الْاِسْرَاۤءِ
İsrâ Sûresi
سُبْحَانَ
الَّـذ۪ٓي
اَسْرٰى
بِعَبْدِه۪
لَيْلاً
مِنَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ
اِلَى
الْمَسْجِدِ
الْاَقْصَا
الَّذ۪ي
بَارَكْنَا
حَوْلَهُ
لِنُرِيَهُ
مِنْ
اٰيَاتِنَاۜ
اِنَّهُ
هُوَ
السَّم۪يعُ
الْبَص۪يرُ
١
Subhâne-lleżî esrâ bi’abdihi leylen mine-lmescidi-lharâmi ilâ-lmescidi-l-aksâ-lleżî bâraknâ havlehu linuriyehu min âyâtinâ(c) innehu huve-ssemî’u-lbasîr(u)
Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.
وَاٰتَيْنَا
مُوسَى
الْكِتَابَ
وَجَعَلْنَاهُ
هُدًى
لِبَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
اَلَّا
تَتَّخِذُوا
مِنْ
دُون۪ي
وَك۪يلاًۜ
٢
Veâteynâ mûsâ-lkitâbe vece’alnâhu huden libenî isrâ-île ellâ tetteḣiżû min dûnî vekîlâ(n)
Mûsâ'ya Kitab'ı (Tevrat'ı) verdik ve onu, "Benden başkasını vekil edinmeyin" diyerek, İsrailoğullarına bir rehber yaptık.
ذُرِّيَّةَ
مَنْ
حَمَلْنَا
مَعَ
نُوحٍۜ
اِنَّهُ
كَانَ
عَبْداً
شَكُوراً
٣
Żurriyyete men hamelnâ me’a nûh(in)(c) innehu kâne ‘abden şekûrâ(n)
Ey kendilerini Nûh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin çocukları! Gerçek şu ki, o çok şükreden bir kuldu.
وَقَضَيْنَٓا
اِلٰى
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
فِي
الْكِتَابِ
لَتُفْسِدُنَّ
فِي
الْاَرْضِ
مَرَّتَيْنِ
وَلَتَعْـلُنَّ
عُـلُواًّ
كَب۪يراً
٤
Vekadaynâ ilâ benî isrâ-île fî-lkitâbi letufsidunne fî-l-ardi merrateyni veleta’lunne ‘uluvven kebîrâ(n)
Biz, Kitap'ta (Tevrat'ta) İsrailoğullarına, "Yeryüzünde muhakkak iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir kibre kapılarak böbürleneceksiniz" diye hükmettik.
فَاِذَا
جَٓاءَ
وَعْدُ
اُو۫لٰيهُمَا
بَعَثْنَا
عَلَيْكُمْ
عِبَاداً
لَنَٓا
اُو۬ل۪ي
بَأْسٍ
شَد۪يدٍ
فَجَاسُوا
خِلَالَ
الدِّيَارِۜ
وَكَانَ
وَعْداً
مَفْعُولاً
٥
Fe-iżâ câe va’du ûlâhumâ be’aśnâ ‘aleykum ‘ibâden lenâ ulî be/sin şedîdin fecâsû ḣilâle-ddiyâr(i)(c) vekâne va’den mef’ûlâ(n)
Nihayet bu iki bozgunculuktan ilkinin zamanı gelince (sizi cezalandırmak için) üzerinize, pek güçlü olan birtakım kullarımızı gönderdik. Onlar evlerinizin arasına kadar sokuldular. Bu, herhâlde yerine gelmesi gereken bir va'd idi.
ثُمَّ
رَدَدْنَا
لَكُمُ
الْكَرَّةَ
عَلَيْهِمْ
وَاَمْدَدْنَاكُمْ
بِاَمْوَالٍ
وَبَن۪ينَ
وَجَعَلْنَاكُمْ
اَكْثَرَ
نَف۪يراً
٦
Śumme radednâ lekumu-lkerrate ‘aleyhim veemdednâkum bi-emvâlin vebenîne vece’alnâkum ekśera nefîrâ(n)
Sonra onlara karşı size tekrar egemenlik verdik. Mallar ve çocuklarla sizi güçlendirdik; sayınızı daha da çoğalttık.
اِنْ
اَحْسَنْتُمْ
اَحْسَنْتُمْ
لِاَنْفُسِكُمْ
وَاِنْ
اَسَأْتُمْ
فَلَهَاۜ
فَاِذَا
جَٓاءَ
وَعْدُ
الْاٰخِرَةِ
لِيَسُٓؤُ۫ا
وُجُوهَكُمْ
وَلِيَدْخُلُوا
الْمَسْجِدَ
كَمَا
دَخَلُوهُ
اَوَّلَ
مَرَّةٍ
وَلِيُتَبِّرُوا
مَا
عَلَوْا
تَتْب۪يراً
٧
İn ahsentum ahsentum li-enfusikum(s) ve-in ese/tum felehâ(c) fe-iżâ câe va’du-l-âḣirati liyesû-û vucûhekum veliyedḣulû-lmescide kemâ deḣalûhu evvele merratin veliyutebbirû mâ ‘alev tetbîrâ(n)
İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize yapmış olursunuz. İkinci bozgunculuğun zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine mescide (Beyt-i Makdis'e) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi yerle bir etsinler diye (üzerinize yine düşmanlarınızı gönderdik.)
عَسٰى
رَبُّكُمْ
اَنْ
يَرْحَمَكُمْۚ
وَاِنْ
عُدْتُمْ
عُدْنَاۢ
وَجَعَلْنَا
جَهَنَّمَ
لِلْكَافِر۪ينَ
حَص۪يراً
٨
‘Asâ rabbukum en yerhamekum(c) ve-in ‘udtum ‘udnâ(m) vece’alnâ cehenneme lilkâfirîne hasîrâ(n)
Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer yine eski duruma dönerseniz, biz de (cezaya) döneriz. Biz cehennemi kafirlere bir zindan yapmışızdır.
اِنَّ
هٰذَا
الْقُرْاٰنَ
يَهْد۪ي
لِلَّت۪ي
هِيَ
اَقْوَمُ
وَيُبَشِّرُ
الْمُؤْمِن۪ينَ
الَّذ۪ينَ
يَعْمَلُونَ
الصَّالِحَاتِ
اَنَّ
لَهُمْ
اَجْراً
كَب۪يراًۙ
٩
İnne hâżâ-lkur-âne yehdî lilletî hiye akvemu veyubeşşiru-lmu/minîne-lleżîne ya’melûne-ssâlihâti enne lehum ecran kebîrâ(n)
Gerçekten bu Kur'an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü'minler için büyük bir mükafat olduğunu ve ahirete inanmayanlar için elem dolu bir azap hazırladığımızı müjdeler.
وَاَنَّ
الَّذ۪ينَ
لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاٰخِرَةِ
اَعْتَدْنَا
لَهُمْ
عَذَاباً
اَل۪يماً۟
١٠
Veenne-lleżîne lâ yu/minûne bil-âḣirati a’tednâ lehum ‘ażâben elîmâ(n)
Gerçekten bu Kur'an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü'minler için büyük bir mükafat olduğunu ve ahirete inanmayanlar için elem dolu bir azap hazırladığımızı müjdeler.
وَيَدْعُ
الْاِنْسَانُ
بِالشَّرِّ
دُعَٓاءَهُ
بِالْخَيْرِۜ
وَكَانَ
الْاِنْسَانُ
عَجُولاً
١١
Veyed’u-l-insânu bi-şşerri du’âehu bilḣayr(i)(s) vekâne-l-insânu ‘acûlâ(n)
İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir.
وَجَعَلْنَا
الَّيْلَ
وَالنَّهَارَ
اٰيَتَيْنِ
فَمَحَوْنَٓا
اٰيَةَ
الَّيْلِ
وَجَعَلْـنَٓا
اٰيَةَ
النَّهَارِ
مُبْصِرَةً
لِتَبْتَغُوا
فَضْلاً
مِنْ
رَبِّكُمْ
وَلِتَعْلَمُوا
عَدَدَ
السِّن۪ينَ
وَالْحِسَابَۜ
وَكُلَّ
شَيْءٍ
فَصَّلْنَاهُ
تَفْص۪يلاً
١٢
Vece’alnâ-lleyle ve-nnehâra âyeteyn(i)(s) femahavnâ âyete-lleyli vece’alnâ âyete-nnehâri mubsiraten litebteġû fadlen min rabbikum velita’lemû ‘adede-ssinîne velhisâb(e)(c) vekulle şey-in fassalnâhu tafsîlâ(n)
Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki alâmet yaptık. Rabbinizden lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gece alametini giderip gündüz alametini aydınlatıcı kıldık. İşte biz her şeyi açıkça anlattık.
وَكُلَّ
اِنْسَانٍ
اَلْزَمْنَاهُ
طَٓائِرَهُ
ف۪ي
عُنُقِه۪ۜ
وَنُخْرِجُ
لَهُ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
كِتَاباً
يَلْقٰيهُ
مَنْشُوراً
١٣
Vekulle insânin elzemnâhu tâ-irahu fî ‘unukih(i)(s) venuḣricu lehu yevme-lkiyâmeti kitâben yelkâhu menşûrâ(n)
Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.
اِقْرَأْ
كِتَابَكَۜ
كَفٰى
بِنَفْسِكَ
الْيَوْمَ
عَلَيْكَ
حَس۪يباًۜ
١٤
İkra/ kitâbeke kefâ binefsike-lyevme ‘aleyke hasîbâ(n)
"Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter" denilecektir.
مَنِ
اهْتَدٰى
فَاِنَّمَا
يَهْتَد۪ي
لِنَفْسِه۪ۚ
وَمَنْ
ضَلَّ
فَاِنَّمَا
يَضِلُّ
عَلَيْهَاۜ
وَلَا
تَزِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ
اُخْرٰىۜ
وَمَا
كُنَّا
مُعَذِّب۪ينَ
حَتّٰى
نَبْعَثَ
رَسُولاً
١٥
Meni-htedâ fe-innemâ yehtedî linefsih(i)(s) vemen dalle fe-innemâ yadillu ‘aleyhâ(c) velâ teziru vâziratun vizra uḣrâ(k) vemâ kunnâ mu’ażżibîne hattâ neb’aśe rasûlâ(n)
Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.
وَاِذَٓا
اَرَدْنَٓا
اَنْ
نُهْلِكَ
قَرْيَةً
اَمَرْنَا
مُتْرَف۪يهَا
فَفَسَقُوا
ف۪يهَا
فَحَقَّ
عَلَيْهَا
الْقَوْلُ
فَدَمَّرْنَاهَا
تَدْم۪يراً
١٦
Ve-iżâ eradnâ en nuhlike karyeten emernâ mutrafîhâ fefesekû fîhâ fehakka ‘aleyhâ-lkavlu fedemmernâhâ tedmîrâ(n)
Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.
وَكَمْ
اَهْلَكْنَا
مِنَ
الْقُرُونِ
مِنْ
بَعْدِ
نُوحٍۜ
وَكَفٰى
بِرَبِّكَ
بِذُنُوبِ
عِبَادِه۪
خَب۪يراً
بَص۪يراً
١٧
Vekem ehleknâ mine-lkurûni min ba’di nûh(in)(k) vekefâ birabbike biżunûbi ‘ibâdihi ḣabîran basîrâ(n)
Nûh'tan sonra da nice nesilleri helak ettik. Kullarının günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak Rabbin yeter.
مَنْ
كَانَ
يُر۪يدُ
الْعَاجِلَةَ
عَجَّلْنَا
لَهُ
ف۪يهَا
مَا
نَشَٓاءُ
لِمَنْ
نُر۪يدُ
ثُمَّ
جَعَلْنَا
لَهُ
جَهَنَّمَۚ
يَصْلٰيهَا
مَذْمُوماً
مَدْحُوراً
١٨
Men kâne yurîdu-l’âcilete ‘accelnâ lehu fîhâ mâ neşâu limen nurîdu śümme ce’alnâ lehu cehenneme yaslâhâ meżmûmen medhûrâ(n)
Kim bu geçici dünyayı isterse orada ona, (evet) dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra da cehennemi ona mekan yaparız. O, buraya kınanmış ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak girer.
وَمَنْ
اَرَادَ
الْاٰخِرَةَ
وَسَعٰى
لَهَا
سَعْيَهَا
وَهُوَ
مُؤْمِنٌ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
كَانَ
سَعْيُهُمْ
مَشْكُوراً
١٩
Vemen erâde-l-âḣirate vese’â lehâ sa’yehâ vehuve mu/minun feulâ-ike kâne sa’yuhum meşkûrâ(n)
Kim de mü'min olarak ahireti ister ve ona ulaşmak için gereği gibi çalışırsa, işte bunların çalışmalarının karşılığı verilir.
كُلاًّ
نُمِدُّ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
وَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ
مِنْ
عَطَٓاءِ
رَبِّكَۜ
وَمَا
كَانَ
عَطَٓاءُ
رَبِّكَ
مَحْظُوراً
٢٠
Kullen numiddu hâulâ-i vehâulâ-i min ‘atâ-i rabbike vemâ kâne ‘atâu rabbike mahzûrâ(n)
Rabbinin lütfundan her birine; onlara da, bunlara da veririz. Rabbinin lütfu (hiç kimseye) yasaklanmış değildir.
اُنْظُرْ
كَيْفَ
فَضَّلْنَا
بَعْضَهُمْ
عَلٰى
بَعْضٍۜ
وَلَلْاٰخِرَةُ
اَكْبَرُ
دَرَجَاتٍ
وَاَكْبَرُ
تَفْض۪يلاً
٢١
Unzur keyfe faddalnâ ba’dahum ‘alâ ba’d(in)(c) velel-âḣiratu ekberu deracâtin veekberu tefdîlâ(n)
Bak nasıl, onların kimini kimine üstün kıldık. Elbette ahiretteki dereceler daha büyüktür, üstünlükler daha büyüktür.
لَا
تَجْعَلْ
مَعَ
اللّٰهِ
اِلٰهاً
اٰخَرَ
فَتَقْعُدَ
مَذْمُوماً
مَخْذُولاً۟
٢٢
Lâ tec’al me’a(A)llâhi ilâhen âḣara fetak’ude meżmûmen maḣżûlâ(n)
Allah ile birlikte başka bir tanrı edinme, yoksa kınanmış ve yalnızlığa itilmiş olarak kalırsın.
وَقَضٰى
رَبُّكَ
اَلَّا
تَعْبُدُٓوا
اِلَّٓا
اِيَّاهُ
وَبِالْوَالِدَيْنِ
اِحْسَاناًۜ
اِمَّا
يَبْلُغَنَّ
عِنْدَكَ
الْكِبَرَ
اَحَدُهُمَٓا
اَوْ
كِلَاهُمَا
فَلَا
تَقُلْ
لَهُمَٓا
اُفٍّ
وَلَا
تَنْهَرْهُمَا
وَقُلْ
لَهُمَا
قَوْلاً
كَر۪يماً
٢٣
Vekadâ rabbuke ellâ ta’budû illâ iyyâhu vebilvâlideyni ihsânâ(en)(c) immâ yebluġanne ‘indeke-lkibera ehaduhumâ ev kilâhumâ felâ tekul lehumâ uffin velâ tenherhumâ vekul lehumâ kavlen kerîmâ(n)
Allah ile birlikte başka bir tanrı edinme, yoksa kınanmış ve yalnızlığa itilmiş olarak kalırsın.
وَاخْفِضْ
لَهُمَا
جَنَاحَ
الذُّلِّ
مِنَ
الرَّحْمَةِ
وَقُلْ
رَبِّ
ارْحَمْهُمَا
كَمَا
رَبَّيَان۪ي
صَغ۪يراًۜ
٢٤
Vaḣfid lehumâ cenâha-żżulli mine-rrahmeti vekul rabbi-rhamhumâ kemâ rabbeyânî saġîrâ(n)
Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: "Rabbim!, Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı."
رَبُّكُمْ
اَعْلَمُ
بِمَا
ف۪ي
نُفُوسِكُمْۜ
اِنْ
تَكُونُوا
صَالِح۪ينَ
فَاِنَّهُ
كَانَ
لِلْاَوَّاب۪ينَ
غَفُوراً
٢٥
Rabbukum a’lemu bimâ fî nufûsikum(c) in tekûnû sâlihîne fe-innehu kâne lil-evvâbîne ġafûrâ(n)
Rabbiniz içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi kişiler olursanız, şunu bilin ki Allah tövbeye yönelenleri çok bağışlayandır.
وَاٰتِ
ذَا
الْقُرْبٰى
حَقَّهُ
وَالْمِسْك۪ينَ
وَابْنَ
السَّب۪يلِ
وَلَا
تُبَذِّرْ
تَبْذ۪يراً
٢٦
Veâti żâ-lkurbâ hakkahu velmiskîne vebne-ssebîli velâ tubeżżir tebżîrâ(n)
Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma.
اِنَّ
الْمُبَذِّر۪ينَ
كَانُٓوا
اِخْوَانَ
الشَّيَاط۪ينِۜ
وَكَانَ
الشَّيْطَانُ
لِرَبِّه۪
كَفُوراً
٢٧
İnne-lmubeżżirîne kânû iḣvâne-şşeyâtîn(i)(s) vekâne-şşeytânu lirabbihi kefûrâ(n)
Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.
وَاِمَّا
تُعْرِضَنَّ
عَنْهُمُ
ابْتِغَٓاءَ
رَحْمَةٍ
مِنْ
رَبِّكَ
تَرْجُوهَا
فَقُلْ
لَهُمْ
قَوْلاً
مَيْسُوراً
٢٨
Ve-immâ tu’ridanne ‘anhumu-btiġâe rahmetin min rabbike tercûhâ fekul lehum kavlen meysûrâ(n)
Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti istemek için onlardan yüz çevirecek olursan, o zaman onlara yumuşak bir söz söyle.
وَلَا
تَجْعَلْ
يَدَكَ
مَغْلُولَةً
اِلٰى
عُنُقِكَ
وَلَا
تَبْسُطْهَا
كُلَّ
الْبَسْطِ
فَتَقْعُدَ
مَلُوماً
مَحْسُوراً
٢٩
Velâ tec’al yedeke maġlûleten ilâ ‘unukike velâ tebsuthâ kulle-lbesti fetak’ude melûmen mahsûrâ(n)
Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın.
اِنَّ
رَبَّكَ
يَبْسُطُ
الرِّزْقَ
لِمَنْ
يَشَٓاءُ
وَيَقْدِرُۜ
اِنَّهُ
كَانَ
بِعِبَادِه۪
خَب۪يراً
بَص۪يراً۟
٣٠
İnne rabbeke yebsutu-rrizka limen yeşâu veyakdir(u)(c) innehu kâne bi’ibâdihi ḣabîran basîrâ(n)
Şüphesiz Rabbin, dilediğine rızkı bol bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.
وَلَا
تَقْتُلُٓوا
اَوْلَادَكُمْ
خَشْيَةَ
اِمْلَاقٍۜ
نَحْنُ
نَرْزُقُهُمْ
وَاِيَّاكُمْۜ
اِنَّ
قَتْلَهُمْ
كَانَ
خِطْـٔاً
كَب۪يراً
٣١
Velâ taktulû evlâdekum ḣaşyete imlâk(in)(s) nahnu nerzukuhum ve-iyyâkum(c) inne katlehum kâne ḣit-en kebîrâ(n)
Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
وَلَا
تَقْرَبُوا
الزِّنٰٓى
اِنَّهُ
كَانَ
فَاحِشَةًۜ
وَسَٓاءَ
سَب۪يلاً
٣٢
Velâ takrabû-zzinâ(s) innehu kâne fâhişeten ve sâe sebîlâ(n)
Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.
وَلَا
تَقْتُلُوا
النَّفْسَ
الَّت۪ي
حَرَّمَ
اللّٰهُ
اِلَّا
بِالْحَقِّۜ
وَمَنْ
قُتِلَ
مَظْلُوماً
فَقَدْ
جَعَلْنَا
لِوَلِيِّه۪
سُلْطَاناً
فَلَا
يُسْرِفْ
فِي
الْقَتْلِۜ
اِنَّهُ
كَانَ
مَنْصُوراً
٣٣
Velâ taktulû-nnefse-lletî harrama(A)llâhu illâ bilhakk(i)(k) vemen kutile mazlûmen fekad ce’alnâ liveliyyihi sultânen felâ yusrif fî-lkatl(i)(s) innehu kâne mensûrâ(n)
Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine yetki vermişizdir. Ancak o da (kısas yoluyla) öldürmede meşru ölçüleri aşmasın. Çünkü kendisine yardım edilmiştir.
وَلَا
تَقْرَبُوا
مَالَ
الْيَت۪يمِ
اِلَّا
بِالَّت۪ي
هِيَ
اَحْسَنُ
حَتّٰى
يَبْلُغَ
اَشُدَّهُۖ
وَاَوْفُوا
بِالْعَهْدِۚ
اِنَّ
الْعَهْدَ
كَانَ
مَسْؤُ۫لاً
٣٤
Velâ takrabû mâle-lyetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluġa eşuddeh(u)(c) veevfû bil’ahd(i)(s) inne-l’ahde kâne mes-ûlâ(n)
Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın, verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren sözünden) sorumludur.
وَاَوْفُوا
الْكَيْلَ
اِذَا
كِلْتُمْ
وَزِنُوا
بِالْقِسْطَاسِ
الْمُسْتَق۪يمِۜ
ذٰلِكَ
خَيْرٌ
وَاَحْسَنُ
تَأْو۪يلاً
٣٥
Veevfû-lkeyle iżâ kiltum vezinû bilkistâsi-lmustekîm(i)(c) żâlike ḣayrun veahsenu te/vîlâ(n)
Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı, sonuç bakımından daha güzeldir.
وَلَا
تَقْفُ
مَا
لَيْسَ
لَكَ
بِه۪
عِلْمٌۜ
اِنَّ
السَّمْعَ
وَالْبَصَرَ
وَالْفُؤٰادَ
كُلُّ
اُو۬لٰٓئِكَ
كَانَ
عَنْهُ
مَسْؤُ۫لاً
٣٦
Velâ takfu mâ leyse leke bihi ‘ilm(un)(c) inne-ssem’a velbasara velfu-âde kullu ulâ-ike kâne ‘anhu mes-ûlâ(n)
Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur
وَلَا
تَمْشِ
فِي
الْاَرْضِ
مَرَحاًۚ
اِنَّكَ
لَنْ
تَخْرِقَ
الْاَرْضَ
وَلَنْ
تَبْلُغَ
الْجِبَالَ
طُولاً
٣٧
Velâ temşi fî-l-ardi merahâ(an)(s) inneke len taḣrika-l-arda velen tebluġa-lcibâle tûlâ(n)
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.
كُلُّ
ذٰلِكَ
كَانَ
سَيِّئُهُ
عِنْدَ
رَبِّكَ
مَكْرُوهاً
٣٨
Kullu żâlike kâne seyyi-uhu ‘inde rabbike mekrûhâ(n)
Bütün bu sayılanların kötü olanları Rabbinin katında sevimsiz şeylerdir.
ذٰلِكَ
مِمَّٓا
اَوْحٰٓى
اِلَيْكَ
رَبُّكَ
مِنَ
الْحِكْمَةِۜ
وَلَا
تَجْعَلْ
مَعَ
اللّٰهِ
اِلٰهاً
اٰخَرَ
فَتُلْقٰى
ف۪ي
جَهَنَّمَ
مَلُوماً
مَدْحُوراً
٣٩
Żâlike mimmâ evhâ ileyke rabbuke mine-lhikme(ti)(k) velâ tec’al me’a(A)llâhi ilâhen âḣara fetulkâ fî cehenneme melûmen medhûrâ(n)
Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği bazı hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilah edinme. Sonra kınanmış ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.
اَفَاَصْفٰيكُمْ
رَبُّكُمْ
بِالْبَن۪ينَ
وَاتَّخَذَ
مِنَ
الْمَلٰٓئِكَةِ
اِنَاثاًۜ
اِنَّكُمْ
لَتَقُولُونَ
قَوْلاً
عَظ۪يماً۟
٤٠
Efeasfâkum rabbukum bilbenîne vetteḣaże mine-lmelâ-iketi inâśâ(en)(c) innekum letekûlûne kavlen ‘azîmâ(n)
Rabbiniz erkek çocukları size seçip-ayırdı da kendisine meleklerden kız çocukları mı edindi? Gerçekten çok büyük bir söz söylüyorsunuz.
وَلَقَدْ
صَرَّفْنَا
ف۪ي
هٰذَا
الْقُرْاٰنِ
لِيَذَّكَّرُواۜ
وَمَا
يَز۪يدُهُمْ
اِلَّا
نُفُوراً
٤١
Velekad sarrafnâ fî hâżâ-lkur-âni liyeżżekkerû vemâ yezîduhum illâ nufûrâ(n)
Andolsun biz, onlar düşünüp öğüt alsınlar diye (gerçekleri) bu Kur'an'da değişik biçimlerde açıkladık. Fakat bu onların ancak kaçışlarını artırıyor.
قُلْ
لَوْ
كَانَ
مَعَهُٓ
اٰلِهَةٌ
كَمَا
يَقُولُونَ
اِذاً
لَابْتَغَوْا
اِلٰى
ذِي
الْعَرْشِ
سَب۪يلاً
٤٢
Kul lev kâne me’ahu âlihetun kemâ yekûlûne iżen lebteġav ilâ żî-l’arşi sebîlâ(n)
De ki: "Eğer onların iddia ettiği gibi, Allah'la beraber (başka) ilahlar olsaydı, o zaman o ilahlar da arşın sahibine ulaşmak için elbette bir yol ararlardı.
سُبْحَانَهُ
وَتَعَالٰى
عَمَّا
يَقُولُونَ
عُلُواًّ
كَب۪يراً
٤٣
Subhânehu vete’âlâ ‘ammâ yekûlûne ‘uluvven kebîrâ(n)
Allah, her türlü eksiklikten uzaktır, onların söylediklerinin ötesindedir, yücedir.
تُسَبِّحُ
لَهُ
السَّمٰوَاتُ
السَّبْعُ
وَالْاَرْضُ
وَمَنْ
ف۪يهِنَّۜ
وَاِنْ
مِنْ
شَيْءٍ
اِلَّا
يُسَبِّحُ
بِحَمْدِه۪
وَلٰكِنْ
لَا
تَفْقَهُونَ
تَسْب۪يحَهُمْۜ
اِنَّهُ
كَانَ
حَل۪يماً
غَفُوراً
٤٤
Tusebbihu lehu-ssemâvâtu-sseb’u vel-ardu vemen fîhin(ne)(c) ve-in min şey-in illâ yusebbihu bihamdihi velâkin lâ tefkahûne tesbîhahum(k) innehu kâne halîmen ġafûrâ(n)
Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah'ı tespih ederler. Her şey O'nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm'dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.
وَاِذَا
قَرَأْتَ
الْقُرْاٰنَ
جَعَلْنَا
بَيْنَكَ
وَبَيْنَ
الَّذ۪ينَ
لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاٰخِرَةِ
حِجَاباً
مَسْتُوراًۙ
٤٥
Ve-iżâ kara/te-lkur-âne ce’alnâ beyneke vebeyne-lleżîne lâ yu/minûne bil-âḣirati hicâben mestûrâ(n)
Kur'an okuduğunda, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde çekeriz.
وَجَعَلْنَا
عَلٰى
قُلُوبِهِمْ
اَكِنَّةً
اَنْ
يَفْقَهُوهُ
وَف۪ٓي
اٰذَانِهِمْ
وَقْراًۜ
وَاِذَا
ذَكَرْتَ
رَبَّكَ
فِي
الْقُرْاٰنِ
وَحْدَهُ
وَلَّوْا
عَلٰٓى
اَدْبَارِهِمْ
نُفُوراً
٤٦
Vece’alnâ ‘alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu vefî âżânihim vakrâ(an)(c) ve-iżâ żekerte rabbeke fî-lkur-âni vahdehu vellev ‘alâ edbârihim nufûrâ(n)
Kur'an'ı anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyarız. Kur'an'da (ibadete layık ilah olarak) sadece Rabbini andığın zaman arkalarına dönüp kaçarlar.
نَحْنُ
اَعْلَمُ
بِمَا
يَسْتَمِعُونَ
بِه۪ٓ
اِذْ
يَسْتَمِعُونَ
اِلَيْكَ
وَاِذْ
هُمْ
نَجْوٰٓى
اِذْ
يَقُولُ
الظَّالِمُونَ
اِنْ
تَتَّبِعُونَ
اِلَّا
رَجُلاً
مَسْحُوراً
٤٧
Nahnu a’lemu bimâ yestemi’ûne bihi iż yestemi’ûne ileyke ve-iż hum necvâ iż yekûlu-zzâlimûne in tettebi’ûne illâ raculen meshûrâ(n)
Onlar seni dinlerlerken hangi maksatla dinlediklerini, kendi aralarında konuşurlarken de o zalimlerin, "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediklerini çok iyi biliyoruz.
اُنْظُرْ
كَيْفَ
ضَرَبُوا
لَكَ
الْاَمْثَالَ
فَضَلُّوا
فَلَا
يَسْتَط۪يعُونَ
سَب۪يلاً
٤٨
Unzur keyfe darabû leke-l-emśâle fedallû felâ yestatî’ûne sebîlâ(n)
Bak senin için ne türlü benzetmeler yaptılar da saptılar. Artık (doğru) yolu bulamazlar.
وَقَالُٓوا
ءَاِذَا
كُنَّا
عِظَاماً
وَرُفَاتاً
ءَاِنَّا
لَمَبْعُوثُونَ
خَلْقاً
جَد۪يداً
٤٩
Ve kâlû e-iżâ kunnâ ‘izâmen verufâten e-innâ lemeb’ûśûne ḣalkan cedîdâ(n)
Dediler ki: "Biz bir yığın kemik, bir yığın ufantı olduğumuz zaman mı yeniden bir yaratılışla diriltilecekmişiz, biz mi?"
قُلْ
كُونُوا
حِجَارَةً
اَوْ
حَد۪يداًۙ
٥٠
Kul kûnû hicâraten ev hadîdâ(n)
De ki: "(Şüphe mi var?) İster taş olun ister demir!"
اَوْ
خَلْقاً
مِمَّا
يَكْبُرُ
ف۪ي
صُدُورِكُمْۚ
فَسَيَقُولُونَ
مَنْ
يُع۪يدُنَاۜ
قُلِ
الَّذ۪ي
فَطَرَكُمْ
اَوَّلَ
مَرَّةٍۚ
فَسَيُنْغِضُونَ
اِلَيْكَ
رُؤُ۫سَهُمْ
وَيَقُولُونَ
مَتٰى
هُوَۜ
قُلْ
عَسٰٓى
اَنْ
يَكُونَ
قَر۪يباً
٥١
Ev ḣalkan mimmâ yekburu fî sudûrikum(c) feseyekûlûne men yu’îdunâ(s) kuli-lleżî fatarakum evvele merra(tin)(c) feseyunġidûne ileyke ruûsehum veyekûlûne metâ hu(ve)(s) kul ‘asâ en yekûne karîbâ(n)
"Yahut aklınızca, diriltilmesi daha da imkansız olan başka bir varlık olun, (yine de diriltileceksiniz.)" Diyecekler ki: "Peki bizi hayata tekrar kim döndürecek?" De ki: "Sizi ilk defa yaratan". Bunun üzerine başlarını sana (alaylı bir tarzda) sallayacaklar ve "Ne zamanmış o?" diyecekler. De ki: "Yakın olsa gerek!"
يَوْمَ
يَدْعُوكُمْ
فَتَسْتَج۪يبُونَ
بِحَمْدِه۪
وَتَظُنُّونَ
اِنْ
لَبِثْتُمْ
اِلَّا
قَل۪يلاً۟
٥٢
Yevme yed’ûkum fetestecîbûne bihamdihi vetezunnûne in lebiśtum illâ kalîlâ(n)
Allah'ın sizi (kabirlerinizden) çağıracağı, sizin de O'na hamd ederek emrine hemen uyacağınız ve (kabirlerinizde) pek az kaldığınızı sanacağınız günü hatırla!
وَقُلْ
لِعِبَاد۪ي
يَقُولُوا
الَّت۪ي
هِيَ
اَحْسَنُۜ
اِنَّ
الشَّيْطَانَ
يَنْزَغُ
بَيْنَهُمْۜ
اِنَّ
الشَّيْطَانَ
كَانَ
لِلْاِنْسَانِ
عَدُواًّ
مُب۪يناً
٥٣
Vekul li’ibâdî yekûlû-lletî hiye ahsenu inne-şşeytâne yenzeġu beynehum(c) inne-şşeytâne kâne lil-insâni ‘aduvven mubînâ(n)
Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.
رَبُّكُمْ
اَعْلَمُ
بِكُمْۜ
اِنْ
يَشَأْ
يَرْحَمْكُمْ
اَوْ
اِنْ
يَشَأْ
يُعَذِّبْكُمْۜ
وَمَٓا
اَرْسَلْنَاكَ
عَلَيْهِمْ
وَك۪يلاً
٥٤
Rabbukum a’lemu bikum in yeşe/ yerhamkum ev in yeşe/ yu’ażżibkum(c) vemâ erselnâke ‘aleyhim vekîlâ(n)
Rabbiniz sizi daha iyi bilir. (Durumunuza göre) dilerse size merhamet eder, dilerse azap eder. Seni de onlara vekil olarak göndermedik.
وَرَبُّكَ
اَعْلَمُ
بِمَنْ
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِۜ
وَلَقَدْ
فَضَّلْنَا
بَعْضَ
النَّبِيّ۪نَ
عَلٰى
بَعْضٍ
وَاٰتَيْنَا
دَاوُ۫دَ
زَبُوراً
٥٥
Verabbuke a’lemu bimen fî-ssemâvâti vel-ard(i)(k) velekad faddalnâ ba’da-nnebiyyîne ‘alâ ba’d(in)(s) veâteynâ dâvûde zebûrâ(n)
Hem Rabbin göklerde ve yerde kim varsa daha iyi bilir. Andolsun, peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Dâvûd'a da Zebûr'u verdik.
قُلِ
ادْعُوا
الَّذ۪ينَ
زَعَمْتُمْ
مِنْ
دُونِه۪
فَلَا يَمْلِكُونَ
كَشْفَ
الضُّرِّ
عَنْكُمْ
وَلَا
تَحْو۪يلاً
٥٦
Kuli-d’u-lleżîne ze’amtum min dûnihi felâ yemlikûne keşfe-ddurri ‘ankum velâ tahvîlâ(n)
De ki: "Onu bırakıp da ilah diye ileri sürdüklerinizi çağırın. Onlar, başınızdaki sıkıntıyı ne kaldırabilirler ne de değiştirebilirler."
اُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
يَدْعُونَ
يَبْتَغُونَ
اِلٰى
رَبِّهِمُ
الْوَس۪يلَةَ
اَيُّهُمْ
اَقْرَبُ
وَيَرْجُونَ
رَحْمَتَهُ
وَيَخَافُونَ
عَذَابَهُۜ
اِنَّ
عَذَابَ
رَبِّكَ
كَانَ
مَحْذُوراً
٥٧
Ulâ-ike-lleżîne yed’ûne yebteġûne ilâ rabbihimu-lvesîlete eyyuhum akrabu veyercûne rahmetehu veyeḣâfûne ‘ażâbeh(u)(c) inne ‘ażâbe rabbike kâne mahżûrâ(n)
Onların yalvardıkları bu varlıklar, "hangimiz daha yakın olacağız" diye Rablerine vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur.
وَاِنْ
مِنْ
قَرْيَةٍ
اِلَّا
نَحْنُ
مُهْلِكُوهَا
قَبْلَ
يَوْمِ
الْقِيٰمَةِ
اَوْ
مُعَذِّبُوهَا
عَذَاباً
شَد۪يداًۜ
كَانَ
ذٰلِكَ
فِي
الْكِتَابِ
مَسْطُوراً
٥٨
Ve-in min karyetin illâ nahnu muhlikûhâ kable yevmi-lkiyâmeti ev mu’ażżibûhâ ‘ażâben şedîdâ(en)(c) kâneżâlike fî-lkitâbi mestûrâ(n)
Ne kadar memleket varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edeceğiz, ya da şiddetli bir azapla cezalandıracağız. İşte bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) yazılmış bulunuyor.
وَمَا
مَنَعَنَٓا
اَنْ
نُرْسِلَ
بِالْاٰيَاتِ
اِلَّٓا
اَنْ
كَذَّبَ
بِهَا
الْاَوَّلُونَۜ
وَاٰتَيْنَا
ثَمُودَ
النَّاقَةَ
مُبْصِرَةً
فَظَلَمُوا
بِهَاۜ
وَمَا
نُرْسِلُ
بِالْاٰيَاتِ
اِلَّا
تَخْو۪يفاً
٥٩
Vemâ mene’anâ en nursile bil-âyâti illâ en keżżebe bihâ-l-evvelûn(e)(c) veâteynâ śemûde-nnâkate mubsiraten fezalemû bihâ(c) vemâ nursilu bil-âyâti illâ taḣvîfâ(n)
Bizi, (Kureyş'in istediği) mucizeleri göndermekten, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zalim oldular. Oysa biz mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.
وَاِذْ
قُلْنَا
لَكَ
اِنَّ
رَبَّكَ
اَحَاطَ
بِالنَّاسِۜ
وَمَا
جَعَلْنَا
الرُّءْيَا
الَّت۪ٓي
اَرَيْنَاكَ
اِلَّا
فِتْنَةً
لِلنَّاسِ
وَالشَّجَرَةَ
الْمَلْعُونَةَ
فِي
الْقُرْاٰنِۜ
وَنُخَوِّفُهُمْۙ
فَمَا
يَز۪يدُهُمْ
اِلَّا
طُغْيَاناً
كَب۪يراً۟
٦٠
Ve-iż kulnâ leke inne rabbeke ehâta bi-nnâs(i)(c) vemâ ce’alnâ-rru/yâ-lletî eraynâke illâ fitneten linnâsi ve-şşecerate-lmel’ûnete fî-lkur-ân(i)(c) venuḣavvifuhum femâ yezîduhum illâ tuġyânen kebîrâ(n)
Hani sana, "Muhakkak Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır" demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur'an'da lanetlenmiş bulunan o ağacı da sırf insanları sınamak için vesile yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, sadece onların büyük azgınlıklarını (daha da) artırdı.
وَاِذْ
قُلْنَا
لِلْمَلٰٓئِكَةِ
اسْجُدُوا
لِاٰدَمَ
فَسَجَدُٓوا
اِلَّٓا
اِبْل۪يسَۜ
قَالَ
ءَاَسْجُدُ
لِمَنْ
خَلَقْتَ
ط۪يناًۚ
٦١
Ve-iż kulnâ lilmelâ-iketi-scudû li-âdeme fesecedû illâ iblîse kâle e-escudu limen ḣalakte tînâ(n)
Hani meleklere, "Adem için saygı ile eğilin" demiştik, onlar da saygı ile eğilmişlerdi. Yalnız İblis saygı ile eğilmemiş, "Hiç ben, çamur halinde yarattığın kimse için saygı ile eğilir miyim?" demişti.
قَالَ
اَرَاَيْتَكَ
هٰذَا
الَّذ۪ي
كَرَّمْتَ
عَلَيَّۘ
لَئِنْ
اَخَّرْتَنِ
اِلٰى
يَوْمِ
الْقِيٰمَةِ
لَاَحْتَنِكَنَّ
ذُرِّيَّتَهُٓ
اِلَّا
قَل۪يلاً
٦٢
Kâle eraeyteke hâżâ-lleżî kerramte ‘aleyye le-in aḣḣarteni ilâ yevmi-lkiyâmeti leahtenikenne żurriyyetehu illâ kalîlâ(n)
Yine demişti ki: "Benden üstün tuttuğun kişi bu mu, söyler misin? Andolsun eğer beni kıyamete kadar ertelersen, onun soyunu, pek azı hariç, (azdırarak) kontrolüm altına alacağım."
قَالَ
اذْهَبْ
فَمَنْ
تَبِعَكَ
مِنْهُمْ
فَاِنَّ
جَهَنَّمَ
جَزَٓاؤُ۬كُمْ
جَزَٓاءً
مَوْفُوراً
٦٣
Kâle-żheb femen tebi’ake minhum fe-inne cehenneme cezâukum cezâen mevfûrâ(n)
Allah şöyle dedi: "Çekil, git". Onlardan kim sana uyarsa kuşkusuz cehennem tam bir karşılık olarak hepinizin cezası olacaktır."
وَاسْتَفْزِزْ
مَنِ
اسْتَطَعْتَ
مِنْهُمْ
بِصَوْتِكَ
وَاَجْلِبْ
عَلَيْهِمْ
بِخَيْلِكَ
وَرَجِلِكَ
وَشَارِكْهُمْ
فِي
الْاَمْوَالِ
وَالْاَوْلَادِ
وَعِدْهُمْۜ
وَمَا
يَعِدُهُمُ
الشَّيْطَانُ
اِلَّا
غُرُوراً
٦٤
Vestefziz meni-steta’te minhum bisavtike ve eclib ‘aleyhim biḣaylike veraclike veşârik-hum fî-l-emvâli vel-evlâdi ve’idhum(c) vemâ ye’iduhumu-şşeytânu illâ ġurûrâ(n)
"(Haydi) onlardan gücünün yettiğinin ayağını çağrınla kaydır. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yürü. Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun." Halbuki şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va'detmez.
اِنَّ
عِبَاد۪ي
لَيْسَ
لَكَ
عَلَيْهِمْ
سُلْطَانٌۜ
وَكَفٰى
بِرَبِّكَ
وَك۪يلاً
٦٥
İnne ‘ibâdî leyse leke ‘aleyhim sultân(un)(c) vekefâ birabbike vekîlâ(n)
"Şüphesiz, (gerçek) kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin yeter!"
رَبُّكُمُ
الَّذ۪ي
يُزْج۪ي
لَكُمُ
الْفُلْكَ
فِي
الْبَحْرِ
لِتَبْتَغُوا
مِنْ
فَضْلِه۪ۜ
اِنَّهُ
كَانَ
بِكُمْ
رَح۪يماً
٦٦
Rabbukumu-lleżî yuzcî lekumu-lfulke fî-lbahri litebteġû min fadlih(i)(c) innehu kâne bikum rahîmâ(n)
Rabbiniz, lütfundan nasip arayasınız diye sizin için denizde gemiler yürütendir. Şüphesiz O, size karşı çok merhametlidir.
وَاِذَا
مَسَّكُمُ
الضُّرُّ
فِي
الْبَحْرِ
ضَلَّ
مَنْ
تَدْعُونَ
اِلَّٓا
اِيَّاهُۚ
فَلَمَّا
نَجّٰيكُمْ
اِلَى
الْبَرِّ
اَعْرَضْتُمْۜ
وَكَانَ
الْاِنْسَانُ
كَفُوراً
٦٧
Ve-iżâ messekumu-ddurru fî-lbahri dalle men ted’ûne illâ iyyâh(u)(s) felemmâ neccâkum ilâ-lberri a’radtum(c) vekâne-l-insânu kefûrâ(n)
Denizde size bir sıkıntı dokunduğunda bütün taptıklarınız (sizi yüzüstü bırakıp) kaybolur, yalnız Allah kalır. Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür.
اَفَاَمِنْتُمْ
اَنْ
يَخْسِفَ
بِكُمْ
جَانِبَ
الْبَرِّ
اَوْ
يُرْسِلَ
عَلَيْكُمْ
حَاصِباً
ثُمَّ
لَا
تَجِدُوا
لَكُمْ
وَك۪يلاًۙ
٦٨
Efeemintum en yaḣsife bikum cânibe-lberri ev yursile ‘aleykum hâsiben śümme lâ tecidû lekum vekîlâ(n)
Peki, karada sizi yere geçirmesinden, yahut üzerinize taşlar savuran kasırga göndermesinden, sonra da kendinize bir vekil bulamamaktan güvende misiniz?
اَمْ
اَمِنْتُمْ
اَنْ
يُع۪يدَكُمْ
ف۪يهِ
تَارَةً
اُخْرٰى
فَيُرْسِلَ
عَلَيْكُمْ
قَاصِفاً
مِنَ
الرّ۪يحِ
فَيُغْرِقَكُمْ
بِمَا
كَفَرْتُمْۙ
ثُمَّ
لَا
تَجِدُوا
لَكُمْ
عَلَيْنَا
بِه۪
تَب۪يعاً
٦٩
Em emintum en yu’îdekum fîhi târaten uḣrâ feyursile ‘aleykum kâsifen mine-rrîhi feyuġrikakum bimâ kefertum śümme lâ tecidû lekum ‘aleynâ bihi tebî’â(n)
Yahut sizi tekrar denize döndürüp üstünüze, kasıp kavuran bir fırtına yollayarak nankörlüğünüz sebebiyle sizi boğmasından, sonra da bize karşı kendiniz için arka çıkacak bir yardımcı bulamama (durumun) dan güvende misiniz?
وَلَقَدْ
كَرَّمْنَا
بَن۪ٓي
اٰدَمَ
وَحَمَلْنَاهُمْ
فِي
الْبَرِّ
وَالْبَحْرِ
وَرَزَقْنَاهُمْ
مِنَ
الطَّيِّبَاتِ
وَفَضَّلْنَاهُمْ
عَلٰى
كَث۪يرٍ
مِمَّنْ
خَلَقْنَا
تَفْض۪يلاً۟
٧٠
Velekad kerramnâ benî âdeme vehamelnâhum fî-lberri velbahri verazaknâhum mine-ttayyibâti vefaddalnâhum ‘alâ keśîrin mimmen ḣalaknâ tafdîlâ(n)
Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.
يَوْمَ
نَدْعُوا
كُلَّ
اُنَاسٍ
بِاِمَامِهِمْۚ
فَمَنْ
اُو۫تِيَ
كِتَابَهُ
بِيَم۪ينِه۪
فَاُو۬لٰٓئِكَ
يَقْرَؤُ۫نَ
كِتَابَهُمْ
وَلَا
يُظْلَمُونَ
فَت۪يلاً
٧١
Yevme ned’û kulle unâsin bi-imâmihim(s) femen ûtiye kitâbehu biyemînihi feulâ-ike yakraûne kitâbehum velâ yuzlemûne fetîlâ(n)
Bütün insanları kendi önderleriyle birlikte çağıracağımız günü hatırla. (O gün) her kime kitabı sağından verilirse işte onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar.
وَمَنْ
كَانَ
ف۪ي
هٰذِه۪ٓ
اَعْمٰى
فَهُوَ
فِي
الْاٰخِرَةِ
اَعْمٰى
وَاَضَلُّ
سَب۪يلاً
٧٢
Vemen kâne fî hâżihi a’mâ fehuve fî-l-âḣirati a’mâ veedallu sebîlâ(n)
Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır.
وَاِنْ
كَادُوا
لَيَفْتِنُونَكَ
عَنِ
الَّـذ۪ٓي
اَوْحَيْنَٓا
اِلَيْكَ
لِتَفْتَرِيَ
عَلَيْنَا
غَيْرَهُۗ
وَاِذاً
لَاتَّخَذُوكَ
خَل۪يلاً
٧٣
Ve-in kâdû leyeftinûneke ‘ani-lleżî evhaynâ ileyke litefteriye ‘aleynâ ġayrah(u)(s) ve-iżen letteḣażûke ḣalîlâ(n)
Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.
وَلَوْلَٓا
اَنْ
ثَبَّتْنَاكَ
لَقَدْ
كِدْتَ
تَرْكَنُ
اِلَيْهِمْ
شَيْـٔاً
قَل۪يلاًۗ
٧٤
Velevlâ en śebbetnâke lekad kidte terkenu ileyhim şey-en kalîlâ(n)
Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık az kalsın onlara biraz meyledecektin.
اِذاً
لَاَذَقْنَاكَ
ضِعْفَ
الْحَيٰوةِ
وَضِعْفَ
الْمَمَاتِ
ثُمَّ
لَا
تَجِدُ
لَكَ
عَلَيْنَا
نَص۪يراً
٧٥
İżen leeżaknâke di’fe-lhayâti vedi’fe-lmemâti śümme lâ tecidu leke ‘aleynâ nasîrâ(n)
İşte o zaman sana, hayatın da, ölümün de katmerli acılarını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın.
وَاِنْ
كَادُوا
لَيَسْتَفِزُّونَكَ
مِنَ
الْاَرْضِ
لِيُخْرِجُوكَ
مِنْهَا
وَاِذاً
لَا
يَلْبَثُونَ
خِلَافَكَ
اِلَّا
قَل۪يلاً
٧٦
Ve-in kâdû leyestefizzûneke mine-l-ardi liyuḣricûke minhâ(s) ve-iżen lâ yelbeśûne ḣilâfeke illâ kalîlâ(n)
Seni o yerden (Mekke'den) sürüp çıkarmak için neredeyse seni sıkıştıracaklardı. Bunu yapabilselerdi senin ardından orada pek az kalırlardı.
سُنَّةَ
مَنْ
قَدْ
اَرْسَلْنَا
قَبْلَكَ
مِنْ
رُسُلِنَا
وَلَا
تَجِدُ
لِسُنَّتِنَا
تَحْو۪يلاً۟
٧٧
Sunnete men kad arselnâ kableke min rusulinâ(s) velâ tecidu lisunnetinâ tahvîlâ(n)
Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz hakkındaki kanun böyledir. Bizim kanunumuzda hiçbir değişme bulamazsın.
اَقِمِ
الصَّلٰوةَ
لِدُلُوكِ
الشَّمْسِ
اِلٰى
غَسَقِ
الَّيْلِ
وَقُرْاٰنَ
الْفَجْرِۜ
اِنَّ
قُرْاٰنَ
الْفَجْرِ
كَانَ
مَشْهُوداً
٧٨
Ekimi-ssalâte lidulûki-şşemsi ilâ ġaseki-lleyli ve kur-âne-lfecr(i)(s) inne kur-âne-lfecri kâne meşhûdâ(n)
Güneşin zevalinden (öğle vaktinde Batı'ya kaymasından) gecenin karanlığına kadar (belli vakitlerde) namazı kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.
وَمِنَ
الَّيْلِ
فَـتَهَجَّدْ
بِه۪
نَافِلَةً
لَكَۗ
عَسٰٓى
اَنْ
يَبْعَثَكَ
رَبُّكَ
مَقَاماً
مَحْمُوداً
٧٩
Vemine-lleyli fetehecced bihi nâfileten leke ‘asâ en yeb’aśeke rabbuke makâmen mahmûdâ(n)
Gecenin bir kısmında da uyanarak sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere teheccüd namazı kıl ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a ulaştırsın.
وَقُلْ
رَبِّ
اَدْخِلْن۪ي
مُدْخَلَ
صِدْقٍ
وَاَخْرِجْن۪ي
مُخْرَجَ
صِدْقٍ
وَاجْعَلْ
ل۪ي
مِنْ
لَدُنْكَ
سُلْطَاناً
نَص۪يراً
٨٠
Vekul rabbi edḣilnî mudḣale sidkin veaḣricnî muḣrace sidkin vec’al lî min ledunke sultânen nasîrâ(n)
Deki: "Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana yardımcı bir kuvvet ver."
وَقُلْ
جَٓاءَ
الْحَقُّ
وَزَهَقَ
الْبَاطِلُۜ
اِنَّ
الْبَاطِلَ
كَانَ
زَهُوقاً
٨١
Vekul câe-lhakku vezeheka-lbâtil(u)(c) inne-lbâtile kâne zehûkâ(n)
De ki: "Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkumdur."
وَنُنَزِّلُ
مِنَ
الْقُرْاٰنِ
مَا
هُوَ
شِفَٓاءٌ
وَرَحْمَةٌ
لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ
وَلَا
يَز۪يدُ
الظَّالِم۪ينَ
اِلَّا
خَسَاراً
٨٢
Venunezzilu mine-lkur-âni mâ huve şifâun verahmetun lilmu/minîne(ﻻ) velâ yezîdu-zzâlimîne illâ ḣasârâ(n)
Biz Kur'an'dan, mü'minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur'an, ancak zararını artırır.
وَاِذَٓا
اَنْعَمْنَا
عَلَى
الْاِنْسَانِ
اَعْرَضَ
وَنَاٰ
بِجَانِبِه۪ۚ
وَاِذَا
مَسَّهُ
الشَّرُّ
كَانَ
يَؤُ۫ساً
٨٣
Ve-iżâ en’amnâ ‘alâ-l-insâni a’rada veneâ bicânibih(i)(s) ve-iżâ messehu-şşerru kâne yeûsâ(n)
İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirip yan çizer. Kendisine şer dokununca da umutsuzluğa düşer.
قُلْ
كُلٌّ
يَعْمَلُ
عَلٰى
شَاكِلَتِه۪ۜ
فَرَبُّكُمْ
اَعْلَمُ
بِمَنْ
هُوَ
اَهْدٰى
سَب۪يلاً۟
٨٤
Kul kullun ya’melu ‘alâ şâkiletihi ferabbukum a’lemu bimen huve ehdâ sebîlâ(n)
De ki: "Herkes kendi yapısına uygun işler görür. Rabbiniz, en doğru yolda olanı daha iyi bilir."
وَيَسْـَٔلُونَكَ
عَنِ
الرُّوحِۜ
قُلِ
الرُّوحُ
مِنْ
اَمْرِ
رَبّ۪ي
وَمَٓا
اُو۫ت۪يتُمْ
مِنَ
الْعِلْمِ
اِلَّا
قَل۪يلاً
٨٥
Veyes-elûneke ‘ani-rrûh(i)(s) kuli-rrûhu min emri rabbî vemâ ûtîtum mine-l’ilmi illâ kalîlâ(n)
Ve sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: "Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir."
وَلَئِنْ
شِئْنَا
لَنَذْهَبَنَّ
بِالَّـذ۪ٓي
اَوْحَيْنَٓا
اِلَيْكَ
ثُمَّ
لَا
تَجِدُ
لَكَ
بِه۪
عَلَيْنَا
وَك۪يلاًۙ
٨٦
Vele-in şi/nâ leneżhebenne billeżî evhaynâ ileyke śümme lâ tecidu leke bihi ‘aleynâ vekîlâ(n)
Andolsun, dileseydik biz sana vahyettiğimizi tamamen ortadan kaldırırdık; sonra bu konuda bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.
اِلَّا
رَحْمَةً
مِنْ
رَبِّكَۜ
اِنَّ
فَضْلَهُ
كَانَ
عَلَيْكَ
كَب۪يراً
٨٧
İllâ rahmeten min rabbik(e)(c) inne fadlehu kâne ‘aleyke kebîrâ(n)
Ancak Rabbin'den bir rahmet olarak böyle yapmadık. Çünkü O'nun sana olan lütfu büyüktür.
قُلْ
لَئِنِ
اجْتَمَعَتِ
الْاِنْسُ
وَالْجِنُّ
عَلٰٓى
اَنْ
يَأْتُوا
بِمِثْلِ
هٰذَا
الْقُرْاٰنِ
لَا
يَأْتُونَ
بِمِثْلِه۪
وَلَوْ
كَانَ
بَعْضُهُمْ
لِبَعْضٍ
ظَه۪يراً
٨٨
Kul le-ini-cteme’ati-l-insu velcinnu ‘alâ en ye/tû bimiśli hâżâ-lkur-âni lâ ye/tûne bimiślihi velev kâne ba’duhum liba’din zahîrâ(n)
De ki: "Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler."
وَلَقَدْ
صَرَّفْنَا
لِلنَّاسِ
ف۪ي
هٰذَا
الْقُرْاٰنِ
مِنْ
كُلِّ
مَثَلٍۘ
فَاَبٰٓى
اَكْثَرُ
النَّاسِ
اِلَّا
كُفُوراً
٨٩
Velekad sarrafnâ linnâsi fî hâżâ-lkur-âni min kulli meśelin feebâ ekśeru-nnâsi illâ kufûrâ(n)
Andolsun, biz bu Kur'an'da insanlara her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Yine de insanların çoğu ancak inkarda direttiler.
وَقَالُوا
لَنْ
نُؤْمِنَ
لَكَ
حَتّٰى
تَفْجُرَ
لَنَا
مِنَ
الْاَرْضِ
يَنْبُوعاًۙ
٩٠
Ve kâlû len nu/mine leke hattâ tefcura lenâ mine-l-ardi yenbû’â(n)
Dediler ki: "Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça, yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça, yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim."
اَوْ
تَكُونَ
لَكَ
جَنَّةٌ
مِنْ
نَخ۪يلٍ
وَعِنَبٍ
فَتُفَجِّرَ
الْاَنْهَارَ
خِلَالَهَا
تَفْج۪يراًۙ
٩١
Ev tekûne leke cennetun min naḣîlin ve’inebin fetufeccira-l-enhâra ḣilâlehâ tefcîrâ(n)
Dediler ki: "Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça, yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça, yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim."
اَوْ
تُسْقِطَ
السَّمَٓاءَ
كَمَا
زَعَمْتَ
عَلَيْنَا
كِسَفاً
اَوْ
تَأْتِيَ
بِاللّٰهِ
وَالْمَلٰٓئِكَةِ
قَب۪يلاًۙ
٩٢
Ev tuskita-ssemâe kemâ ze’amte ‘aleynâ kisefen ev te/tiye bi(A)llâhi velmelâ-iketi kabîlâ(n)
Dediler ki: "Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça, yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça, yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim."
اَوْ
يَكُونَ
لَكَ
بَيْتٌ
مِنْ
زُخْرُفٍ
اَوْ
تَرْقٰى
فِي
السَّمَٓاءِۜ
وَلَنْ
نُؤْمِنَ
لِرُقِيِّكَ
حَتّٰى
تُنَزِّلَ
عَلَيْنَا
كِتَاباً
نَقْرَؤُ۬هُۜ
قُلْ
سُبْحَانَ
رَبّ۪ي
هَلْ
كُنْتُ
اِلَّا
بَشَراً
رَسُولاً۟
٩٣
Ev yekûne leke beytun min zuḣrufin ev terkâ fî-ssemâ-i velen nu/mine lirukiyyike hattâ tunezzile ‘aleynâ kitâben nakrauh(u)(k) kul subhâne rabbî hel kuntu illâ beşeran rasûlâ(n)
Dediler ki: "Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça, yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça, yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim."
وَمَا
مَنَعَ
النَّاسَ
اَنْ
يُؤْمِنُٓوا
اِذْ
جَٓاءَهُمُ
الْهُدٰٓى
اِلَّٓا
اَنْ
قَالُٓوا
اَبَعَثَ
اللّٰهُ
بَشَراً
رَسُولاً
٩٤
Vemâ mene’a-nnâse en yu/minû iż câehumu-lhudâ illâ en kâlû ebe’aśa(A)llâhu beşeran rasûlâ(n)
İnsanlara hidayet (Kur'an) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, "Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?" demeleri engel olmuştur.
قُلْ
لَوْ
كَانَ
فِي
الْاَرْضِ
مَلٰٓئِكَةٌ
يَمْشُونَ
مُطْمَئِنّ۪ينَ
لَنَزَّلْنَا
عَلَيْهِمْ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
مَلَكاً
رَسُولاً
٩٥
Kul lev kâne fî-l-ardi melâ-iketun yemşûne mutme-innîne lenezzelnâ ‘aleyhim mine-ssemâ-i meleken rasûlâ(n)
De ki: "Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik."
قُلْ
كَفٰى
بِاللّٰهِ
شَه۪يداً
بَيْن۪ي
وَبَيْنَكُمْۜ
اِنَّهُ
كَانَ
بِعِبَادِه۪
خَب۪يراً
بَص۪يراً
٩٦
Kul kefâ bi(A)llâhi şehîden beynî vebeynekum(c) innehu kâne bi’ibâdihi ḣabîran basîrâ(n)
De ki: "Sizinle benim aramda şahit olarak Allah yeter. Çünkü O kullarından hakkıyla haberdardır, onları hakkıyla görendir."
وَمَنْ
يَهْدِ
اللّٰهُ
فَهُوَ
الْمُهْتَدِۚ
وَمَنْ
يُضْلِلْ
فَلَنْ
تَجِدَ
لَهُمْ
اَوْلِيَٓاءَ
مِنْ
دُونِه۪ۜ
وَنَحْشُرُهُمْ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
عَلٰى
وُجُوهِهِمْ
عُمْياً
وَبُكْماً
وَصُماًّۜ
مَأْوٰيهُمْ
جَهَنَّمُۜ
كُلَّمَا
خَبَتْ
زِدْنَاهُمْ
سَع۪يراً
٩٧
Vemen yehdi(A)llâhu fehuve-lmuhted(i)(s) vemen yudlil felen tecide lehum evliyâe min dûnih(i)(s) venahşuruhum yevme-lkiyâmeti ‘alâ vucûhihim ‘umyen vebukmen vesummâ(en)(s) me/vâhum cehennem(u)(s) kullemâ ḣabet zidnâhum se’îrâ(n)
Allah kimi doğru yola iletirse işte o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa böyleleri için O'nun dışında dostlar bulamazsın. Onları kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzüstü haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir. Cehennemin ateşi dindikçe, onlara çılgın ateşi artırırız.
ذٰلِكَ
جَزَٓاؤُ۬هُمْ
بِاَنَّهُمْ
كَفَرُوا
بِاٰيَاتِنَا
وَقَالُٓوا
ءَاِذَا
كُنَّا
عِظَاماً
وَرُفَاتاً
ءَاِنَّا
لَمَبْعُوثُونَ
خَلْقاً
جَد۪يداً
٩٨
Żâlike cezâuhum bi-ennehum keferû bi-âyâtinâ ve kâlû e-iżâ kunnâ ‘izâmen verufâten e-innâ lemeb’ûśûne ḣalkan cedîdâ(n)
Bu, onların cezasıdır. Çünkü onlar âyetlerimizi inkar ettiler ve, "Biz bir yığın kemik, bir yığın ufantı olduktan sonra mı yeniden bir yaratılışla diriltilecekmişiz, biz mi?" dediler.
اَوَلَمْ
يَرَوْا
اَنَّ
اللّٰهَ
الَّذ۪ي
خَلَقَ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ
قَادِرٌ
عَلٰٓى
اَنْ
يَخْلُقَ
مِثْلَهُمْ
وَجَعَلَ
لَهُمْ
اَجَلاً
لَا
رَيْبَ
ف۪يهِۜ
فَاَبَى
الظَّالِمُونَ
اِلَّا
كُفُوراً
٩٩
Eve lem yerav enna(A)llâhe-lleżî ḣaleka-ssemâvâti vel-arda kâdirun ‘alâ en yaḣluka miślehum vece’ale lehum ecelen lâ raybe fîhi feebâ-zzâlimûne illâ kufûrâ(n)
Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın kendileri gibilerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi? Allah onlar için, hakkında hiçbir şüphe bulunmayan bir ecel belirlemiştir. Fakat zalimler ancak inkarda direttiler.
قُلْ
لَوْ
اَنْتُمْ
تَمْلِكُونَ
خَزَٓائِنَ
رَحْمَةِ
رَبّ۪ٓي
اِذاً
لَاَمْسَكْتُمْ
خَشْيَةَ
الْاِنْفَاقِۜ
وَكَانَ
الْاِنْسَانُ
قَتُوراً۟
١٠٠
Kul lev entum temlikûne ḣazâ-ine rahmeti rabbî iżen leemsektum ḣaşyete-l-infâk(i)(c) vekâne-l-insânu katûrâ(n)
De ki: "Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman da tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz. Zaten insan çok cimridir."
وَلَقَدْ
اٰتَيْنَا
مُوسٰى
تِسْعَ
اٰيَاتٍ
بَيِّنَاتٍ
فَسْـَٔلْ
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
اِذْ
جَٓاءَهُمْ
فَقَالَ
لَهُ
فِرْعَوْنُ
اِنّ۪ي
لَاَظُنُّكَ
يَا
مُوسٰى
مَسْحُوراً
١٠١
Velekad âteynâ mûsâ tis’a âyâtin beyyinât(in)(s) fes-el benî isrâ-île iż câehum fekâle lehu fir’avnu innî leezunnuke yâ mûsâ meshûrâ(n)
Andolsun, biz Mûsâ'ya apaçık dokuz mucize verdik. İsrailoğullarına sor (sana anlatsınlar): Hani Mûsâ onlara gelmiş ve Firavun da ona, "Ben senin kesinlikle büyülendiğini zannediyorum ey Mûsâ!" demişti.
قَالَ
لَقَدْ
عَلِمْتَ
مَٓا
اَنْزَلَ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
اِلَّا
رَبُّ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
بَصَٓائِرَۚ
وَاِنّ۪ي
لَاَظُنُّكَ
يَا
فِرْعَوْنُ
مَثْبُوراً
١٠٢
Kâle lekad ‘alimte mâ enzele hâulâ-i illâ rabbu-ssemâvâti vel-ardi basâ-ira ve-innî leezunnuke yâ fir’avnu meśbûrâ(n)
Mûsâ ise, "İyi biliyorsun ki, bunları ancak, göklerin ve yerin Rabbi apaçık deliller olarak indirmiştir. Ey Firavun, ben de seni kesinlikle helak olmuş bir kişi olarak görüyorum" demişti.
فَاَرَادَ
اَنْ
يَسْتَفِزَّهُمْ
مِنَ
الْاَرْضِ
فَاَغْرَقْنَاهُ
وَمَنْ
مَعَهُ
جَم۪يعاًۙ
١٠٣
Feerâde en yestefizzehum mine-l-ardi feaġraknâhu vemen me’ahu cemî’â(n)
Bunun üzerine Firavun (işkence etmek ve öldürmek suretiyle) o yerden onların kökünü kazımak istedi. Biz de onu ve beraberindekileri hep birden suda boğduk.
وَقُلْنَا
مِنْ
بَعْدِه۪
لِبَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
اسْكُنُوا
الْاَرْضَ
فَاِذَا
جَٓاءَ
وَعْدُ
الْاٰخِرَةِ
جِئْنَا
بِكُمْ
لَف۪يفاًۜ
١٠٤
Vekulnâ min ba’dihi libenî isrâ-île-skunû-l-arda fe-iżâ câe va’du-l-âḣirati ci/nâ bikum lefîfâ(n)
Bunun ardından İsrailoğullarına şöyle dedik: "Bu topraklarda oturun, ahiret va'di (kıyamet) gelince hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz."
وَبِالْحَقِّ
اَنْزَلْنَاهُ
وَبِالْحَقِّ
نَزَلَۜ
وَمَٓا
اَرْسَلْنَاكَ
اِلَّا
مُبَشِّراً
وَنَذ۪يراًۢ
١٠٥
Vebilhakki enzelnâhu vebilhakki nezel(e)(k) vemâ erselnâke illâ mubeşşiran veneżîrâ(n)
Biz onu (Kur'an'ı) hak olarak indirdik ve o da hak ile indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
وَقُرْاٰناً
فَرَقْنَاهُ
لِتَقْرَاَهُ۫
عَلَى
النَّاسِ
عَلٰى
مُكْثٍ
وَنَزَّلْنَاهُ
تَنْز۪يلاً
١٠٦
Vekur-ânen feraknâhu litakraehu ‘alâ-nnâsi ‘alâ mukśin venezzelnâhu tenzîlâ(n)
Biz Kur'an'ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet ayırdık ve onu peyderpey indirdik.
قُلْ
اٰمِنُوا
بِه۪ٓ
اَوْ
لَا
تُؤْمِنُواۜ
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
اُو۫تُوا
الْعِلْمَ
مِنْ
قَبْلِه۪ٓ
اِذَا
يُتْلٰى
عَلَيْهِمْ
يَخِرُّونَ
لِلْاَذْقَانِ
سُجَّداًۙ
١٠٧
Kul âminû bihi ev lâ tu/minû(c) inne-lleżîne ûtû-l’ilme min kablihi iżâ yutlâ ‘aleyhim yaḣirrûne lil-eżkâni succedâ(n)
De ki: "Ona ister inanın, ister inanmayın. Şüphesiz, daha önce kendilerine ilim verilenler, Kur'an kendilerine okunduğunda derhal yüzüstü secdeye kapanırlar."
وَيَقُولُونَ
سُبْحَانَ
رَبِّنَٓا
اِنْ
كَانَ
وَعْدُ
رَبِّنَا
لَمَفْعُولاً
١٠٨
Veyekûlûne subhâne rabbinâ in kâne va’du rabbinâ lemef’ûlâ(n)
"Rabbimizin şanı yücedir. Rabbimizin va'di mutlaka gerçekleşecektir" derler.
وَيَخِرُّونَ
لِلْاَذْقَانِ
يَبْكُونَ
وَيَز۪يدُهُمْ
خُشُوعاً
١٠٩
Veyaḣirrûne lil-eżkâni yebkûne veyezîduhum ḣuşû’â(n)
Onlar ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar. Bu da onların derin saygısını artırır.
قُلِ
ادْعُوا
اللّٰهَ
اَوِ
ادْعُوا
الرَّحْمٰنَۜ
اَياًّ
مَا
تَدْعُوا
فَلَهُ
الْاَسْمَٓاءُ
الْحُسْنٰىۚ
وَلَا
تَجْهَرْ
بِصَلَاتِكَ
وَلَا
تُخَافِتْ
بِهَا
وَابْتَغِ
بَيْنَ
ذٰلِكَ
سَب۪يلاً
١١٠
Kuli-d’û(A)llâhe evi-d’û-rrahmân(e)(s) eyyen mâ ted’û felehu-l-esmâu-lhusnâ(c) velâ techer bisalâtike velâ tuḣâfit bihâ vebteġi beyne żâlike sebîlâ(n)
De ki: "(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O'nundur." Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.
وَقُلِ
الْحَمْدُ
لِلّٰهِ
الَّذ۪ي
لَمْ
يَتَّخِذْ
وَلَداً
وَلَمْ
يَكُنْ
لَهُ
شَر۪يكٌ
فِي
الْمُلْكِ
وَلَمْ
يَكُنْ
لَهُ
وَلِيٌّ
مِنَ
الذُّلِّ
وَكَبِّرْهُ
تَكْب۪يراً
١١١
Vekuli-lhamdu li(A)llâhi-lleżî lem yetteḣiż veleden velem yekun lehu şerîkun fî-lmulki velem yekun lehu veliyyun mine-żżull(i)(s) vekebbirhu tekbîrâ(n)
"Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, zillet ve acizliğin gerektirdiği bir yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah'a mahsustur" de ve O'nu tekbir ile yücelt.