعْضُ
الَّذ۪ي
تَسْتَعْجِلُونَ
٧٢
Kul ‘asâ en yekûne radife lekum ba’du-lleżî testa’cilûn(e)
De ki: "Belki de acele gelmesini istediğiniz şeyin bir kısmı size çok yaklaşmıştır."
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَذُو
فَضْلٍ
عَلَى
النَّاسِ
وَلٰكِنَّ
اَكْثَرَهُمْ
لَا
يَشْكُرُونَ
٧٣
Ve-inne rabbeke leżû fadlin ‘alâ-nnâsi velâkinne ekśerahum lâ yeşkurûn(e)
Şüphesiz senin Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Ancak onların çoğu şükretmezler.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَيَعْلَمُ
مَا
تُكِنُّ
صُدُورُهُمْ
وَمَا
يُعْلِنُونَ
٧٤
Ve-inne rabbeke leya’lemu mâ tukinnu sudûruhum vemâ yu’linûn(e)
Şüphesiz senin Rabbin onların kalplerinin gizlediği şeyleri de, açığa çıkardıklarını da mutlaka bilir.
وَمَا
مِنْ
غَٓائِبَةٍ
فِي
السَّمَٓاءِ
وَالْاَرْضِ
اِلَّا
ف۪ي
كِتَابٍ
مُب۪ينٍ
٧٥
Vemâ min ġâ-ibetin fî-ssemâ-i vel-ardi illâ fî kitâbin mubîn(in)
Gökte ve yerde gâib (gizli) hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın.
اِنَّ
هٰذَا
الْقُرْاٰنَ
يَقُصُّ
عَلٰى
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
اَكْثَرَ
الَّذ۪ي
هُمْ
ف۪يهِ
يَخْتَلِفُونَ
٧٦
İnne hâżâ-lkur-âne yakussu ‘alâ benî isrâ-île ekśera-lleżî hum fîhi yaḣtelifûn(e)
Şüphesiz bu Kur'an İsrailoğullarına üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerin çoğunu açıklıyor.
وَاِنَّهُ
لَهُدًى
وَرَحْمَةٌ
لِلْمُؤْمِن۪ينَ
٧٧
Ve-innehu lehuden verahmetun lilmu/minîn(e)
Şüphesiz o, elbette mü'minler için bir hidayet ve bir rahmettir.
اِنَّ
رَبَّكَ
يَقْض۪ي
بَيْنَهُمْ
بِحُكْمِه۪ۚ
وَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الْعَل۪يمُۚ
٧٨
İnne rabbeke yakdî beynehum bihukmih(i)(c) vehuve-l’azîzu-l’alîm(u)
Şüphesiz senin Rabbin onların arasında hükmünü verecektir. O, mutlak güç sahibidir, hakkıyla bilendir.
فَتَوَكَّلْ
عَلَى
اللّٰهِۜ
اِنَّكَ
عَلَى
الْحَقِّ
الْمُب۪ينِ
٧٩
Fetevekkel ‘ala(A)llâh(i)(s) inneke ‘alâ-lhakki-lmubîn(i)
Öyle ise Allah'a tevekkül et. Çünkü sen apaçık bir hak üzere bulunuyorsun.
اِنَّكَ
لَا
تُسْمِــعُ
الْمَوْتٰى
وَلَا
تُسْمِــعُ
الصُّمَّ
الدُّعَٓاءَ
اِذَا
وَلَّوْا
مُدْبِر۪ينَ
٨٠
İnneke lâ tusmi’u-lmevtâ velâ tusmi’u-ssumme-ddu’âe iżâ vellev mudbirîn(e)
Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.
وَمَٓا
اَنْتَ
بِهَادِي
الْعُمْيِ
عَنْ
ضَلَالَتِهِمْۜ
اِنْ
تُسْمِــعُ
اِلَّا
مَنْ
يُؤْمِنُ
بِاٰيَاتِنَا
فَهُمْ
مُسْلِمُونَ
٨١
Vemâ ente bihâdî-l’umyi ‘an dalâletihim(s) in tusmi’u illâ men yu/minu bi-âyâtinâ fehum muslimûn(e)
Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize inanıp da müslüman olmuş olanlara duyurabilirsin.
وَاِذَا
وَقَعَ
الْقَوْلُ
عَلَيْهِمْ
اَخْرَجْنَا
لَهُمْ
دَٓابَّةً
مِنَ
الْاَرْضِ
تُكَلِّمُهُمْۙ
اَنَّ
النَّاسَ
كَانُوا
بِاٰيَاتِنَا
لَا
يُوقِنُونَ۟
٨٢
Ve-iżâ veka’a-lkavlu ‘aleyhim aḣracnâ lehum dâbbeten mine-l-ardi tukellimuhum enne-nnâse kânû bi-âyâtinâ lâ yûkinûn(e)
(Kıyametin kopacağına dair) o söz başlarına gelince onlar için yerden kendilerine bir dâbbe (canlı bir yaratık) çıkarırız. O, onlara insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler.
وَيَوْمَ
نَحْشُرُ
مِنْ
كُلِّ
اُمَّةٍ
فَوْجاً
مِمَّنْ
يُكَذِّبُ
بِاٰيَاتِنَا
فَهُمْ
يُوزَعُونَ
٨٣
Veyevme nahşuru min kulli ummetin fevcen mimmen yukeżżibu bi-âyâtinâ fehum yûze’ûn(e)
Her ümmetten âyetlerimizi yalanlayanlarından bir grubu toplayacağımız ve bunların (topluca hesap yerine) sevk edilecekleri günü hatırla.
حَتّٰٓى
اِذَا
جَٓاؤُ۫
قَالَ
اَكَذَّبْتُمْ
بِاٰيَات۪ي
وَلَمْ
تُح۪يطُوا
بِهَا
عِلْماً
اَمَّاذَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
٨٤
Hattâ iżâ câû kâle ekeżżebtum bi-âyâtî velem tuhîtû bihâ ‘ilmen emmâżâ kuntum ta’melûn(e)
Hesap yerine geldiklerinde Allah şöyle der: "Siz benim âyetlerimi, onları ilmen kavramamışken yalanladınız öyle mi? Yoksa ne yapıyordunuz ki?!"
وَوَقَعَ
الْقَوْلُ
عَلَيْهِمْ
بِمَا
ظَلَمُوا
فَهُمْ
لَا
يَنْطِقُونَ
٨٥
Ve veka’a-lkavlu ‘aleyhim bimâ zalemû fehum lâ yentikûn(e)
Zulümlerinden dolayı sözü edilen azap tepelerine iner de artık konuşamazlar.
اَلَمْ
يَرَوْا
اَنَّا
جَعَلْنَا
الَّيْلَ
لِيَسْكُنُوا
ف۪يهِ
وَالنَّهَارَ
مُبْصِراًۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَاتٍ
لِقَوْمٍ
يُؤْمِنُونَ
٨٦
Elem yerav ennâ ce’alnâ-lleyle liyeskunû fîhi ve-nnehâra mubsirâ(an)(c) inne fî żâlike leâyâtin likavmin yu/minûn(e)
Onlar görmüyorlar mı ki biz geceyi içinde rahat etsinler diye, gündüzü de (her şeyi) gösterici (aydınlık) olarak yarattık. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için elbette (Allah varlığını gösteren) deliller vardır.
وَيَوْمَ
يُنْفَخُ
فِي
الصُّورِ
فَفَزِ
عَ
مَنْ
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَمَنْ
فِي
الْاَرْضِ
اِلَّا
مَنْ
شَٓاءَ
اللّٰهُۜ
وَكُلٌّ
اَتَوْهُ
دَاخِر۪ينَ
٨٧
Veyevme yunfeḣu fî-ssûri fefezi’a men fî-ssemâvâti vemen fî-l-ardi illâ men şâa(A)llâh(u)(c) vekullun etevhu dâḣirîn(e)
Sûr'a üfürüleceği ve Allah'ın dilediği kimselerden başka göklerdeki herkesin, yerdeki herkesin korkuya kapılacağı günü hatırla. Hepsi de boyunlarını bükerek O'na gelirler.
وَتَرَى
الْجِبَالَ
تَحْسَبُهَا
جَامِدَةً
وَهِيَ
تَمُرُّ
مَرَّ
السَّحَابِۜ
صُنْعَ
اللّٰهِ
الَّـذ۪ٓي
اَتْقَنَ
كُلَّ
شَيْءٍۜ
اِنَّهُ
خَب۪يرٌ
بِمَا
تَفْعَلُونَ
٨٨
Veterâ-lcibâle tahsebuhâ câmideten vehiye temurru merra-ssehâb(i)(c) sun’a(A)llâhi-lleżî etkane kulle şey-/(in)(c) innehu ḣabîrun bimâ tef’alûn(e)
Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Halbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. Şüphesiz O yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
مَنْ
جَٓاءَ
بِالْحَسَنَةِ
فَلَهُ
خَيْرٌ
مِنْهَاۚ
وَهُمْ
مِنْ
فَزَعٍ
يَوْمَئِذٍ
اٰمِنُونَ
٨٩
Men câe bilhaseneti felehu ḣayrun minhâ vehum min feze’in yevme-iżin âminûn(e)
Her kim iyi amel getirirse, ona ondan daha hayırlısı vardır. Onlar o gün korkudan emindirler.
وَمَنْ
جَٓاءَ
بِالسَّيِّئَةِ
فَكُبَّتْ
وُجُوهُهُمْ
فِي
النَّارِۜ
هَلْ
تُجْزَوْنَ
اِلَّا
مَا
كُنْتُمْ
تَعْمَلُونَ
٩٠
Vemen câe bi-sseyyi-eti fekubbet vucûhuhum fî-nnâri hel tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(e)
Kimler de kötü amel getirirse, yüzüstü ateşe atılırlar. (Onlara), "Ancak yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz" (denir.)
اِنَّـمَٓا
اُمِرْتُ
اَنْ
اَعْبُدَ
رَبَّ
هٰذِهِ
الْبَلْدَةِ
الَّذ۪ي
حَرَّمَهَا
وَلَهُ
كُلُّ
شَيْءٍۘ
وَاُمِرْتُ
اَنْ
اَكُونَ
مِنَ
الْمُسْلِم۪ينَۙ
٩١
İnnemâ umirtu en a’bude rabbe hâżihi-lbeldeti-lleżî harramehâ velehu kullu şey-/(in)(s) ve umirtu en ekûne mine-lmuslimîn(e)
De ki: "Bana ancak, bu beldenin (Mekke'nin); onu mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbine kulluk yapmam emredildi. Yine bana, müslümanlardan olmam ve Kur'an'ı okumam emredildi." Artık kim doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa de ki: "Ben ancak uyarıcılardanım."
وَاَنْ
اَتْلُوَا
الْقُرْاٰنَۚ
فَمَنِ
اهْتَدٰى
فَاِنَّمَا
يَهْتَد۪ي
لِنَفْسِه۪ۚ
وَمَنْ
ضَلَّ
فَقُلْ
اِنَّـمَٓا
اَنَا۬
مِنَ
الْمُنْذِر۪ينَ
٩٢
Veen etluve-lkur-ân(e)(s) femeni-htedâ fe-innemâ yehtedî linefsih(i)(s) vemen dalle fekul innemâ enâ mine-lmunżirîn(e)
De ki: "Bana ancak, bu beldenin (Mekke'nin); onu mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbine kulluk yapmam emredildi. Yine bana, müslümanlardan olmam ve Kur'an'ı okumam emredildi." Artık kim doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa de ki: "Ben ancak uyarıcılardanım."
وَقُلِ
الْحَمْدُ
لِلّٰهِ
سَيُر۪يكُمْ
اٰيَاتِه۪
فَتَعْرِفُونَهَاۜ
وَمَا
رَبُّكَ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
٩٣
Vekuli-lhamdu li(A)llâhi seyurîkum âyâtihi feta’rifûnehâ(c) vemâ rabbuke biġâfilin ‘ammâ ta’melûn(e)
De ki: "Hamd Allah'a mahsustur. O âyetlerini size gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir."