الْحِجْرِ
Hicr Sûresi
الٓـرٰ۠
تِلْكَ
اٰيَاتُ
الْكِتَابِ
وَقُرْاٰنٍ
مُب۪ينٍ
١
Elif-lâm-râ(c) tilke âyâtu-lkitâbi vekur-ânin mubîn(in)
Elif Lâm Râ. Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'an'ın âyetleridir.
رُبَمَا
يَوَدُّ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
لَوْ
كَانُوا
مُسْلِم۪ينَ
٢
Rubemâ yeveddu-lleżîne keferû lev kânû muslimîn(e)
İnkar edenler, "Keşke müslüman olsaydık" diye çok arzu edeceklerdir.
ذَرْهُمْ
يَأْكُلُوا
وَيَتَمَتَّعُوا
وَيُلْهِهِمُ
الْاَمَلُ
فَسَوْفَ
يَعْلَمُونَ
٣
Żerhum ye/kulû veyetemette’û veyulhihimu-l-emel(u)(s) fesevfe ya’lemûn(e)
Bırak onları yesinler (içsinler), yararlansınlar; emelleri onları oyalayadursun. İleride (gerçeği) bilecekler.
وَمَٓا
اَهْلَكْنَا
مِنْ
قَرْيَةٍ
اِلَّا
وَلَهَا
كِتَابٌ
مَعْلُومٌ
٤
Vemâ ehleknâ min karyetin illâ velehâ kitâbun ma’lûm(un)
Helâk ettiğimiz her memleketin mutlaka bilinen bir yazısı (belli vakti) vardır.
مَا
تَسْبِقُ
مِنْ
اُمَّةٍ
اَجَلَهَا
وَمَا
يَسْتَأْخِرُونَ
٥
Mâ tesbiku min ummetin ecelehâ vemâ yeste/ḣirûn(e)
Hiçbir toplum ecelini geçemez ve ondan geri de kalamaz.
وَقَالُوا
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ي
نُزِّلَ
عَلَيْهِ
الذِّكْرُ
اِنَّكَ
لَمَجْنُونٌۜ
٦
Ve kâlû yâ eyyuhâ-lleżî nuzzile ‘aleyhi-żżikru inneke lemecnûn(un)
Dediler ki: "Ey kendisine Zikir (Kur'an) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin!"
لَوْ
مَا
تَأْت۪ينَا
بِالْمَلٰٓئِكَةِ
اِنْ
كُنْتَ
مِنَ
الصَّادِق۪ينَ
٧
Lev mâ te/tînâ bilmelâ-iketi in kunte mine-ssâdikîn(e)
"Eğer doğru söyleyenlerden isen bize melekleri getirsene!"
مَا
نُنَزِّلُ
الْمَلٰٓئِكَةَ
اِلَّا
بِالْحَقِّ
وَمَا
كَانُٓوا
اِذاً
مُنْظَر۪ينَ
٨
Mâ nunezzilu-lmelâ-ikete illâ bilhakki vemâ kânû iżen munzarîn(e)
Biz melekleri ancak hak ve hikmete uygun olarak indiririz. O zaman da onlara mühlet verilmez.
اِنَّا
نَحْنُ
نَزَّلْنَا
الذِّكْرَ
وَاِنَّا
لَهُ
لَحَافِظُونَ
٩
İnnâ nahnu nezzelnâ-żżikra ve-innâ lehu lehâfizûn(e)
Şüphesiz o zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
مِنْ
قَبْلِكَ
ف۪ي
شِيَعِ
الْاَوَّل۪ينَ
١٠
Velekad erselnâ min kablike fî şiye’i-l-evvelîn(e)
Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik.
وَمَا
يَأْت۪يهِمْ
مِنْ
رَسُولٍ
اِلَّا
كَانُوا
بِه۪
يَسْتَهْزِؤُ۫نَ
١١
Vemâ ye/tîhim min rasûlin illâ kânû bihi yestehzi-ûn(e)
Onlar kendilerine gelen her peygamberle alay ediyorlardı.
كَذٰلِكَ
نَسْلُكُهُ
ف۪ي
قُلُوبِ
الْمُجْرِم۪ينَۙ
١٢
Keżâlike neslukuhu fî kulûbi-lmucrimîn(e)
Aynı şekilde (onların tutumlarına uygun olarak) biz onu suçluların kalbine sokarız.
لَا
يُؤْمِنُونَ
بِه۪
وَقَدْ
خَلَتْ
سُنَّةُ
الْاَوَّل۪ينَ
١٣
Lâ yu/minûne bih(i)(s) vekad ḣalet sunnetu-l-evvelîn(e)
Önceki milletlerin (helakine dair Allah'ın) kanunu geçmiş iken onlar buna (Kur'an'a) inanmazlar.
وَلَوْ
فَتَحْنَا
عَلَيْهِمْ
بَاباً
مِنَ
السَّمَٓاءِ
فَظَلُّوا
ف۪يهِ
يَعْرُجُونَۙ
١٤
Velev fetahnâ ‘aleyhim bâben mine-ssemâ-i fezallû fîhi ya’rucûn(e)
Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıkmaya koyulsalar yine "Gözlerimiz döndürüldü, biz herhâlde büyülenmiş bir toplumuz" derlerdi.
لَقَالُٓوا
اِنَّمَا
سُكِّرَتْ
اَبْصَارُنَا
بَلْ
نَحْنُ
قَوْمٌ
مَسْحُورُونَ۟
١٥
Lekâlû innemâ sukkirat ebsârunâ bel nahnu kavmun meshûrûn(e)
Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıkmaya koyulsalar yine "Gözlerimiz döndürüldü, biz herhâlde büyülenmiş bir toplumuz" derlerdi.
وَلَقَدْ
جَعَلْنَا
فِي
السَّمَٓاءِ
بُرُوجاً
وَزَيَّنَّاهَا
لِلنَّاظِر۪ينَۙ
١٦
Velekad ce’alnâ fî-ssemâ-i burûcen vezeyyennâhâ linnâzirîn(e)
Andolsun, biz gökte burçlar yaptık ve onu, bakanlar için süsledik.
وَحَفِظْنَاهَا
مِنْ
كُلِّ
شَيْطَانٍ
رَج۪يمٍۙ
١٧
Vehafiznâhâ min kulli şeytânin racîm(in)
Onu kovulmuş her şeytandan koruduk.
اِلَّا
مَنِ
اسْتَرَقَ
السَّمْعَ
فَاَتْبَعَهُ
شِهَابٌ
مُب۪ينٌ
١٨
İllâ meni-steraka-ssem’a feetbe’ahu şihâbun mubîn(un)
Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak bir ateş takip etmektedir.
وَالْاَرْضَ
مَدَدْنَاهَا
وَاَلْقَيْنَا
ف۪يهَا
رَوَاسِيَ
وَاَنْبَتْنَا
ف۪يهَا
مِنْ
كُلِّ
شَيْءٍ
مَوْزُونٍ
١٩
Vel-arda medednâhâ veelkaynâ fîhâ ravâsiye veenbetnâ fîhâ min kulli şey-in mevzûn(in)
Yeri de yaydık, ona sabit dağlar yerleştirdik ve orada ölçülü (bir biçimde) her şeyi bitirdik.
وَجَعَلْنَا
لَكُمْ
ف۪يهَا
مَعَايِشَ
وَمَنْ
لَسْتُمْ
لَهُ
بِرَازِق۪ينَ
٢٠
Vece’alnâ lekum fîhâ me’âyişe vemen lestum lehu birâzikîn(e)
Orada hem sizin için, hem de sizin rızık vermediğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik.
وَاِنْ
مِنْ
شَيْءٍ
اِلَّا
عِنْدَنَا
خَزَٓائِنُهُۘ
وَمَا
نُنَزِّلُـهُٓ
اِلَّا
بِقَدَرٍ
مَعْلُومٍ
٢١
Ve-in min şey-in illâ ‘indenâ ḣazâ-inuhu vemâ nunezziluhu illâ bikaderin ma’lûm(in)
Hiçbir şey yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.
وَاَرْسَلْنَا
الرِّيَاحَ
لَوَاقِـحَ
فَاَنْزَلْنَا
مِنَ
السَّمَٓاءِ
مَٓاءً
فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُۚ
وَمَٓا
اَنْتُمْ
لَهُ
بِخَازِن۪ينَ
٢٢
Veerselnâ-rriyâha levâkiha feenzelnâ mine-ssemâ-i mâen feeskaynâkumûhu vemâ entum lehu biḣâzinîn(e)
Rüzgârları da aşılayıcı olarak gönderip yukarıdan su indirerek sizi onunla suladık. Onu toplayıp depolayan da siz değilsiniz.
وَاِنَّا
لَنَحْنُ
نُحْـي۪
وَنُم۪يتُ
وَنَحْنُ
الْوَارِثُونَ
٢٣
Ve-innâ lenahnu nuhyî venumîtu venahnu-lvâriśûn(e)
Hiç şüphesiz biz diriltir, biz öldürürüz ve biz (her şeye gerçek) varisleriz
وَلَقَدْ
عَلِمْنَا
الْمُسْتَقْدِم۪ينَ
مِنْكُمْ
وَلَقَدْ
عَلِمْنَا
الْمُسْتَأْخِر۪ينَ
٢٤
Velekad ‘alimnâ-lmustakdimîne minkum velekad ‘alimnâ-lmuste/ḣirîn(e)
Andolsun biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, sonraya kalanları da.
وَاِنَّ
رَبَّكَ
هُوَ
يَحْشُرُهُمْۜ
اِنَّهُ
حَك۪يمٌ
عَل۪يمٌ۟
٢٥
Ve-inne rabbeke huve yahşuruhum(c) innehu hakîmun ‘alîm(un)
Şüphesiz senin Rabbin onları diriltip bir araya getirecektir. Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
وَلَقَدْ
خَلَقْنَا
الْاِنْسَانَ
مِنْ
صَلْصَالٍ
مِنْ
حَمَأٍ
مَسْنُونٍۚ
٢٦
Velekad ḣaleknâ-l-insâne min salsâlin min hame-in mesnûn(in)
Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık.
وَالْجَٓانَّ
خَلَقْنَاهُ
مِنْ
قَبْلُ
مِنْ
نَارِ
السَّمُومِ
٢٧
Velcânne ḣaleknâhu min kablu min nâri-ssemûm(i)
Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık.
وَاِذْ
قَالَ
رَبُّكَ
لِلْمَلٰٓئِكَةِ
اِنّ۪ي
خَالِقٌ
بَشَراً
مِنْ
صَلْصَالٍ
مِنْ
حَمَأٍ
مَسْنُونٍ
٢٨
Ve-iż kâle rabbuke lilmelâ-iketi innî ḣâlikun beşeran min salsâlin min hame-in mesnûn(in)
Hani Rabbin meleklere, "Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin" demişti.
فَاِذَا
سَوَّيْتُهُ
وَنَفَخْتُ
ف۪يهِ
مِنْ
رُوح۪ي
فَقَعُوا
لَهُ
سَاجِد۪ينَ
٢٩
Fe-iżâ sevveytuhu venefaḣtu fîhi min rûhî feka’û lehu sâcidîn(e)
Hani Rabbin meleklere, "Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin" demişti.
فَسَجَدَ
الْمَلٰٓئِكَةُ
كُلُّهُمْ
اَجْمَعُونَۙ
٣٠
Fesecede-lmelâ-iketu kulluhum ecme’ûn(e)
Bunun üzerine bütün melekler saygı ile eğildiler.
اِلَّٓا
اِبْل۪يسَۜ
اَبٰٓى
اَنْ
يَكُونَ
مَعَ
السَّاجِد۪ينَ
٣١
İllâ iblîse ebâ en yekûne me’a-ssâcidîn(e)
Ancak İblis, saygı ile eğilenlerle beraber olmaktan kaçındı.
قَالَ
يَٓا
اِبْل۪يسُ
مَا
لَكَ
اَلَّا
تَكُونَ
مَعَ
السَّاجِد۪ينَ
٣٢
Kâle yâ iblîsu mâ leke ellâ tekûne me’a-ssâcidîn(e)
Allah, "Ey İblis! Saygı ile eğilenlerle beraber olmamandaki maksadın ne?" dedi.
قَالَ
لَمْ
اَكُنْ
لِاَسْجُدَ
لِبَشَرٍ
خَلَقْتَهُ
مِنْ
صَلْصَالٍ
مِنْ
حَمَأٍ
مَسْنُونٍ
٣٣
Kâle lem ekun li-escude libeşerin ḣalaktehu min salsâlin min hame-in mesnûn(in)
İblis dedi ki: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insan için saygı ile eğilemem."
قَالَ
فَاخْرُجْ
مِنْهَا
فَاِنَّكَ
رَج۪يمٌ
٣٤
Kâle faḣruc minhâ fe-inneke racîm(un)
Allah, "Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. Şüphesiz hesap gününe kadar lânet senin üzerinedir" dedi.
وَاِنَّ
عَلَيْكَ
اللَّعْنَةَ
اِلٰى
يَوْمِ
الدّ۪ينِ
٣٥
Ve-inne ‘aleyke-lla’nete ilâ yevmi-ddîn(i)
Allah, "Öyleyse çık oradan, çünkü sen kovuldun. Şüphesiz hesap gününe kadar lânet senin üzerinedir" dedi.
قَالَ
رَبِّ
فَاَنْظِرْن۪ٓي
اِلٰى
يَوْمِ
يُبْعَثُونَ
٣٦
Kâle rabbi feenzirnî ilâ yevmi yub’aśûn(e)
İblis: "Rabbim! Öyle ise onların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi.
قَالَ
فَاِنَّكَ
مِنَ
الْمُنْظَر۪ينَۙ
٣٧
Kâle fe-inneke mine-lmunzarîn(e)
Allah da, "O halde sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen güne (kıyamete) kadar mühlet verilenlerdensin" dedi.
اِلٰى
يَوْمِ
الْوَقْتِ
الْمَعْلُومِ
٣٨
İlâ yevmi-lvakti-lma’lûm(i)
Allah da, "O halde sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen güne (kıyamete) kadar mühlet verilenlerdensin" dedi.
قَالَ
رَبِّ
بِمَٓا
اَغْوَيْتَن۪ي
لَاُزَيِّنَنَّ
لَهُمْ
فِي
الْاَرْضِ
وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ
اَجْمَع۪ينَۙ
٣٩
Kâle rabbi bimâ aġveytenî leuzeyyinenne lehum fî-l-ardi veleuġviyennehum ecma’în(e)
İblis, "Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım" dedi.
اِلَّا
عِبَادَكَ
مِنْهُمُ
الْمُخْلَص۪ينَ
٤٠
İllâ ‘ibâdeke minhumu-lmuḣlasîn(e)
İblis, "Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım" dedi.
قَالَ
هٰذَا
صِرَاطٌ
عَلَيَّ
مُسْتَق۪يمٌ
٤١
Kâle hâżâ sirâtun ‘aleyye mustekîm(un)
Allah, "İşte bu bana ulaştıran dosdoğru yoldur. Azgınlardan sana uyanlar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur" dedi.
اِنَّ
عِبَاد۪ي
لَيْسَ
لَكَ
عَلَيْهِمْ
سُلْطَانٌ
اِلَّا
مَنِ
اتَّبَعَكَ
مِنَ
الْغَاو۪ينَ
٤٢
İnne ‘ibâdî leyse leke ‘aleyhim sultânun illâ meni-ttebe’ake mine-lġâvîn(e)
Allah, "İşte bu bana ulaştıran dosdoğru yoldur. Azgınlardan sana uyanlar dışında, kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur" dedi.
وَاِنَّ
جَهَنَّمَ
لَمَوْعِدُهُمْ
اَجْمَع۪ينَۙ
٤٣
Ve-inne cehenneme lemev’iduhum ecma’în(e)
Şüphesiz cehennem, onların hepsinin buluşacağı yerdir.
لَهَا
سَبْعَةُ
اَبْوَابٍۜ
لِكُلِّ
بَابٍ
مِنْهُمْ
جُزْءٌ
مَقْسُومٌ۟
٤٤
Lehâ seb’atu ebvâbin likulli bâbin minhum cuz-un maksûm(un)
Onun yedi kapısı vardır ve her kapıya onlardan bir grup ayrılmıştır.
اِنَّ
الْمُتَّق۪ينَ
ف۪ي
جَنَّاتٍ
وَعُيُونٍۜ
٤٥
İnne-lmuttekîne fî cennâtin ve’uyûn(in)
Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, cennetler içinde ve pınarlar başındadır.
اُدْخُلُوهَا
بِسَلَامٍ
اٰمِن۪ينَ
٤٦
Udḣulûhâ biselâmin âminîn(e)
Onlara, "Girin oraya esenlikle, güven içinde" denilir.
وَنَزَعْنَا
مَا
ف۪ي
صُدُورِهِمْ
مِنْ
غِلٍّ
اِخْوَاناً
عَلٰى
سُرُرٍ
مُتَقَابِل۪ينَ
٤٧
Veneza’nâ mâ fî sudûrihim min ġillin iḣvânen ‘alâ sururin mutekâbilîn(e)
Biz onların kalplerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı otururlar.
لَا
يَمَسُّهُمْ
ف۪يهَا
نَصَبٌ
وَمَا
هُمْ
مِنْهَا
بِمُخْرَج۪ينَ
٤٨
Lâ yemessuhum fîhâ nasabun vemâ hum minhâ bimuḣracîn(e)
Onlara orada hiçbir yorgunluk dokunmaz, onlar oradan çıkarılacak da değillerdir.
نَبِّئْ
عِبَاد۪ٓي
اَنّ۪ٓي
اَنَا
الْغَفُورُ
الرَّح۪يمُۙ
٤٩
Nebbi/ ‘ibâdî ennî enâ-lġafûru-rrahîm(u)
Ey Muhammed! Kullarıma, benim elbette çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğumu, azabımın da elem dolu azap olduğunu haber ver.
وَاَنَّ
عَذَاب۪ي
هُوَ
الْعَذَابُ
الْاَل۪يمُ
٥٠
Veenne ‘ażâbî huve-l’ażâbu-l-elîm(u)
Ey Muhammed! Kullarıma, benim elbette çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğumu, azabımın da elem dolu azap olduğunu haber ver.
وَنَبِّئْهُمْ
عَنْ
ضَيْفِ
اِبْرٰه۪يمَۢ
٥١
Venebbi/hum ‘an dayfi ibrâhîm(e)
Onlara İbrahim'in misafirlerinden de haber ver.
اِذْ
دَخَلُوا
عَلَيْهِ
فَقَالُوا
سَلَاماًۜ
قَالَ
اِنَّا
مِنْكُمْ
وَجِلُونَ
٥٢
İż deḣalû ‘aleyhi fekâlû selâmen kâle innâ minkum vecilûn(e)
Hani misafirler İbrahim'in yanına girmiş ve "Selam" demişlerdi. O da, "Gerçekten biz sizden korkuyoruz" demişti.
قَالُوا
لَا
تَوْجَلْ
اِنَّا
نُبَشِّرُكَ
بِغُلَامٍ
عَل۪يمٍ
٥٣
Kâlû lâ tevcel innâ nubeşşiruke biġulâmin ‘alîm(in)
Onlar, "Korkma, biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz" dediler.
قَالَ
اَبَشَّرْتُمُون۪ي
عَلٰٓى
اَنْ
مَسَّنِيَ
الْكِبَرُ
فَبِمَ
تُبَشِّرُونَ
٥٤
Kâle ebeşşertumûnî ‘alâ en messeniye-lkiberu febime tubeşşirûn(i)
İbrahim, "Bana yaşlılık gelip çatmış iken beni mi müjdeliyorsunuz? Bana neyi müjdeliyorsunuz?" dedi.
قَالُوا
بَشَّرْنَاكَ
بِالْحَقِّ
فَلَا
تَكُنْ
مِنَ
الْقَانِط۪ينَ
٥٥
Kâlû beşşernâke bilhakki felâ tekun mine-lkânitîn(e)
"Biz sana gerçeği müjdeledik. Sakın ümitsizlerden olma" dediler.
قَالَ
وَمَنْ
يَقْنَطُ
مِنْ
رَحْمَةِ
رَبِّه۪ٓ
اِلَّا
الضَّٓالُّونَ
٥٦
Kâle vemen yaknetu min rahmeti rabbihi illâ-ddâllûn(e)
Dedi ki: "Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?"
قَالَ
فَمَا
خَطْبُكُمْ
اَيُّهَا
الْمُرْسَلُونَ
٥٧
Kâle femâ ḣatbukum eyyuhâ-lmurselûn(e)
İbrahim, "Ey Elçiler! Göreviniz nedir?" dedi.
قَالُٓوا
اِنَّٓا
اُرْسِلْـنَٓا
اِلٰى
قَوْمٍ
مُجْرِم۪ينَۙ
٥٨
Kâlû innâ ursilnâ ilâ kavmin mucrimîn(e)
Şöyle dediler: "Şüphesiz biz suçlu bir millete gönderildik.
اِلَّٓا
اٰلَ
لُوطٍۜ
اِنَّا
لَمُنَجُّوهُمْ
اَجْمَع۪ينَۙ
٥٩
İllâ âle lûtin innâ lemuneccûhum ecme’în(e)
Lût'un ailesi başka (Onlar suçlu değillerdir). Lût'un karısı dışında onların hepsini kurtaracağız. Biz onun geride kalanlardan olmasını takdir ettik."
اِلَّا
امْرَاَتَهُ
قَدَّرْنَٓاۙ
اِنَّهَا
لَمِنَ
الْغَابِر۪ينَ۟
٦٠
İllâ-mraetehu kaddernâ(ﻻ) innehâ lemine-lġâbirîn(e)
Lût'un ailesi başka (Onlar suçlu değillerdir). Lût'un karısı dışında onların hepsini kurtaracağız. Biz onun geride kalanlardan olmasını takdir ettik."
فَلَمَّا
جَٓاءَ
اٰلَ
لُوطٍۨ
الْمُرْسَلُونَۙ
٦١
Felemmâ câe âle lûtin(i)-lmurselûn(e)
Elçiler (melekler) Lût'un ailesine gelince Lût onlara, "Gerçekten siz tanınmayan kimselersiniz" dedi.
قَالَ
اِنَّكُمْ
قَوْمٌ
مُنْكَرُونَ
٦٢
Kâle innekum kavmun munkerûn(e)
Elçiler (melekler) Lût'un ailesine gelince Lût onlara, "Gerçekten siz tanınmayan kimselersiniz" dedi.
قَالُوا
بَلْ
جِئْنَاكَ
بِمَا
كَانُوا
ف۪يهِ
يَمْتَرُونَ
٦٣
Kâlû bel ci/nâke bimâ kânû fîhi yemterûn(e)
Dediler ki: "Evet, fakat biz sana (kavminin) şüphe etmekte olduğu azabı getirdik."
وَاَتَيْنَاكَ
بِالْحَقِّ
وَاِنَّا
لَصَادِقُونَ
٦٤
Veeteynâke bilhakki ve-innâ lesâdikûn(e)
"Biz sana gerçeği getirdik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz."
فَاَسْرِ
بِاَهْلِكَ
بِقِطْعٍ
مِنَ
الَّيْلِ
وَاتَّبِـعْ
اَدْبَارَهُمْ
وَلَا
يَلْتَفِتْ
مِنْكُمْ
اَحَدٌ
وَامْضُوا
حَيْثُ
تُؤْمَرُونَ
٦٥
Feesri bi-ehlike bikit’in mine-lleyli vettebi’ edbârahum velâ yeltefit minkum ehadun vemdû hayśu tu/merûn(e)
"Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından git. Hiçbiriniz arkaya bakmasın. Emrolunduğunuz yere (doğru) geçin gidin."
وَقَضَيْنَٓا
اِلَيْهِ
ذٰلِكَ
الْاَمْرَ
اَنَّ
دَابِرَ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
مَقْطُوعٌ
مُصْبِح۪ينَ
٦٦
Vekadaynâ ileyhi żâlike-l-emra enne dâbira hâulâ-i maktû’un musbihîn(e)
Ona şu durumu kesin olarak bildirdik: "Sabaha çıkarken onların sonu kesilmiş olacak."
وَجَٓاءَ
اَهْلُ
الْمَد۪ينَةِ
يَسْتَبْشِرُونَ
٦٧
Vecâe ehlu-lmedîneti yestebşirûn(e)
Şehir halkı sevinerek geldiler.
قَالَ
اِنَّ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
ضَيْف۪ي
فَلَا
تَفْضَحُونِۙ
٦٨
Kâle inne hâulâ-i dayfî felâ tefdahûn(i)
Lût dedi ki: "Şüphesiz bunlar benim misafirlerimdir. Sakın beni rezil etmeyin."
وَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَلَا
تُخْزُونِ
٦٩
Vettekû(A)llâhe velâ tuḣzûn(i)
"Allah'a karşı gelmekten sakının, beni utandırmayın" dedi.
قَالُٓوا
اَوَلَمْ
نَنْهَكَ
عَنِ
الْعَالَم۪ينَ
٧٠
Kâlû eve lem nenheke ‘ani-l’âlemîn(e)
Onlar, "Biz seni insanlarla ilgilenmekten menetmemiş miydik" dediler.
قَالَ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
بَنَات۪ٓي
اِنْ
كُنْتُمْ
فَاعِل۪ينَۜ
٧١
Kâle hâulâ-i benâtî in kuntum fâ’ilîn(e)
Lût: "İşte kızlarım. Eğer yapacaksanız (onlarla evlenebilirsiniz)" dedi.
لَعَمْرُكَ
اِنَّهُمْ
لَف۪ي
سَكْرَتِهِمْ
يَعْمَهُونَ
٧٢
Le’amruke innehum lefî sekratihim ya’mehûn(e)
(Melekler Lût'a:) "Ömrüne andolsun ki onlar (şehvetten) gözleri dönmüş halde sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlar (Bu durumda asla seni dinlemezler)" dediler.
فَاَخَذَتْهُمُ
الصَّيْحَةُ
مُشْرِق۪ينَۙ
٧٣
Feeḣażet-humu-ssayhatu muşrikîn(e)
Derken güneşin doğuşu sırasında o korkunç uğultulu ses onları yakalayıverdi.
فَجَعَلْنَا
عَالِيَهَا
سَافِلَهَا
وَاَمْطَرْنَا
عَلَيْهِمْ
حِجَارَةً
مِنْ
سِجّ۪يلٍۜ
٧٤
Fece’alnâ ‘âliyehâ sâfilehâ veemtarnâ ‘aleyhim hicâraten min siccîl(in)
Hemen onların altını üstüne getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَاتٍ
لِلْمُتَوَسِّم۪ينَ
٧٥
İnne fî żâlike leâyâtin lilmutevessimîn(e)
Şüphesiz bunda düşünüp görebilen kimseler için ibretler vardır.
وَاِنَّهَا
لَبِسَب۪يلٍ
مُق۪يمٍ
٧٦
Ve-innehâ lebisebîlin mukîm(in)
O şehrin kalıntıları hâlâ mevcut olan bir yol üstünde duruyor.
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةً
لِلْمُؤْمِن۪ينَۜ
٧٧
İnne fî żâlike leâyeten lilmu/minîn(e)
Şüphesiz bunda inananlar için bir ibret vardır.
وَاِنْ
كَانَ
اَصْحَابُ
الْاَيْكَةِ
لَظَالِم۪ينَۙ
٧٨
Ve-in kâne ashâbu-l-eyketi lezâlimîn(e)
"Eyke" halkı da şüphesiz zalim idiler.
فَانْتَقَمْنَا
مِنْهُمْۢ
وَاِنَّهُمَا
لَبِاِمَامٍ
مُب۪ينٍۜ۟
٧٩
Fentekamnâ minhum ve-innehumâ lebi-imâmin mubîn(in)
Onlardan da intikam aldık. İkisi de (Lût kavminin yaşadığı Sodom ile Şuayb kavminin yaşadığı Eyke) belirgin bir anayol üzerinde idiler.
وَلَقَدْ
كَذَّبَ
اَصْحَابُ
الْحِجْرِ
الْمُرْسَل۪ينَۙ
٨٠
Velekad keżżebe ashâbu-lhicri-lmurselîn(e)
Andolsun, Hicr halkı da peygamberleri yalanlamıştı.
وَاٰتَيْنَاهُمْ
اٰيَاتِنَا
فَكَانُوا
عَنْهَا
مُعْرِض۪ينَۙ
٨١
Veâteynâhum âyâtinâ fekânû ‘anhâ mu’ridîn(e)
Biz onlara âyetlerimizi vermiştik de onlardan yüz çevirmişlerdi.
وَكَانُوا
يَنْحِتُونَ
مِنَ
الْجِبَالِ
بُيُوتاً
اٰمِن۪ينَ
٨٢
Vekânû yenhitûne mine-lcibâli buyûten âminîn(e)
Onlar güven içinde dağlardan evler yontuyorlardı.
فَاَخَذَتْهُمُ
الصَّيْحَةُ
مُصْبِح۪ينَۙ
٨٣
Feeḣażet-humu-ssayhatu musbihîn(e)
Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç uğultulu ses yakalayıverdi.
فَمَٓا
اَغْنٰى
عَنْهُمْ
مَا
كَانُوا
يَكْسِبُونَۜ
٨٤
Femâ aġnâ ‘anhum mâ kânû yeksibûn(e)
Kazanmakta oldukları şeyler kendilerine bir fayda vermedi.
وَمَا
خَلَقْنَا
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ
وَمَا
بَيْنَهُمَٓا
اِلَّا
بِالْحَقِّۜ
وَاِنَّ
السَّاعَةَ
لَاٰتِيَةٌ
فَاصْفَحِ
الصَّفْحَ
الْجَم۪يلَ
٨٥
Vemâ ḣaleknâ-ssemâvâti vel-arda vemâ beynehumâ illâ bilhakk(i)(k) ve-inne-ssâ’ate leâtiye(tun)(s) fasfehi-ssafha-lcemîl(e)
Biz gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları ancak hakka ve hikmete uygun olarak yarattık. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Sen şimdi güzel bir şekilde hoşgörü ile muamele et.
اِنَّ
رَبَّكَ
هُوَ
الْخَلَّاقُ
الْعَل۪يمُ
٨٦
İnne rabbeke huve-lḣallâku-l’alîm(u)
Şüphesiz, Rabbin hakkıyla yaratanın (ve herşeyi) bilenin ta kendisidir.
وَلَقَدْ
اٰتَيْنَاكَ
سَبْعاً
مِنَ
الْمَثَان۪ي
وَالْقُرْاٰنَ
الْعَظ۪يمَ
٨٧
Velekad âteynâke seb’an mine-lmeśânî velkur-âne-l’azîm(e)
Andolsun, biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve büyük Kur'an'ı verdik.
لَا
تَمُدَّنَّ
عَيْنَيْكَ
اِلٰى
مَا
مَتَّعْنَا
بِه۪ٓ
اَزْوَاجاً
مِنْهُمْ
وَلَا
تَحْزَنْ
عَلَيْهِمْ
وَاخْفِضْ
جَنَاحَكَ
لِلْمُؤْمِن۪ينَ
٨٨
Lâ temuddenne ‘ayneyke ilâ mâ metta’nâ bihi ezvâcen minhum velâ tahzen ‘aleyhim vaḣfid cenâhake lilmu/minîn(e)
Kafirlerden bir kısmını faydalandırdığımız şeylerde sakın gözün kalmasın. Onlara karşı mahzun olma ve mü'minlere (şefkat) kanadını indir.
وَقُلْ
اِنّ۪ٓي
اَنَا
النَّذ۪يرُ
الْمُب۪ينُۚ
٨٩
Vekul innî enâ-nneżîru-lmubîn(u)
De ki: "Gerçekten ben, apaçık bir uyarıcıyım."
كَمَٓا
اَنْزَلْنَا
عَلَى
الْمُقْتَسِم۪ينَۙ
٩٠
Kemâ enzelnâ ‘alâ-lmuktesimîn(e)
Nitekim biz kendi kitaplarını parçalara ayıranlara da (kitap) indirmiştik.
اَلَّذ۪ينَ
جَعَلُوا
الْقُرْاٰنَ
عِض۪ينَ
٩١
Elleżîne ce’alû-lkur-âne ‘idîn(e)
Ki onlar, (bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar ederek) Kur'an'ı da parça parça edenlerdir.
فَوَرَبِّكَ
لَنَسْـَٔلَنَّهُمْ
اَجْمَع۪ينَۙ
٩٢
Feverabbike lenes-elennehum ecme’în(e)
Rabbine andolsun, onların hepsine yapmakta olduklarını mutlaka soracağız.
عَمَّا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
٩٣
‘Ammâ kânû ya’melûn(e)
Rabbine andolsun, onların hepsine yapmakta olduklarını mutlaka soracağız.
فَاصْدَعْ
بِمَا
تُؤْمَرُ
وَاَعْرِضْ
عَنِ
الْمُشْرِك۪ينَ
٩٤
Fasde’ bimâ tu/meru vea’rid ‘ani-lmuşrikîn(e)
Ey Muhammed! Şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah'a ortak koşanlara aldırış etme.
اِنَّا
كَفَيْنَاكَ
الْمُسْتَهْزِء۪ينَۙ
٩٥
İnnâ kefeynâke-lmustehzi-în(e)
Şüphesiz biz, Allah ile beraber başka ilah edinen alaycılara karşı sana yeteriz. İlerde bilecekler.
اَلَّذ۪ينَ
يَجْعَلُونَ
مَعَ
اللّٰهِ
اِلٰهاً
اٰخَرَۚ
فَسَوْفَ
يَعْلَمُونَ
٩٦
Elleżîne yec’alûne me’a(A)llâhi ilâhen âḣar(a)(c) fesevfe ya’lemûn(e)
Şüphesiz biz, Allah ile beraber başka ilah edinen alaycılara karşı sana yeteriz. İlerde bilecekler.
وَلَقَدْ
نَعْلَمُ
اَنَّكَ
يَض۪يقُ
صَدْرُكَ
بِمَا
يَقُولُونَۙ
٩٧
Velekad na’lemu enneke yadîku sadruke bimâ yekûlûn(e)
Andolsun, onların söyledikleri şeylerden dolayı göğsünün daraldığını biliyoruz.
فَسَبِّـحْ
بِحَمْدِ
رَبِّكَ
وَكُنْ
مِنَ
السَّاجِد۪ينَۙ
٩٨
Fesebbih bihamdi rabbike vekun mine-ssâcidîn(e)
O halde Rabbini hamd ile tesbih et (yücelt) ve secde edenlerden ol.
وَاعْبُدْ
رَبَّكَ
حَتّٰى
يَأْتِيَكَ
الْيَق۪ينُ
٩٩
Va’bud rabbeke hattâ ye/tiyeke-lyakîn(u)
Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.