الشُّعَرَاءِ
Şuara Suresi
تِلْكَ
اٰيَاتُ
الْكِتَابِ
الْمُب۪ينِ
٢
Tilke âyâtu-lkitâbi-lmubîn(i)
Bunlar, apaçık Kitab'ın âyetleridir.
لَعَلَّكَ
بَاخِعٌ
نَفْسَكَ
اَلَّا
يَكُونُوا
مُؤْمِن۪ينَ
٣
Le’alleke bâḣi’un nefseke ellâ yekûnû mu/minîn(e)
Ey Muhammed! Mü'min olmuyorlar diye adetâ kendini helak edeceksin!
اِنْ
نَشَأْ
نُنَزِّلْ
عَلَيْهِمْ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
اٰيَةً
فَظَلَّتْ
اَعْنَاقُهُمْ
لَهَا
خَاضِع۪ينَ
٤
İn neşe/ nunezzil ‘aleyhim mine-ssemâ-i âyeten fezallet e’nâkuhum lehâ ḣâdi’în(e)
Biz dilesek, onlara gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar
وَمَا
يَأْت۪يهِمْ
مِنْ
ذِكْرٍ
مِنَ
الرَّحْمٰنِ
مُحْدَثٍ
اِلَّا
كَانُوا
عَنْهُ
مُعْرِض۪ينَ
٥
Vemâ ye/tîhim min żikrin mine-rrahmâni muhdeśin illâ kânû ‘anhu mu’ridîn(e)
Rahmân'dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler.
فَقَدْ
كَذَّبُوا
فَسَيَأْت۪يهِمْ
اَنْبٰٓؤُ۬ا
مَا
كَانُوا
بِه۪
يَسْتَهْزِؤُ۫نَ
٦
Fekad keżżebû feseye/tîhim enbâu mâ kânû bihi yestehzi-ûn(e)
Onlar (Allah'ın âyetlerini) yalanladılar, fakat alay edegeldikleri şeylerin haberleri başlarına gelecek.
اَوَلَمْ
يَرَوْا
اِلَى
الْاَرْضِ
كَمْ
اَنْبَتْنَا
ف۪يهَا
مِنْ
كُلِّ
زَوْجٍ
كَر۪يمٍ
٧
Eve lem yerav ilâ-l-ardi kem enbetnâ fîhâ min kulli zevcin kerîm(in)
Yeryüzüne bakmazlar mı, orada her türden nice güzel ve yararlı bitkiler bitirdik.
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةًۜ
وَمَا
كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
٨
İnne fî żâlike leâye(ten)(s) vemâ kâne ekśeruhum mu/minîn(e)
Şüphesiz bunlarda (Allah'ın varlığına) bir delil vardır, ama onların çoğu inanmamaktadırlar.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الرَّح۪يمُ۟
٩
Ve-inne rabbeke lehuve-l’azîzu-rrahîm(u)
Şüphesiz senin Rabbin, elbette mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.
وَاِذْ
نَادٰى
رَبُّكَ
مُوسٰٓى
اَنِ
ائْتِ
الْقَوْمَ
الظَّالِم۪ينَۙ
١٠
Ve-iż nâdâ rabbuke mûsâ eni-/ti-lkavme-zzâlimîn(e)
Hani Rabbin Mûsâ'ya, "Zalimler topluluğuna, Firavun'un kavmine git! Başlarına geleceklerden hâlâ korkmuyorlar mı?" diye seslenmişti.
قَوْمَ
فِرْعَوْنَۜ
اَلَا
يَتَّقُونَ
١١
Kavme fir’avn(e)(c) elâ yettekûn(e)
Hani Rabbin Mûsâ'ya, "Zalimler topluluğuna, Firavun'un kavmine git! Başlarına geleceklerden hâlâ korkmuyorlar mı?" diye seslenmişti.
قَالَ
رَبِّ
اِنّ۪ٓي
اَخَافُ
اَنْ
يُكَذِّبُونِۜ
١٢
Kâle rabbi innî eḣâfu en yukeżżibûn(i)
Mûsâ şöyle dedi: "Ey Rabbim! Muhakkak ki ben, beni yalanlamalarından korkuyorum."
وَيَض۪يقُ
صَدْر۪ي
وَلَا
يَنْطَلِقُ
لِسَان۪ي
فَاَرْسِلْ
اِلٰى
هٰرُونَ
١٣
Veyadîku sadrî velâ yentaliku lisânî feersil ilâ hârûn(e)
"Göğsüm daralır. Akıcı konuşamam. Onun için, Hârûn'a da peygamberlik ver (ve onu bana yardımcı yap)."
وَلَهُمْ
عَلَيَّ
ذَنْبٌ
فَاَخَافُ
اَنْ
يَقْتُلُونِۚ
١٤
Velehum ‘aleyye żenbun feeḣâfu en yaktulûn(i)
"Bir de onlara karşı ben suçlu durumundayım. Bu yüzden onların beni öldürmelerinden korkarım."
قَالَ
كَلَّاۚ
فَاذْهَبَا
بِاٰيَاتِنَٓا
اِنَّا
مَعَكُمْ
مُسْتَمِعُونَ
١٥
Kâle kellâ(s) feżhebâ bi-âyâtinâ(s) innâ me’akum mustemi’ûn(e)
Allah dedi ki, "Hayır, korkma! Mucizelerimizle gidin. Çünkü biz sizinle beraberiz, (her şeyi) işitmekteyiz."
فَأْتِيَا
فِرْعَوْنَ
فَقُولَٓا
اِنَّا
رَسُولُ
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَۙ
١٦
Fe/tiyâ fir’avne fekûlâ innâ rasûlu rabbi-l’âlemîn(e)
"Firavun'a gidin ve deyin: "Şüphesiz biz âlemlerin Rabbinin elçisiyiz",
اَنْ
اَرْسِلْ
مَعَنَا
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَۜ
١٧
En ersil me’anâ benî isrâ-îl(e)
"İsrailoğullarını bizimle beraber gönder."
قَالَ
اَلَمْ
نُرَبِّكَ
ف۪ينَا
وَل۪يداً
وَلَبِثْتَ
ف۪ينَا
مِنْ
عُمُرِكَ
سِن۪ينَ
١٨
Kâle elem nurabbike fînâ velîden velebiśte fînâ min ‘umurike sinîn(e)
Firavun şöyle dedi: "Seni biz küçük bir çocuk olarak alıp aramızda büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirdin."
وَفَعَلْتَ
فَعْلَتَكَ
الَّت۪ي
فَعَلْتَ
وَاَنْتَ
مِنَ
الْكَافِر۪ينَ
١٩
Vefe’alte fa’leteke-lletî fe’alte veente mine-lkâfirîn(e)
"(Böyle iken) sen o yaptığın işi yaptın (adam öldürdün). Sen nankörlerdensin."
قَالَ
فَعَلْتُـهَٓا
اِذاً
وَاَنَا۬
مِنَ
الضَّٓالّ۪ينَۜ
٢٠
Kâle fe’altuhâ iżen ve enâ mine-ddâllîn(e)
Mûsâ şöyle dedi: "Ben onu, o vakit kendimi kaybetmiş bir halde iken (istemeyerek) yaptım."
فَفَرَرْتُ
مِنْكُمْ
لَمَّا
خِفْتُكُمْ
فَوَهَبَ
ل۪ي
رَبّ۪ي
حُكْماً
وَجَعَلَن۪ي
مِنَ
الْمُرْسَل۪ينَ
٢١
Feferartu minkum lemmâ ḣiftukum fevehebe lî rabbî hukmen vece’alenî mine-lmurselîn(e)
"Sizden korktuğum için de hemen aranızdan kaçtım. Derken, Rabbim bana hüküm ve hikmet bahşetti de beni peygamberlerden kıldı."
وَتِلْكَ
نِعْمَةٌ
تَمُنُّهَا
عَلَيَّ
اَنْ
عَبَّدْتَ
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَۜ
٢٢
Vetilke ni’metun temunnuhâ ‘aleyye en ‘abbedte benî isrâ-îl(e)
"Senin başıma kaktığın bu nimet (gerçekte) İsrailoğullarını köleleştirmen(in neticesi)dir."
قَالَ
فِرْعَوْنُ
وَمَا
رَبُّ
الْعَالَم۪ينَ
٢٣
Kâle fir’avnu vemâ rabbu-l’âlemîn(e)
Firavun, "Âlemlerin Rabbi de nedir?" dedi.
قَالَ
رَبُّ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَمَا
بَيْنَهُمَاۜ
اِنْ
كُنْتُمْ
مُوقِن۪ينَ
٢٤
Kâle rabbu-ssemâvâti vel-ardi vemâ beynehumâ(s) in kuntum mûkinîn(e)
Mûsâ, "O, göklerin ve yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçekten inanırsanız bu böyledir."
قَالَ
لِمَنْ
حَوْلَـهُٓ
اَلَا
تَسْتَمِعُونَ
٢٥
Kâle limen havlehu elâ testemi’ûn(e)
Firavun, etrafındakilere (alaycı bir ifade ile) "dinlemez misiniz?" dedi.
قَالَ
رَبُّكُمْ
وَرَبُّ
اٰبَٓائِكُمُ
الْاَوَّل۪ينَ
٢٦
Kâle rabbukum verabbu âbâ-ikumu-l-evvelîn(e)
Mûsâ, "O, sizin de Rabbiniz, geçmiş atalarınızın da Rabbidir" dedi.
قَالَ
اِنَّ
رَسُولَكُمُ
الَّـذ۪ٓي
اُرْسِلَ
اِلَيْكُمْ
لَمَجْنُونٌ
٢٧
Kâle inne rasûlekumu-lleżî ursile ileykum lemecnûn(un)
Firavun, "Bu size gönderilen peygamberiniz, şüphesiz delidir" dedi.
قَالَ
رَبُّ
الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ
وَمَا
بَيْنَهُمَاۜ
اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْقِلُونَ
٢٨
Kâle rabbu-lmeşriki velmaġribi vemâ beynehumâ(s) in kuntum ta’kilûn(e)
Mûsâ, "O, doğunun da batının da ve ikisi arasındaki her şeyin de Rabbidir. Eğer düşünüyorsanız bu, böyledir" dedi.
قَالَ
لَئِنِ
اتَّخَذْتَ
اِلٰهاً
غَيْر۪ي
لَاَجْعَلَنَّكَ
مِنَ
الْمَسْجُون۪ينَ
٢٩
Kâle le-ini-tteḣażte ilâhen ġayrî leec’alenneke mine-lmescûnîn(e)
Firavun, "Eğer benden başka bir ilah edinirsen, andolsun seni zindana atılanlardan ederim."
قَالَ
اَوَلَوْ
جِئْتُكَ
بِشَيْءٍ
مُب۪ينٍ
٣٠
Kâle eve lev ci/tuke bişey-in mubîn(in)
Mûsâ, "Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı?" dedi.
قَالَ
فَأْتِ
بِه۪ٓ
اِنْ
كُنْتَ
مِنَ
الصَّادِق۪ينَ
٣١
Kâle fe/ti bihi in kunte mine-ssâdikîn(e)
Firavun, "Doğru söyleyenlerden isen haydi getir onu," dedi.
فَاَلْقٰى
عَصَاهُ
فَاِذَا
هِيَ
ثُعْبَانٌ
مُب۪ينٌۚ
٣٢
Feelkâ ‘asâhu fe-iżâ hiye śu’bânun mubîn(un)
Bunun üzerine Mûsâ, asasını attı, bir de ne görsünler asa açıkça kocaman bir yılan olmuş.
وَنَزَعَ
يَدَهُ
فَاِذَا
هِيَ
بَيْضَٓاءُ
لِلنَّاظِر۪ينَ۟
٣٣
Veneze’a yedehu fe-iżâ hiye beydâu linnâzirîn(e)
Elini koynundan çıkardı, bir de ne görsünler, bakanlara bembeyaz olmuş.
قَالَ
لِلْمَلَأِ
حَوْلَـهُٓ
اِنَّ
هٰذَا
لَسَاحِرٌ
عَل۪يمٌۙ
٣٤
Kâle lilmele-i havlehu inne hâżâ lesâhirun ‘alîm(un)
Firavun, çevresindeki ileri gelenlere, "Şüphesiz bu bilgin bir sihirbazdır" dedi.
يُر۪يدُ
اَنْ
يُخْرِجَكُمْ
مِنْ
اَرْضِكُمْ
بِسِحْرِه۪ۗ
فَمَاذَا
تَأْمُرُونَ
٣٥
Yurîdu en yuḣricekum min ardikum bisihrihi femâżâ te/murûn(e)
"Sizi, yaptığı sihirle, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne dersiniz?"
قَالُٓوا
اَرْجِهْ
وَاَخَاهُ
وَابْعَثْ
فِي
الْمَدَٓائِنِ
حَاشِر۪ينَۙ
٣٦
Kâlû ercih veeḣâhu veb’aś fî-lmedâ-ini hâşirîn(e)
Dediler ki: "Onu ve kardeşini alıkoy.Şehirlere de toplayıcı adamlar gönder."
يَأْتُوكَ
بِكُلِّ
سَحَّارٍ
عَل۪يمٍ
٣٧
Ye/tûke bikulli sehhârin ‘alîm(in)
"Sana bütün usta sihirbazları getirsinler."
فَجُمِعَ
السَّحَرَةُ
لِم۪يقَاتِ
يَوْمٍ
مَعْلُومٍۙ
٣٨
Fecumi’a-sseharatu limîkâti yevmin ma’lûm(in)
Böylece sihirbazlar, belli bir günün belirlenen bir vaktinde bir araya getirildiler.
وَق۪يلَ
لِلنَّاسِ
هَلْ
اَنْتُمْ
مُجْتَمِعُونَۙ
٣٩
Vekîle linnâsi hel entum muctemi’ûn(e)
İnsanlara da "Siz de toplanır mısınız?" denildi.
لَعَلَّنَا
نَتَّبِعُ
السَّحَرَةَ
اِنْ
كَانُوا
هُمُ
الْغَالِب۪ينَ
٤٠
Le’allenâ nettebi’u-sseharate in kânû humu-lġâlibîn(e)
"Umarız, üstün gelirlerse sihirbazlara uyarız" (dediler.)
فَلَمَّا
جَٓاءَ
السَّحَرَةُ
قَالُوا
لِفِرْعَوْنَ
اَئِنَّ
لَنَا
لَاَجْراً
اِنْ
كُنَّا
نَحْنُ
الْغَالِب۪ينَ
٤١
Felemmâ câe-sseharatu kâlû lifir’avne e-inne lenâ leecran in kunnâ nahnu-lġâlibîn(e)
Sihirbazlar gelince, Firavun'a, "Eğer biz üstün gelirsek gerçekten bize bir mükafat var mı?" dediler.
قَالَ
نَعَمْ
وَاِنَّكُمْ
اِذاً
لَمِنَ
الْمُقَرَّب۪ينَ
٤٢
Kâle ne’am ve-innekum iżen lemine-lmukarrabîn(e)
Firavun, "Evet, hem o takdirde mutlaka bana yakın kimselerden olacaksınız" dedi.
قَالَ
لَهُمْ
مُوسٰٓى
اَلْقُوا
مَٓا
اَنْتُمْ
مُلْقُونَ
٤٣
Kâle lehum mûsâ elkû mâ entum mulkûn(e)
Mûsâ onlara, "Hadi ortaya atacağınız şeyi atın" dedi.
فَاَلْقَوْا
حِبَالَهُمْ
وَعِصِيَّهُمْ
وَقَالُوا
بِعِزَّةِ
فِرْعَوْنَ
اِنَّا
لَنَحْنُ
الْغَالِبُونَ
٤٤
Feelkav hibâlehum ve’isiyyehum ve kâlû bi’izzeti fir’avne innâ lenahnu-lġâlibûn(e)
Bunun üzerine onlar iplerini ve değneklerini attılar ve "Firavun'un gücüyle elbette bizler üstün geleceğiz" dediler.
فَاَلْقٰى
مُوسٰى
عَصَاهُ
فَاِذَا
هِيَ
تَلْقَفُ
مَا
يَأْفِكُونَۚ
٤٥
Feelkâ mûsâ ‘asâhu fe-iżâ hiye telkafu mâ ye/fikûn(e)
Mûsâ da asasını attı. Bir de ne görsünler, asâ onların düzdükleri sihir takımlarını yutuyor.
فَاُلْقِيَ
السَّحَرَةُ
سَاجِد۪ينَۙ
٤٦
Feulkiye-sseharatu sâcidîn(e)
Bunun üzerine sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
قَالُٓوا
اٰمَنَّا
بِرَبِّ
الْعَالَم۪ينَۙ
٤٧
Kâlû âmennâ birabbi-l’âlemîn(e)
"Âlemlerin Rabbine inandık" dediler.
قَالَ
اٰمَنْتُمْ
لَهُ
قَبْلَ
اَنْ
اٰذَنَ
لَكُمْۚ
اِنَّهُ
لَكَب۪يرُكُمُ
الَّذ۪ي
عَلَّمَكُمُ
السِّحْرَۚ
فَلَسَوْفَ
تَعْلَمُونَۜ
لَاُقَطِّعَنَّ
اَيْدِيَكُمْ
وَاَرْجُلَكُمْ
مِنْ
خِلَافٍ
وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ
اَجْمَع۪ينَ
٤٩
Kâle âmentum lehu kable en âżene lekum(s) innehu lekebîrukumu-lleżî ‘allemekumu-ssihra felesevfe ta’lemûn(e)(c) leukatti’anne eydiyekum veerculekum min ḣilâfin veleusallibennekum ecma’în(e)
Firavun, "Ben size izin vermeden ona inandınız ha? Mutlaka o size sihri öğreten büyüğünüzdür. Yakında bilip göreceksiniz siz! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi asacağım" dedi.
قَالُوا
لَا
ضَيْرَۘ
اِنَّٓا
اِلٰى
رَبِّنَا
مُنْقَلِبُونَۚ
٥٠
Kâlû lâdayr(a)(s) innâ ilâ rabbinâ munkalibûn(e)
Sihirbazlar şöyle dediler: "Zararı yok, mutlaka Rabbimize döneceğiz."
اِنَّا
نَطْمَعُ
اَنْ
يَغْفِرَ
لَنَا
رَبُّنَا
خَطَايَانَٓا
اَنْ
كُنَّٓا
اَوَّلَ
الْمُؤْمِن۪ينَۜ۟
٥١
İnnâ natme’u en yaġfira lenâ rabbunâ ḣatâyânâ en kunnâ evvele-lmu/minîn(e)
(Burada) ilk inananlar biz olduğumuz için şüphesiz Rabbimizin, hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz."
وَاَوْحَيْنَٓا
اِلٰى
مُوسٰٓى
اَنْ
اَسْرِ
بِعِبَاد۪ٓي
اِنَّكُمْ
مُتَّبَعُونَ
٥٢
Ve evhaynâ ilâ mûsâ en esri bi’ibâdî innekum muttebe’ûn(e)
Biz Mûsâ'ya, "Kullarımı geceleyin yola çıkar, muhakkak ki takip edileceksiniz" diye vahyettik
فَاَرْسَلَ
فِرْعَوْنُ
فِي
الْمَدَٓائِنِ
حَاشِر۪ينَۚ
٥٣
Feersele fir’avnu fî-lmedâ-ini hâşirîn(e)
Firavun da şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi.
اِنَّ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
لَشِرْذِمَةٌ
قَل۪يلُونَۙ
٥٤
İnne hâulâ-i leşirżimetun kalîlûn(e)
Dedi ki, "Bunlar pek az ve önemsiz bir topluluktur."
وَاِنَّهُمْ
لَنَا
لَـغَٓائِظُونَۙ
٥٥
Ve-innehum lenâ leġâ-izûn(e)
"Şüphesiz onlar bize öfke duyuyorlar."
وَاِنَّا
لَجَم۪يعٌ
حَاذِرُونَۜ
٥٦
Ve-innâ lecemî’un hâżirûn(e)
"Ama biz uyanık ve tedbirli bir topluluğuz."
فَاَخْرَجْنَاهُمْ
مِنْ
جَنَّاتٍ
وَعُيُونٍۙ
٥٧
Feaḣracnâhum min cennâtin ve’uyûn(in)
Biz de Firavun'un kavmini bahçelerden, pınar başlarından, servetlerden ve iyi bir konumdan çıkardık.
وَكُنُوزٍ
وَمَقَامٍ
كَر۪يمٍۙ
٥٨
Vekunûzin vemekâmin kerîm(in)
Biz de Firavun'un kavmini bahçelerden, pınar başlarından, servetlerden ve iyi bir konumdan çıkardık.
كَذٰلِكَۜ
وَاَوْرَثْنَاهَا
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَۚ
٥٩
Keżâlike ve evraśnâhâ benî isrâ-îl(e)
İşte böyle yaptık ve onlara, İsrailoğullarını mirasçı kıldık.
فَاَتْبَعُوهُمْ
مُشْرِق۪ينَ
٦٠
Feetbe’ûhum muşrikîn(e)
Firavun ve adamları gün doğarken onları takibe koyuldular.
فَلَمَّا
تَـرَٓاءَ
الْجَمْعَانِ
قَالَ
اَصْحَابُ
مُوسٰٓى
اِنَّا
لَمُدْرَكُونَۚ
٦١
Felemmâ terâe-lcem’âni kâle ashâbu mûsâ innâ lemudrakûn(e)
İki topluluk birbirini görünce Mûsâ'nın arkadaşları, "Eyvah yakalandık" dediler.
قَالَ
كَلَّاۚ
اِنَّ
مَعِيَ
رَبّ۪ي
سَيَهْد۪ينِ
٦٢
Kâle kellâ inne me’iye rabbî seyehdîn(i)
Mûsâ, "Hayır!, Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir" dedi.
فَاَوْحَيْنَٓا
اِلٰى
مُوسٰٓى
اَنِ
اضْرِبْ
بِعَصَاكَ
الْبَحْرَۜ
فَانْفَلَقَ
فَكَانَ
كُلُّ
فِرْقٍ
كَالطَّوْدِ
الْعَظ۪يمِۚ
٦٣
Feevhaynâ ilâ mûsâ eni-drib bi’asâke-lbahr(a)(s) fenfeleka fekâne kullu firkin ke-ttavdi-l’azîm(i)
Bunun üzerine Mûsâ'ya, "Asan ile denize vur" diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi.
وَاَزْلَفْنَا
ثَمَّ
الْاٰخَر۪ينَۚ
٦٤
Ve ezlefnâ śemme-l-âḣarîn(e)
Ötekileri de oraya yaklaştırdık.
وَاَنْجَيْنَا
مُوسٰى
وَمَنْ
مَعَهُٓ
اَجْمَع۪ينَۚ
٦٥
Ve enceynâ mûsâ vemen me’ahu ecma’în(e)
Mûsâ'yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık.
ثُمَّ
اَغْرَقْنَا
الْاٰخَر۪ينَۜ
٦٦
Śumme aġraknâ-l-âḣarîn(e)
Sonra ötekileri suda boğduk.
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةًۜ
وَمَا
كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
٦٧
İnne fî żâlike leâye(ten)(s) vemâ kâne ekśeruhum mu/minîn(e)
Bunda şüphesiz bir ibret vardır. Ama pek çokları iman etmiş değillerdi.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الرَّح۪يمُ۟
٦٨
Ve-inne rabbeke lehuve-l’azîzu-rrahîm(u)
Şüphesiz ki senin Rabbin elbette mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.
وَاتْلُ
عَلَيْهِمْ
نَبَاَ
اِبْرٰه۪يمَۢ
٦٩
Vetlu ‘aleyhim nebee ibrâhîm(e)
Ey Muhammed! Onlara İbrahim'in haberini de oku.
اِذْ
قَالَ
لِاَب۪يهِ
وَقَوْمِه۪
مَا
تَعْبُدُونَ
٧٠
İż kâle li-ebîhi vekavmihi mâ ta’budûn(e)
Hani o babasına ve kavmine, "Neye tapıyorsunuz?" demişti.
قَالُوا
نَعْبُدُ
اَصْنَاماً
فَنَظَلُّ
لَهَا
عَاكِف۪ينَ
٧١
Kâlû na’budu asnâmen fenezallu lehâ ‘âkifîn(e)
"Putlara tapıyoruz ve onlara tapmağa devam edeceğiz" demişlerdi.
قَالَ
هَلْ
يَسْمَعُونَكُمْ
اِذْ
تَدْعُونَۙ
٧٢
Kâle hel yesme’ûnekum iż ted’ûn(e)
İbrahim dedi ki: "Onlara yalvardığınızda sizi işitiyorlar mı?"
اَوْ
يَنْفَعُونَكُمْ
اَوْ
يَضُرُّونَ
٧٣
Ev yenfe’ûnekum ev yedurrûn(e)
"Yahut size fayda veya zararları dokunur mu?"
قَالُوا
بَلْ
وَجَدْنَٓا
اٰبَٓاءَنَا
كَذٰلِكَ
يَفْعَلُونَ
٧٤
Kâlû bel vecednâ âbâenâ keżâlike yef’alûn(e)
"Hayır, ama biz babalarımızı böyle yaparken bulduk" dediler.
قَالَ
اَفَرَاَيْتُمْ
مَا
كُنْتُمْ
تَعْبُدُونَۙ
٧٥
Kâle eferaeytum mâ kuntum ta’budûn(e)
İbrahim şöyle dedi: "Sizin ve geçmiş atalarınızın taptığı şeyleri gördünüz mü?"
اَنْتُمْ
وَاٰبَٓاؤُ۬كُمُ
الْاَقْدَمُونَ
٧٦
Entum veâbâukumu-l-akdemûn(e)
İbrahim şöyle dedi: "Sizin ve geçmiş atalarınızın taptığı şeyleri gördünüz mü?"
فَاِنَّهُمْ
عَدُوٌّ
ل۪ٓي
اِلَّا
رَبَّ
الْعَالَم۪ينَۙ
٧٧
Fe-innehum ‘aduvvun lî illâ rabbe-l’âlemîn(e)
"Şüphesiz onlar benim düşmanımdır. Ancak âlemlerin Rabbi olan Allah dostumdur."
اَلَّذ۪ي
خَلَقَن۪ي
فَهُوَ
يَهْد۪ينِۙ
٧٨
Elleżî ḣalekanî fehuve yehdîn(i)
"O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir."
وَالَّذ۪ي
هُوَ
يُطْعِمُن۪ي
وَيَسْق۪ينِۙ
٧٩
Velleżî huve yut’imunî veyeskîn(i)
"O, bana yediren ve içirendir."
وَاِذَا
مَرِضْتُ
فَهُوَ
يَشْف۪ينِۖ
٨٠
Ve-iżâ meridtu fehuve yeşfîn(i)
"Hastalandığımda da O bana şifa verir."
وَالَّذ۪ي
يُم۪يتُن۪ي
ثُمَّ
يُحْي۪ينِۙ
٨١
Velleżî yumîtunî śümme yuhyîn(i)
"O, benim canımı alacak ve sonra diriltecek olandır."
وَالَّـذ۪ٓي
اَطْمَعُ
اَنْ
يَغْفِرَ
ل۪ي
خَط۪ٓيـَٔت۪ي
يَوْمَ
الدّ۪ينِۜ
٨٢
Velleżî atme’u en yaġfira lî ḣatî-etî yevme-ddîn(i)
"O, hesap gününde, hatalarımı bağışlayacağını umduğumdur."
رَبِّ
هَبْ
ل۪ي
حُكْماً
وَاَلْحِقْن۪ي
بِالصَّالِح۪ينَۙ
٨٣
Rabbi heb lî hukmen veelhiknî bi-ssâlihîn(e)
"Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler arasına kat."
وَاجْعَلْ
ل۪ي
لِسَانَ
صِدْقٍ
فِي
الْاٰخِر۪ينَۙ
٨٤
Vec’al lî lisâne sidkin fî-l-âḣirîn(e)
"Sonra gelecekler arasında beni doğrulukla anılanlardan kıl."
وَاجْعَلْن۪ي
مِنْ
وَرَثَةِ
جَنَّةِ
النَّع۪يمِۙ
٨٥
Vec’alnî min veraśeti cenneti-nne’îm(i)
"Beni Naîm cennetinin varislerinden eyle."
وَاغْفِرْ
لِاَب۪ٓي
اِنَّهُ
كَانَ
مِنَ
الضَّٓالّ۪ينَۙ
٨٦
Vaġfir li-ebî innehu kâne mine-ddâllîn(e)
"Babamı da bağışla. Çünkü o gerçekten yolunu şaşıranlardandır."
وَلَا
تُخْزِن۪ي
يَوْمَ
يُبْعَثُونَۙ
٨٧
Velâ tuḣzinî yevme yub’aśûn(e)
"(Kulların) diriltilecekleri gün beni utandırma!"
يَوْمَ
لَا
يَنْفَعُ
مَالٌ
وَلَا
بَنُونَۙ
٨٨
Yevme lâ yenfe’u mâlun velâ benûn(e)
"O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar!"
اِلَّا
مَنْ
اَتَى
اللّٰهَ
بِقَلْبٍ
سَل۪يمٍۜ
٨٩
İllâ men eta(A)llâhe bikalbin selîm(in)
"Allah'a arınmış bir kalp ile gelen başka."
وَاُزْلِفَتِ
الْجَنَّةُ
لِلْمُتَّق۪ينَۙ
٩٠
Veuzlifeti-lcennetu lilmuttekîn(e)
Cennet, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yaklaştırılacak.
وَبُرِّزَتِ
الْجَح۪يمُ
لِلْغَاو۪ينَۙ
٩١
Veburrizeti-lcehîmu lilġâvîn(e)
Cehennem de azgınlara gösterilecek ve onlara, "Allahı bırakıp da tapmakta olduklarınız nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?" denilecek.
وَق۪يلَ
لَهُمْ
اَيْنَ
مَا
كُنْتُمْ
تَعْبُدُونَۙ
٩٢
Vekîle lehum eyne mâ kuntum ta’budûn(e)
Cehennem de azgınlara gösterilecek ve onlara, "Allahı bırakıp da tapmakta olduklarınız nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?" denilecek.
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِۜ
هَلْ
يَنْصُرُونَكُمْ
اَوْ
يَنْتَصِرُونَۜ
٩٣
Min dûni(A)llâhi hel yensurûnekum ev yentesirûn(e)
Cehennem de azgınlara gösterilecek ve onlara, "Allahı bırakıp da tapmakta olduklarınız nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?" denilecek.
فَكُبْكِبُوا
ف۪يهَا
هُمْ
وَالْغَاوُ۫نَۙ
٩٤
Fekubkibû fîhâ hum velġâvûn(e)
Artık onlar ve o azgınlar ile İblis'in askerleri hepsi birden tepetakla oraya atılırlar.
وَجُنُودُ
اِبْل۪يسَ
اَجْمَعُونَۜ
٩٥
Vecunûdu iblîse ecme’ûn(e)
Artık onlar ve o azgınlar ile İblis'in askerleri hepsi birden tepetakla oraya atılırlar.
قَالُوا
وَهُمْ
ف۪يهَا
يَخْتَصِمُونَۙ
٩٦
Kâlû vehum fîhâ yaḣtasimûn(e)
Orada onlar taptıklarıyla çekişerek şöyle derler:
تَاللّٰهِ
اِنْ
كُنَّا
لَف۪ي
ضَلَالٍ
مُب۪ينٍۙ
٩٧
Ta(A)llâhi in kunnâ lefî dalâlin mubîn(in)
"Allah'a andolsun! Biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz."
اِذْ
نُسَوّ۪يكُمْ
بِرَبِّ
الْعَالَم۪ينَ
٩٨
İż nusevvîkum birabbi-l’âlemîn(e)
Çünkü sizi, âlemlerin Rabbi ile bir tutuyorduk."
وَمَٓا
اَضَلَّـنَٓا
اِلَّا
الْمُجْرِمُونَ
٩٩
Vemâ edallenâ illâ-lmucrimûn(e)
Bizi ancak (önderlerimiz olan) suçlular saptırdı."
فَمَا
لَنَا
مِنْ
شَافِع۪ينَۙ
١٠٠
Femâ lenâ min şâfi’în(e)
İşte bu yüzden bizim şefaatçilerimiz yok."
فَلَوْ
اَنَّ
لَنَا
كَرَّةً
فَنَكُونَ
مِنَ
الْمُؤْمِن۪ينَ
١٠٢
Felev enne lenâ kerraten fenekûne mine-lmu/minîn(e)
Keşke (dünyaya) bir dönüşümüz olsa da inananlardan olsak.
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةًۜ
وَمَا
كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
١٠٣
İnne fî żâlike leâye(ten)(s) vemâ kâne ekśeruhum mu/minîn(e)
Elbet bunda bir ibret vardır. Onların çoğu iman etmiş değillerdi.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الرَّح۪يمُ۟
١٠٤
Ve-inne rabbeke lehuve-l’azîzu-rrahîm(u)
Şüphesiz senin Rabbin, mutlak güç sahibi olandır, çok merhametli olandır.
كَذَّبَتْ
قَوْمُ
نُوحٍۨ
الْمُرْسَل۪ينَۚ
١٠٥
Keżżebet kavmu nûhin(i)lmurselîn(e)
Nûh'un kavmi de Peygamberleri yalanladı.
اِذْ
قَالَ
لَهُمْ
اَخُوهُمْ
نُوحٌ
اَلَا
تَتَّقُونَۚ
١٠٦
İż kâle lehum eḣûhum nûhun elâ tettekûn(e)
Hani kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?"
اِنّ۪ي
لَكُمْ
رَسُولٌ
اَم۪ينٌۙ
١٠٧
İnnî lekum rasûlun emîn(un)
"Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِۚ
١٠٨
Fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
"Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin."
وَمَٓا
اَسْـَٔلُكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ
اَجْرٍۚ
اِنْ
اَجْرِيَ
اِلَّا
عَلٰى
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَۚ
١٠٩
Vemâ es-elukum ‘aleyhi min ecr(in)(s) in ecriye illâ ‘alâ rabbi-l’âlemîn(e)
"Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir."
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِۜ
١١٠
Fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
"O halde Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!"
قَالُٓوا
اَنُؤْمِنُ
لَكَ
وَاتَّبَعَكَ
الْاَرْذَلُونَۜ
١١١
Kâlû enu/minu leke vettebe’ake-l-erżelûn(e)
Dediler ki: "Sana hep aşağılık kimseler uymuş iken, biz hiç sana inanır mıyız."
قَالَ
وَمَا
عِلْم۪ي
بِمَا
كَانُوا
يَعْمَلُونَۚ
١١٢
Kâle vemâ ‘ilmî bimâ kânû ya’melûn(e)
Nûh şöyle dedi: "Onların yaptıklarına dair benim ne bilgim olabilir?"
اِنْ
حِسَابُهُمْ
اِلَّا
عَلٰى
رَبّ۪ي
لَوْ
تَشْعُرُونَۚ
١١٣
İn hisâbuhum illâ ‘alâ rabbî(s) lev teş’urûn(e)
"Onların hesaplarını görmek ancak Rabbime aittir. Bir anlayabilseniz!"
وَمَٓا
اَنَا۬
بِطَارِدِ
الْمُؤْمِن۪ينَۚ
١١٤
Vemâ enâ bitâridi-lmu/minîn(e)
"Ben inananları kovacak değilim."
اِنْ
اَنَا۬
اِلَّا
نَذ۪يرٌ
مُب۪ينٌۜ
١١٥
İn enâ illâ neżîrun mubîn(un)
"Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."
قَالُوا
لَئِنْ
لَمْ
تَنْتَهِ۬
يَا
نُوحُ
لَتَكُونَنَّ
مِنَ
الْمَرْجُوم۪ينَۜ
١١٦
Kâlû le-in lem tentehi yâ nûhu letekûnenne mine-lmercûmîn(e)
Dediler ki: "Ey Nûh! (Bu işten) vazgeçmezsen mutlaka taşlananlardan olacaksın!"
قَالَ
رَبِّ
اِنَّ
قَوْم۪ي
كَذَّبُونِۚ
١١٧
Kâle rabbi inne kavmî keżżebûn(i)
Nûh şöyle dedi: "Ey Rabbim! Kavmim beni yalanladı."
فَافْتَحْ
بَيْن۪ي
وَبَيْنَهُمْ
فَتْحاً
وَنَجِّن۪ي
وَمَنْ
مَعِيَ
مِنَ
الْمُؤْمِن۪ينَ
١١٨
Feftah beynî vebeynehum fethan veneccinî vemen me’iye mine-lmu/minîn(e)
"Artık onlarla benim aramda sen hükmet. Beni ve benimle birlikte olan mü'minleri kurtar."
فَاَنْجَيْنَاهُ
وَمَنْ
مَعَهُ
فِي
الْفُلْكِ
الْمَشْحُونِۚ
١١٩
Feenceynâhu vemen me’ahu fî-lfulki-lmeşhûn(i)
Derken biz onu ve beraberindekileri dolu geminin içinde (taşıyıp) kurtardık.
ثُمَّ
اَغْرَقْنَا
بَعْدُ
الْبَاق۪ينَۜ
١٢٠
Śumme aġraknâ ba’du-lbâkîn(e)
Sonra da geride kalanları suda boğduk.
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةًۜ
وَمَا
كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
١٢١
İnne fî żâlike leâye(ten)(s) vemâ kâne ekśeruhum mu/minîn(e)
Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الرَّح۪يمُ۟
١٢٢
Ve-inne rabbeke lehuve-l’azîzu-rrahîm(u)
Şüphesiz senin Rabbin mutlak güç sahibi olandır, çok merhametli olandır.
كَذَّبَتْ
عَادٌۨ
الْمُرْسَل۪ينَۚ
١٢٣
Keżżebet ‘âdun(i)lmurselîn(e)
Âd kavmi de peygamberleri yalanladı.
اِذْ
قَالَ
لَهُمْ
اَخُوهُمْ
هُودٌ
اَلَا
تَتَّقُونَۚ
١٢٤
İż kâle lehum eḣûhum hûdun elâ tettekûn(e)
Hani kardeşleri Hûd, onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?"
اِنّ۪ي
لَكُمْ
رَسُولٌ
اَم۪ينٌۙ
١٢٥
İnnî lekum rasûlun emîn(un)
"Şüphesiz ben, size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِۚ
١٢٦
Fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
"Öyle ise Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin."
وَمَٓا
اَسْـَٔلُكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ
اَجْرٍۚ
اِنْ
اَجْرِيَ
اِلَّا
عَلٰى
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَۜ
١٢٧
Vemâ es-elukum ‘aleyhi min ecr(in)(s) in ecriye illâ ‘alâ rabbi-l’âlemîn(e)
"Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir."
اَتَبْنُونَ
بِكُلِّ
ر۪يعٍ
اٰيَةً
تَعْبَثُونَۙ
١٢٨
Etebnûne bikulli rî’in âyeten ta’beśûn(e)
"Siz her yüksek yere bir alamet bina yapıp boş şeylerle eğleniyor musunuz?"
وَتَتَّخِذُونَ
مَصَانِـعَ
لَعَلَّكُمْ
تَخْلُدُونَۚ
١٢٩
Vetetteḣiżûne mesâni’a le’allekum taḣludûn(e)
"İçlerinde ebedi yaşama ümidiyle sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?"
وَاِذَا
بَطَشْتُمْ
بَطَشْتُمْ
جَبَّار۪ينَۚ
١٣٠
Ve-iżâ betaştum betaştum cebbârîn(e)
"Tutup yakaladığınız zaman zorbaca yakalarsınız."
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِۚ
١٣١
Fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
"Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin."
وَاتَّقُوا
الَّـذ۪ٓي
اَمَدَّكُمْ
بِمَا
تَعْلَمُونَۚ
١٣٢
Vettekû-lleżî emeddekum bimâ ta’lemûn(e)
"Bildiğiniz her şeyi size veren, size hayvanlar, oğullar, bahçeler ve pınarlar veren Allah'a karşı gelmekten sakının."
اَمَدَّكُمْ
بِاَنْعَامٍ
وَبَن۪ينَۙ
١٣٣
Emeddekum bi-en’âmin vebenîn(e)
"Bildiğiniz her şeyi size veren, size hayvanlar, oğullar, bahçeler ve pınarlar veren Allah'a karşı gelmekten sakının."
وَجَنَّاتٍ
وَعُيُونٍۚ
١٣٤
Emeddekum bi-en’âmin vebenîn(e)
"Bildiğiniz her şeyi size veren, size hayvanlar, oğullar, bahçeler ve pınarlar veren Allah'a karşı gelmekten sakının."
اِنّ۪ٓي
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ
عَظ۪يمٍۜ
١٣٥
İnnî eḣâfu ‘aleykum ‘ażâbe yevmin ‘azîm(in)
"Çünkü ben, sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum."
قَالُوا
سَوَٓاءٌ
عَلَيْنَٓا
اَوَعَظْتَ
اَمْ
لَمْ
تَكُنْ
مِنَ
الْوَاعِظ۪ينَۙ
١٣٦
Kâlû sevâun ‘aleynâ eve’azte em lem tekun mine-lvâ’izîn(e)
Dediler ki: "Sen ister öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bize göre birdir."
اِنْ
هٰذَٓا
اِلَّا
خُلُقُ
الْاَوَّل۪ينَۙ
١٣٧
İn hâżâ illâ ḣuluku-l-evvelîn(e)
"Bu, öncekilerin geleneklerinden başka bir şey değildir."
وَمَا
نَحْنُ
بِمُعَذَّب۪ينَۚ
١٣٨
Vemâ nahnu bimu’ażżebîn(e)
"Biz azaba uğratılacak da değiliz."
فَكَذَّبُوهُ
فَاَهْلَكْنَاهُمْۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةًۜ
وَمَا
كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
١٣٩
Fekeżżebûhu feehleknâhum(k) inne fî żâlike leâye(ten)(s) vemâ kâne ekśeruhum mu/minîn(e)
Böylece onlar Hûd'u yalanladılar. Biz de bu yüzden onları helak ettik. Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الرَّح۪يمُ۟
١٤٠
Ve-inne rabbeke lehuve-l’azîzu-rrahîm(u)
Şüphesiz senin Rabbin mutlak güç sahibi ve çok merhametli olandır.
كَذَّبَتْ
ثَمُودُ
الْمُرْسَل۪ينَۚ
١٤١
Keżżebet śemûdu-lmurselîn(e)
Semûd kavmi de Peygamberleri yalanladı.
اِذْ
قَالَ
لَهُمْ
اَخُوهُمْ
صَالِحٌ
اَلَا
تَتَّقُونَۚ
١٤٢
İż kâle lehum eḣûhum sâlihun elâ tettekûn(e)
Hani kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?"
اِنّ۪ي
لَكُمْ
رَسُولٌ
اَم۪ينٌۙ
١٤٣
İnnî lekum rasûlun emîn(un)
"Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِۚ
١٤٤
Fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
"Öyle ise Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!"
وَمَٓا
اَسْـَٔلُكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ
اَجْرٍۚ
اِنْ
اَجْرِيَ
اِلَّا
عَلٰى
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَۜ
١٤٥
Vemâ es-elukum ‘aleyhi min ecr(in)(s) in ecriye illâ ‘alâ rabbi-l’âlemîn(e)
"Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir."
اَتُتْرَكُونَ
ف۪ي
مَا
هٰهُنَٓا
اٰمِن۪ينَۙ
١٤٦
Etutrakûne fî mâ hâhunâ âminîn(e)
"Siz buradaki bahçelerde, pınar başlarında, ekinlerde, meyveleri olgunlaşmış hurmalıklarda güven içinde bırakılacak mısınız?"
ف۪ي
جَنَّاتٍ
وَعُيُونٍۙ
١٤٧
Fî cennâtin ve’uyûn(in)
"Siz buradaki bahçelerde, pınar başlarında, ekinlerde, meyveleri olgunlaşmış hurmalıklarda güven içinde bırakılacak mısınız?"
وَزُرُوعٍ
وَنَخْلٍ
طَلْعُهَا
هَض۪يمٌۚ
١٤٨
Vezurû’in venaḣlin tal’uhâ hedîm(un)
"Siz buradaki bahçelerde, pınar başlarında, ekinlerde, meyveleri olgunlaşmış hurmalıklarda güven içinde bırakılacak mısınız?"
وَتَنْحِتُونَ
مِنَ
الْجِبَالِ
بُيُوتاً
فَارِه۪ينَۚ
١٤٩
Vetenhitûne mine-lcibâli buyûten fârihîn(e)
"Bir de dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz."
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِۚ
١٥٠
Fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
"Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin."
وَلَا
تُط۪يعُٓوا
اَمْرَ
الْمُسْرِف۪ينَۙ
١٥١
Velâ tutî’û emra-lmusrifîn(e)
"Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin."
اَلَّذ۪ينَ
يُفْسِدُونَ
فِي
الْاَرْضِ
وَلَا
يُصْلِحُونَ
١٥٢
Elleżîne yufsidûne fî-l-ardi velâ yuslihûn(e)
"Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin."
قَالُٓوا
اِنَّـمَٓا
اَنْتَ
مِنَ
الْمُسَحَّر۪ينَۚ
١٥٣
Kâlû innemâ ente mine-lmusahharîn(e)
Dediler ki: "Sen ancak büyülenmişlerdensin."
مَٓا
اَنْتَ
اِلَّا
بَشَرٌ
مِثْلُنَاۚ
فَأْتِ
بِاٰيَةٍ
اِنْ
كُنْتَ
مِنَ
الصَّادِق۪ينَ
١٥٤
Mâ ente illâ beşerun miślunâ fe/ti bi-âyetin in kunte mine-ssâdikîn(e)
"Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bize bir mucize getir."
قَالَ
هٰذِه۪
نَاقَةٌ
لَهَا
شِرْبٌ
وَلَكُمْ
شِرْبُ
يَوْمٍ
مَعْلُومٍۚ
١٥٥
Kâle hâżihi nâkatun lehâ şirbun velekum şirbu yevmin ma’lûm(in)
Salih, şöyle dedi: "İşte bir dişi deve! Onun (belli bir gün) su içme hakkı var, sizin de belli bir gün su içme hakkınız vardır."
وَلَا تَمَسُّوهَا
بِسُٓوءٍ
فَيَأْخُذَكُمْ
عَذَابُ
يَوْمٍ
عَظ۪يمٍ
١٥٦
Velâ temessûhâ bisû-in feye/ḣużekum ‘ażâbu yevmin ‘azîm(in)
"Sakın ona bir kötülük dokundurmayın. Yoksa büyük bir günün azabı sizi yakalar."
فَعَقَرُوهَا
فَاَصْبَحُوا
نَادِم۪ينَۙ
١٥٧
Fe’akarûhâ feasbehû nâdimîn(e)
Derken onu kestiler, fakat pişman oldular.
فَاَخَذَهُمُ
الْعَذَابُۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةًۜ
وَمَا
كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
١٥٨
Feaḣażehumu-l’ażâb(u)(k) inne fî żâlike leâye(ten)(s) vemâ kâne ekśeruhum mu/minîn(e)
Böylece onları azap yakaladı. Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الرَّح۪يمُ۟
١٥٩
Ve-inne rabbeke lehuve-l’azîzu-rrahîm(u)
Şüphesiz senin Rabbin mutlak güç sahibi ve çok merhametli olandır.
كَذَّبَتْ
قَوْمُ
لُوطٍۨ
الْمُرْسَل۪ينَۚ
١٦٠
Keżżebet kavmu lûtin(i)lmurselîn(e)
Lût'un kavmi de peygamberleri yalanladı.
اِذْ
قَالَ
لَهُمْ
اَخُوهُمْ
لُوطٌ
اَلَا
تَتَّقُونَۚ
١٦١
İż kâle lehum eḣûhum lûtun elâ tettekûn(e)
Hani kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?"
اِنّ۪ي
لَكُمْ
رَسُولٌ
اَم۪ينٌۙ
١٦٢
İnnî lekum rasûlun emîn(un)
"Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِۚ
١٦٣
Fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
"Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin."
وَمَٓا
اَسْـَٔلُكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ
اَجْرٍۚ
اِنْ
اَجْرِيَ
اِلَّا
عَلٰى
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَۜ
١٦٤
Vemâ es-elukum ‘aleyhi min ecr(in)(s) in ecriye illâ ‘alâ rabbi-l’âlemîn(e)
"Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir."
اَتَأْتُونَ
الذُّكْرَانَ
مِنَ
الْعَالَم۪ينَۙ
١٦٥
Ete/tûne-żżukrâne mine-l’âlemîn(e)
"Rabbinizin, sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyor da insanlar arasından erkeklere mi yanaşıyorsunuz? Siz gerçekten haddi aşan bir topluluksunuz."
وَتَذَرُونَ
مَا
خَلَقَ
لَكُمْ
رَبُّكُمْ
مِنْ
اَزْوَاجِكُمْۜ
بَلْ
اَنْتُمْ
قَوْمٌ
عَادُونَ
١٦٦
Veteżerûne mâ ḣaleka lekum rabbukum min ezvâcikum(c) bel entum kavmun ‘âdûn(e)
"Rabbinizin, sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyor da insanlar arasından erkeklere mi yanaşıyorsunuz? Siz gerçekten haddi aşan bir topluluksunuz."
قَالُوا
لَئِنْ
لَمْ
تَنْتَهِ۬
يَا
لُوطُ
لَتَكُونَنَّ
مِنَ
الْمُخْرَج۪ينَ
١٦٧
Kâlû le-in lem tentehi yâ lûtu letekûnenne mine-lmuḣracîn(e)
Dediler ki: "Ey Lût! (İşimize karışmaktan) vazgeçmezsen mutlaka (şehirden) çıkarılanlardan olacaksın!"
قَالَ
اِنّ۪ي
لِعَمَلِكُمْ
مِنَ
الْقَال۪ينَۜ
١٦٨
Kâle innî li’amelikum mine-lkâlîn(e)
Lût şöyle dedi: "Şüphesiz ben sizin yaptığınız bu çirkin işe kızanlardanım."
رَبِّ
نَجِّن۪ي
وَاَهْل۪ي
مِمَّا
يَعْمَلُونَ
١٦٩
Rabbi neccinî veehlî mimmâ ya’melûn(e)
"Ey Rabbim! Beni ve ailemi onların yaptıkları çirkin işten kurtar."
فَنَجَّيْنَاهُ
وَاَهْلَـهُٓ
اَجْمَع۪ينَۙ
١٧٠
Fenecceynâhu veehlehu ecme’în(e)
Bunun üzerine biz de onu ve geri kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın hariç bütün ailesini kurtardık.
اِلَّا
عَجُوزاً
فِي
الْغَابِر۪ينَۚ
١٧١
İllâ ‘acûzen fî-lġâbirîn(e)
Bunun üzerine biz de onu ve geri kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın hariç bütün ailesini kurtardık.
ثُمَّ
دَمَّرْنَا
الْاٰخَر۪ينَۚ
١٧٢
Śumme demmernâ-l-âḣarîn(e)
Sonra diğerlerini helâk ettik.
وَاَمْطَرْنَا
عَلَيْهِمْ
مَطَراًۚ
فَسَٓاءَ
مَطَرُ
الْمُنْذَر۪ينَ
١٧٣
Veemtarnâ ‘aleyhim matarâ(an)(s) fesâe mataru-lmunżerîn(e)
Onların üzerine bir yağmur (gibi taş) yağdırdık. (Başlarına gelecekler konusunda) uyarılanların yağmuru ne kadar da kötü idi!
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةًۜ
وَمَا
كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
١٧٤
İnne fî żâlike leâye(ten)(s) vemâ kâne ekśeruhum mu/minîn(e)
Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الرَّح۪يمُ۟
١٧٥
Ve-inne rabbeke lehuve-l’azîzu-rrahîm(u)
Şüphesiz senin Rabbin mutlak güç sahibi ve çok merhametli olandır.
كَذَّبَ
اَصْحَابُ
لْـَٔيْكَةِ
الْمُرْسَل۪ينَۚ
١٧٦
Keżżebe ashâbu-l-eyketi-lmurselîn(e)
Eyke halkı da peygamberleri yalanladı.
اِذْ
قَالَ
لَهُمْ
شُعَيْبٌ
اَلَا
تَتَّقُونَۚ
١٧٧
iż kâle lehum şu’aybun elâ tettekûn(e)
Hani Şuayb onlara şöyle demişti: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?"
اِنّ۪ي
لَكُمْ
رَسُولٌ
اَم۪ينٌۙ
١٧٨
İnnî lekum rasûlun emîn(un)
"Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاَط۪يعُونِۚ
١٧٩
Fettekû(A)llâhe veatî’ûn(i)
Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
وَمَٓا
اَسْـَٔلُكُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ
اَجْرٍۚ
اِنْ
اَجْرِيَ
اِلَّا
عَلٰى
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَۜ
١٨٠
Vemâ es-elukum ‘aleyhi min ecr(in)(s) in ecriye illâ ‘alâ rabbi-l’âlemîn(e)
"Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir."
اَوْفُوا
الْكَيْلَ
وَلَا
تَكُونُوا
مِنَ
الْمُخْسِر۪ينَۚ
١٨١
Evfû-lkeyle velâ tekûnû mine-lmuḣsirîn(e)
Ölçüyü tam yapın. Eksik verenlerden olmayın."
وَزِنُوا
بِالْقِسْطَاسِ
الْمُسْتَق۪يمِۚ
١٨٢
Vezinû bilkistâsi-lmustekîm(i)
"Doğru terazi ile tartın."
وَلَا
تَبْخَسُوا
النَّاسَ
اَشْيَٓاءَهُمْ
وَلَا
تَعْثَوْا
فِي
الْاَرْضِ
مُفْسِد۪ينَۚ
١٨٣
Velâ tebḣasû-nnâse eşyâehum velâ ta’śev fî-l-ardi mufsidîn(e)
"İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın."
وَاتَّقُوا
الَّذ۪ي
خَلَقَكُمْ
وَالْجِبِلَّةَ
الْاَوَّل۪ينَۜ
١٨٤
Vettekû-lleżî ḣalekakum velcibillete-l-evvelîn(e)
"Sizi ve önceki nesilleri yaratana karşı gelmekten sakının."
قَالُٓوا
اِنَّـمَٓا
اَنْتَ
مِنَ
الْمُسَحَّر۪ينَۙ
١٨٥
Kâlû innemâ ente mine-lmusahharîn(e)
Onlar şöyle dediler: "Sen ancak büyülenmişlerdensin."
وَمَٓا
اَنْتَ
اِلَّا
بَشَرٌ
مِثْلُنَا
وَاِنْ
نَظُنُّكَ
لَمِنَ
الْكَاذِب۪ينَۚ
١٨٦
Vemâ ente illâ beşerun miślunâ ve-in nezunnuke lemine-lkâżibîn(e)
Sen sadece bizim gibi bir insansın. Biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz."
فَاَسْقِطْ
عَلَيْنَا
كِسَفاً
مِنَ
السَّمَٓاءِ
اِنْ
كُنْتَ
مِنَ
الصَّادِق۪ينَۜ
١٨٧
Feeskit ‘aleynâ kisefen mine-ssemâ-i in kunte mine-ssâdikîn(e)
"Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi gökten üzerimize bir parça düşür."
قَالَ
رَبّ۪ٓي
اَعْلَمُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
١٨٨
Kâle rabbî a’lemu bimâ ta’melûn(e)
Şuayb, "Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir" dedi.
فَكَذَّبُوهُ
فَاَخَذَهُمْ
عَذَابُ
يَوْمِ
الظُّلَّةِۜ
اِنَّهُ
كَانَ
عَذَابَ
يَوْمٍ
عَظ۪يمٍ
١٨٩
Fekeżżebûhu feeḣażehum ‘ażâbu yevmi-zzulle(ti)(c) innehu kâne ‘ażâbe yevmin ‘azîm(in)
Onlar Şuayb'ı yalanladılar. Derken gölge gününün azabı onları yakaladı. Şüphesiz o, büyük bir günün azabı idi.
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةًۜ
وَمَا
كَانَ
اَكْثَرُهُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
١٩٠
İnne fî żâlike leâye(ten)(s) vemâ kâne ekśeruhum mu/minîn(e)
Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ
الْعَز۪يزُ
الرَّح۪يمُ۟
١٩١
Ve-inne rabbeke lehuve-l’azîzu-rrahîm(u)
Şüphesiz senin Rabbin mutlak güç sahibi ve çok merhametli olandır.
وَاِنَّهُ
لَتَنْز۪يلُ
رَبِّ
الْعَالَم۪ينَۜ
١٩٢
Ve-innehu letenzîlu rabbi-l’âlemîn(e)
Şüphesiz bu Kur'an, âlemlerin Rabbi'nin indirmesidir.
نَزَلَ
بِهِ
الرُّوحُ
الْاَم۪ينُۙ
١٩٣
Nezele bihi-rrûhu-l-emîn(u)
Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.
عَلٰى
قَلْبِكَ
لِتَكُونَ
مِنَ
الْمُنْذِر۪ينَۙ
١٩٤
‘Alâ kalbike litekûne mine-lmunżirîn(e)
Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.
بِلِسَانٍ
عَرَبِيٍّ
مُب۪ينٍۜ
١٩٥
Bilisânin ‘arabiyyin mubîn(in)
Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.
وَاِنَّهُ
لَف۪ي
زُبُرِ
الْاَوَّل۪ينَ
١٩٦
Ve-innehu lefî zuburi-l-evvelîn(e)
Şüphesiz bu (Kur'an'ın indirileceği) öncekilerin kitaplarında da vardı.
اَوَلَمْ
يَكُنْ
لَهُمْ
اٰيَةً
اَنْ
يَعْلَمَهُ
عُلَمٰٓؤُ۬ا
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَۜ
١٩٧
Eve lem yekun lehum âyeten en ya’lemehu ‘ulemâu benî isrâ-îl(e)
İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar (Mekke müşrikleri) için bir delil değil midir?
وَلَوْ
نَزَّلْنَاهُ
عَلٰى
بَعْضِ
الْاَعْجَم۪ينَۙ
١٩٨
Velev nezzelnâhu ‘alâ ba’di-l-a’cemîn(e)
Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik ve o da bunu kendilerine okusaydı yine buna inanmazlardı.
فَقَرَاَهُ
عَلَيْهِمْ
مَا
كَانُوا
بِه۪
مُؤْمِن۪ينَۜ
١٩٩
Fekaraehu ‘aleyhim mâ kânû bihi mu/minîn(e)
Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik ve o da bunu kendilerine okusaydı yine buna inanmazlardı.
كَذٰلِكَ
سَلَكْنَاهُ
ف۪ي
قُلُوبِ
الْمُجْرِم۪ينَۜ
٢٠٠
Keżâlike seleknâhu fî kulûbi-lmucrimîn(e)
İşte böylece biz onu (Kur'an'ı) suçluların kalbine soktuk.
لَا
يُؤْمِنُونَ
بِه۪
حَتّٰى
يَرَوُا
الْعَذَابَ
الْاَل۪يمَۙ
٢٠١
Lâ yu/minûne bihi hattâ yeravû-l’ażâbe-l-elîm(e)
Onlar, farkında olmadan ansızın kendilerine gelecek olan elem dolu azabı görüp de, "Bize mühlet verilmez mi?" demedikçe, ona inanmazlar.
فَيَأْتِيَهُمْ
بَغْتَةً
وَهُمْ
لَا
يَشْعُرُونَۙ
٢٠٢
Feye/tiyehum baġteten vehum lâ yeş’urûn(e)
Onlar, farkında olmadan ansızın kendilerine gelecek olan elem dolu azabı görüp de, "Bize mühlet verilmez mi?" demedikçe, ona inanmazlar.
فَيَقُولُوا
هَلْ
نَحْنُ
مُنْظَرُونَۜ
٢٠٣
Feyekûlû hel nahnu munzarûn(e)
Onlar, farkında olmadan ansızın kendilerine gelecek olan elem dolu azabı görüp de, "Bize mühlet verilmez mi?" demedikçe, ona inanmazlar.
اَفَبِعَذَابِنَا
يَسْتَعْجِلُونَ
٢٠٤
Efebi’ażâbinâ yesta’cilûn(e)
Bizim azabımızın çabuklaşmasını mı istiyorlar?
اَفَرَاَيْتَ
اِنْ
مَتَّعْنَاهُمْ
سِن۪ينَۙ
٢٠٥
Eferaeyte in metta’nâhum sinîn(e)
Ey Muhammed! Ne dersin; biz onları yıllarca (dünya nimetlerinden) yararlandırsak,
ثُمَّ
جَٓاءَهُمْ
مَا
كَانُوا
يُوعَدُونَۙ
٢٠٦
Śumme câehum mâ kânû yû’adûn(e)
Sonra da kendilerine tehdit edildikleri şey gelse, (halleri nice olurdu?)
مَٓا
اَغْنٰى
عَنْهُمْ
مَا
كَانُوا
يُمَتَّعُونَۜ
٢٠٧
Mâ aġnâ ‘anhum mâ kânû yumette’ûn(e)
(Dünyada) yararlandırıldıkları şeyler onlara fayda sağlamazdı.
وَمَٓا
اَهْلَكْنَا
مِنْ
قَرْيَةٍ
اِلَّا
لَهَا
مُنْذِرُونَۗۛ
٢٠٨
Vemâ ehleknâ min karyetin illâ lehâ munżirûn(e)
Biz hiçbir memleketi uyarıcıları olmadıkça helak etmedik.
ذِكْرٰى۠ۛ
وَمَا
كُنَّا
ظَالِم۪ينَ
٢٠٩
Żikrâ vemâ kunnâ zâlimîn(e)
Bu bir hatırlatmadır. Biz zalim değiliz.
وَمَا
تَنَزَّلَتْ
بِهِ
الشَّيَاط۪ينُ
٢١٠
Vemâ tenezzelet bihi-şşeyâtîn(u)
O Kur'an'ı şeytanlar indirmemiştir.
وَمَا
يَنْبَغ۪ي
لَهُمْ
وَمَا
يَسْتَط۪يعُونَۜ
٢١١
Vemâ yenbeġî lehum vemâ yestatî’ûn(e)
Zaten bu onların harcı değildir, buna güçleri de yetmez.
اِنَّهُمْ
عَنِ
السَّمْعِ
لَمَعْزُولُونَۜ
٢١٢
İnnehum ‘ani-ssem’i lema’zûlûn(e)
Çünkü onlar (vahyi) işitmekten uzaklaştırılmışlardır.
فَلَا
تَدْعُ
مَعَ
اللّٰهِ
اِلٰهاً
اٰخَرَ
فَتَكُونَ
مِنَ
الْمُعَذَّب۪ينَۚ
٢١٣
Felâ ted’u me’a(A)llâhi ilâhen âḣara fetekûne mine-lmu’ażżebîn(e)
Öyle ise sakın Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun!
وَاَنْذِرْ
عَش۪يرَتَكَ
الْاَقْرَب۪ينَۙ
٢١٤
Veenżir ‘aşîrateke-l-akrabîn(e)
(Önce) en yakın akrabanı uyar.
وَاخْفِضْ
جَنَاحَكَ
لِمَنِ
اتَّـبَعَكَ
مِنَ
الْمُؤْمِن۪ينَۚ
٢١٥
Vaḣfid cenâhake limeni-ttebe’ake mine-lmu/minîn(e)
Mü'minlerden sana uyanlara kanatlarını indir.
فَاِنْ
عَصَوْكَ
فَقُلْ
اِنّ۪ي
بَر۪ٓيءٌ
مِمَّا
تَعْمَلُونَۚ
٢١٦
Fe-in ‘asavke fekul innî berî-un mimmâ ta’melûn(e)
Eğer sana karşı gelirlerse, "Şüphesiz ben sizin yaptığınız şeylerden uzağım" de.
وَتَوَكَّلْ
عَلَى
الْعَز۪يزِ
الرَّح۪يمِۙ
٢١٧
Vetevekkel ‘alâ-l’azîzi-rrahîm(i)
Namaza kalktığında seni ve secde edenler arasında dolaşmanı gören; mutlak güç sahibi, çok merhametli olan Allah'a tevekkül et.
اَلَّذ۪ي
يَرٰيكَ
ح۪ينَ
تَقُومُۙ
٢١٨
Elleżî yerâke hîne tekûm(u)
Namaza kalktığında seni ve secde edenler arasında dolaşmanı gören; mutlak güç sahibi, çok merhametli olan Allah'a tevekkül et.
وَتَقَلُّبَكَ
فِي
السَّاجِد۪ينَ
٢١٩
Vetekallubeke fî-ssâcidîn(e)
Namaza kalktığında seni ve secde edenler arasında dolaşmanı gören; mutlak güç sahibi, çok merhametli olan Allah'a tevekkül et.
اِنَّهُ
هُوَ
السَّم۪يعُ
الْعَل۪يمُ
٢٢٠
İnnehu huve-ssemî’u-l’alîm(u)
Şüphesiz O hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
هَلْ
اُنَبِّئُكُمْ
عَلٰى
مَنْ
تَنَزَّلُ
الشَّيَاط۪ينُۜ
٢٢١
Hel unebbi-ukum ‘alâ men tenezzelu-şşeyâtîn(u)
Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi?
تَنَزَّلُ
عَلٰى
كُلِّ
اَفَّاكٍ
اَث۪يمٍۙ
٢٢٢
Tenezzelu ‘alâ kulli effâkin eśîm(in)
Onlar, her günahkâr yalancıya inerler.
يُلْقُونَ
السَّمْعَ
وَاَكْثَرُهُمْ
كَاذِبُونَۜ
٢٢٣
Yulkûne-ssem’a veekśeruhum kâżibûn(e)
Bunlar da şeytanlara kulak verirler. Onların çoğu ise yalancıdır.
وَالشُّعَرَٓاءُ
يَتَّبِعُهُمُ
الْغَاوُ۫نَۜ
٢٢٤
Ve-şşu’arâu yettebi’uhumu-lġâvûn(e)
Şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar.
اَلَمْ
تَرَ
اَنَّهُمْ
ف۪ي
كُلِّ
وَادٍ
يَه۪يمُونَۙ
٢٢٥
Elem tera ennehum fî kulli vâdin yehîmûn(e)
Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.
وَاَنَّهُمْ
يَقُولُونَ
مَا
لَا
يَفْعَلُونَۙ
٢٢٦
Veennehum yekûlûne mâ lâ yef’alûn(e)
Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.
اِلَّا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
وَذَكَرُوا
اللّٰهَ
كَث۪يراً
وَانْتَصَرُوا
مِنْ
بَعْدِ
مَا
ظُلِمُواۜ
وَسَيَعْلَمُ
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُٓوا
اَيَّ
مُنْقَلَبٍ
يَنْقَلِبُونَ
٢٢٧
İllâ-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti veżekerû(A)llâhe keśîran ventesarû min ba’di mâ zulimû(k) veseya’lemu-lleżîne zalemû eyye munkalebin yenkalibûn(e)
Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah'ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar başka. Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.