الْكَهْفِ

kehf sûresi

Kehf Sûresi, Kur'an'ın 18. suresidir ve 110 ayetten oluşur. Mekke döneminde indirilmiştir. İsmini, içerisinde geçen ve halk arasında "Ashab-ı Kehf" olarak bilinen mağara arkadaşları kıssasından alır. Surede, iman ve sabırla ilgili dersler içeren birkaç kıssa aktarılır. Bu kıssalardan en dikkat çekeni Ashab-ı Kehf'in mağarada yıllarca uyuması ve tekrar uyanmalarıdır. Ayrıca Hz. Musa ile Hızır'ın hikayesi ve Zülkarneyn'in maceraları da yer alır. Tüm bu kıssalar, Allah’a olan güveni, sınavlara karşı sabrın önemini ve insanların anlayış sınırlarını hatırlatır. Aşağıda Kehf Sûresi'nin Arapça metni, Türkçe okunuşu ve meali yer alıyor; incelerek bu hikayelerin derinliğine ulaşabilirsin.

kehf sûresi ayetleri: arapça yazılışı, türkçe okunuş ve açıklaması

اَلْحَمْدُ

لِلّٰهِ

الَّـذ۪ٓي

اَنْزَلَ

عَلٰى

عَبْدِهِ

الْـكِتَابَ

وَلَمْ

يَجْعَلْ

لَهُ

عِـوَجا۔ًۜ

١

Elhamdu li(A)llâhi-lleżî enzele ‘alâ ‘abdihi-lkitâbe velem yec’al lehu ‘ivecâ(n)

Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren ve onda hiçbir eğrilik yapmayan Allah’a mahsustur.

قَيِّماً

لِيُنْذِرَ

بَأْساً

شَد۪يداً

مِنْ

لَدُنْـهُ

وَيُبَشِّرَ

الْمُؤْمِن۪ينَ

الَّذ۪ينَ

يَعْمَلُونَ

الصَّالِحَاتِ

اَنَّ

لَهُمْ

اَجْراً

حَسَناًۙ

٢

Kayyimen liyunżira besen şedîden min ledunhu veyubeşşira-lmuminîne-lleżîne ya’melûne-ssâlihâti enne lehum ecran hasenâ(n)

2,3,4. (Allah onu), katından gelecek şiddetli bir azap ile (inanmayanları) uyarmak, salih ameller işleyen mü’minleri, içlerinde ebedî olarak kalacakları güzel bir mükâfat (cennet) ile müjdelemek ve “Allah, bir çocuk edindi” diyenleri de uyarmak için dosdoğru bir kitap kıldı.

مَاكِث۪ينَ

ف۪يهِ

اَبَداًۙ

٣

Mâkiśîne fîhi ebedâ(n)

2,3,4. (Allah onu), katından gelecek şiddetli bir azap ile (inanmayanları) uyarmak, salih ameller işleyen mü’minleri, içlerinde ebedî olarak kalacakları güzel bir mükâfat (cennet) ile müjdelemek ve “Allah, bir çocuk edindi” diyenleri de uyarmak için dosdoğru bir kitap kıldı.

وَيُنْذِرَ

الَّذ۪ينَ

قَالُوا

اتَّخَذَ

اللّٰهُ

وَلَداًۗ

٤

Veyunżira-lleżîne kâlû-tteḣaża(A)llâhu veledâ(n)

2,3,4. (Allah onu), katından gelecek şiddetli bir azap ile (inanmayanları) uyarmak, salih ameller işleyen mü’minleri, içlerinde ebedî olarak kalacakları güzel bir mükâfat (cennet) ile müjdelemek ve “Allah, bir çocuk edindi” diyenleri de uyarmak için dosdoğru bir kitap kıldı.

مَا

لَهُمْ

بِه۪

مِنْ

عِلْمٍ

وَلَا

لِاٰبَٓائِهِمْۜ

كَبُرَتْ

كَلِمَةً

تَخْرُجُ

مِنْ

اَفْوَاهِهِمْۜ

اِنْ

يَقُولُونَ

اِلَّا

كَذِباً

٥

Mâ lehum bihi min ‘ilmin velâ li-âbâ-ihim(c) keburat kelimeten taḣrucu min efvâhihim(c) in yekûlûne illâ keżibâ(n)

Bu konuda ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ne büyük bir söz (bu) ağızlarından çıkan! Onlar ancak yalan söylüyorlar.

فَلَعَلَّكَ

بَاخِـعٌ

نَفْسَكَ

عَلٰٓى

اٰثَارِهِمْ

اِنْ

لَمْ

يُؤْمِنُوا

بِهٰذَا

الْحَد۪يثِ

اَسَفاً

٦

Fele’alleke bâḣi’un nefseke ‘alâ âśârihim in lem yuminû bihâżâ-lhadîśi esefâ(n)

Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!

اِنَّا

جَعَلْنَا

مَا

عَلَى

الْاَرْضِ

ز۪ينَةً

لَهَا

لِنَبْلُوَهُمْ

اَيُّهُمْ

اَحْسَنُ

عَمَلاً

٧

İnnâ ce’alnâ mâ ‘alâ-l-ardi zîneten lehâ linebluvehum eyyuhum ahsenu ‘amelâ(n)

İnsanların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim diye şüphesiz biz yeryüzündeki şeyleri ona bir zinet yaptık.

وَاِنَّا

لَجَاعِلُونَ

مَا

عَلَيْهَا

صَع۪يداً

جُرُزاًۜ

٨

Ve-innâ lecâ’ilûne mâ ‘aleyhâ sa’îden curuzâ(n)

Biz, elbette (zamanı gelince) yeryüzündeki her şeyi bir kuru toprak hâline getireceğiz.

اَمْ

حَسِبْتَ

اَنَّ

اَصْحَابَ

الْكَهْفِ

وَالرَّق۪يمِ

كَانُوا

مِنْ

اٰيَاتِنَا

عَجَباً

٩

Em hasibte enne ashâbe-lkehfi ve-rrakîmi kânû min âyâtinâ ‘acebâ(n)

Yoksa sen, (sadece) Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakîm’i mi bizim ibret verici delillerimizden sandın?

اِذْ

اَوَى

الْفِتْيَةُ

اِلَى

الْكَهْفِ

فَقَالُوا

رَبَّنَٓا

اٰتِنَا

مِنْ

لَدُنْكَ

رَحْمَةً

وَهَيِّئْ

لَنَا

مِنْ

اَمْرِنَا

رَشَداً

١٠

İż evâ-lfityetu ilâ-lkehfi fekâlû rabbenâ âtinâ min ledunke rahmeten veheyyi lenâ min emrinâ raşedâ(n)

Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da, “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır” demişlerdi.

فَضَرَبْنَا

عَلٰٓى

اٰذَانِهِمْ

فِي

الْكَهْفِ

سِن۪ينَ

عَدَداًۙ

١١

Fedarabnâ ‘alâ âżânihim fî-lkehfi sinîne ‘adedâ(n)

Bunun üzerine biz de nice yıllar onların kulaklarını (dış dünyaya) kapattık (Onları uyuttuk).

ثُمَّ

بَعَثْنَاهُمْ

لِنَعْلَمَ

اَيُّ

الْحِزْبَيْنِ

اَحْصٰى

لِمَا

لَبِثُٓوا

اَمَداً۟

١٢

Śumme be’aśnâhum lina’leme eyyu-lhizbeyni ahsâ limâ lebiśû emedâ(n)

Sonra onları uyandırdık ki, iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini bilelim.

نَحْنُ

نَقُصُّ

عَلَيْكَ

نَبَاَهُمْ

بِالْحَقِّۜ

اِنَّهُمْ

فِتْيَةٌ

اٰمَنُوا

بِرَبِّهِمْ

وَزِدْنَاهُمْ

هُدًىۗ

١٣

Nahnu nakussu ‘aleyke nebeehum bilhakk(i)(c) innehum fityetun âmenû birabbihim vezidnâhum hudâ(n)

Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.

وَرَبَطْنَا

عَلٰى

قُلُوبِهِمْ

اِذْ

قَامُوا

فَقَالُوا

رَبُّنَا

رَبُّ

السَّمٰوَاتِ

وَالْاَرْضِ

لَنْ

نَدْعُوَ۬ا

مِنْ

دُونِه۪ٓ

اِلٰهاً

لَقَدْ

قُلْـنَٓا

اِذاً

شَطَطاً

١٤

Verabatnâ ‘alâ kulûbihim iż kâmû fekâlû rabbunâ rabbu-ssemâvâti vel-ardi len ned’uve min dûnihi ilâhâ(en)(s) lekad kulnâ iżen şetatâ(n)

14,15. Kalkıp da, “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasına asla ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz. Şunlar, şu kavmimiz, O’ndan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?” dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.

هٰٓؤُ۬لَٓاءِ

قَوْمُنَا

اتَّخَذُوا

مِنْ

دُونِه۪ٓ

اٰلِهَةًۜ

لَوْلَا

يَأْتُونَ

عَلَيْهِمْ

بِسُلْطَانٍ

بَيِّنٍۜ

فَمَنْ

اَظْلَمُ

مِمَّنِ

افْتَرٰى

عَلَى

اللّٰهِ

كَذِباًۜ

١٥

Hâulâ-i kavmunâ-tteḣażû min dûnihi âlihe(ten)(s) levlâ yetûne ‘aleyhim bisultânin beyyin(in)(s) femen azlemu mimmeni-fterâ ‘ala(A)llâhi keżibâ(n)

14,15. Kalkıp da, “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasına asla ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz. Şunlar, şu kavmimiz, O’ndan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?” dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.

وَاِذِ

اعْتَزَلْتُمُوهُمْ

وَمَا

يَعْبُدُونَ

اِلَّا

اللّٰهَ

فَأْوُٓ۫ا

اِلَى

الْكَهْفِ

يَنْشُرْ

لَكُمْ

رَبُّكُمْ

مِنْ

رَحْمَتِه۪

وَيُهَيِّئْ

لَكُمْ

مِنْ

اَمْرِكُمْ

مِرْفَقاً

١٦

Ve-iżi-’tezeltumûhum vemâ ya’budûne illa(A)llâhe fevû ilâ-lkehfi yenşur lekum rabbukum min rahmetihi veyuheyyi lekum min emrikum mirfekâ(n)

(İçlerinden biri şöyle dedi:) “Mademki onlardan ve Allah’tan başkasına tapmakta olduklarından yüz çevirip ayrıldınız, o hâlde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve içinde bulunduğunuz durumda yararlanacağınız şeyler hazırlasın.”

وَتَرَى

الشَّمْسَ

اِذَا

طَلَعَتْ

تَزَاوَرُ

عَنْ

كَهْفِهِمْ

ذَاتَ

الْيَم۪ينِ

وَاِذَا

غَرَبَتْ

تَقْرِضُهُمْ

ذَاتَ

الشِّمَالِ

وَهُمْ

ف۪ي

فَجْوَةٍ

مِنْهُۜ

ذٰلِكَ

مِنْ

اٰيَاتِ

اللّٰهِۜ

مَنْ

يَهْدِ

اللّٰهُ

فَهُوَ

الْمُهْتَدِۚ

وَمَنْ

يُضْلِلْ

فَلَنْ

تَجِدَ

لَهُ

وَلِياًّ

مُرْشِداً۟

١٧

Veterâ-şşemse iżâ tale’at tezâveru ‘an kehfihim żâte-lyemîni ve-iżâ ġarabet takriduhum żâte-şşimâli vehum fî fecvetin minh(u)(c) żâlike min âyâti(A)llâh(i)(k) men yehdi(A)llâhu fehuve-lmuhted(i)(s) vemen yudlil felen tecide lehu veliyyen murşidâ(n)

(Orada olsaydın) güneş doğduğunda onun; mağaralarının sağ tarafına kaydığını, batarken de onlara dokunmadan sol tarafa gittiğini görürdün. Kendileri ise mağaranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah, kime hidayet ederse işte o, doğru yolu bulandır. Kimi de şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.

وَتَحْسَبُهُمْ

اَيْقَاظاً

وَهُمْ

رُقُودٌۗ

وَنُقَلِّبُهُمْ

ذَاتَ

الْيَم۪ينِ

وَذَاتَ

الشِّمَالِۗ

وَكَلْبُهُمْ

بَاسِطٌ

ذِرَاعَيْهِ

بِالْوَص۪يدِۜ

لَوِ

اطَّـلَعْتَ

عَلَيْهِمْ

لَوَلَّيْتَ

مِنْهُمْ

فِرَاراً

وَلَمُلِئْتَ

مِنْهُمْ

رُعْباً

١٨

Vetahsebuhum eykâzan vehum rukûd(un) ve nukallibuhum żâte-lyemîni veżâte-şşimâl(i)(s) vekelbuhum bâsitun żirâ’ayhi bilvasîd(i)(c) levi-ttala’te ‘aleyhim levelleyte minhum firâran velemulite minhum ru’bâ(n)

Uykuda oldukları hâlde, sen onları uyanık sanırsın. Biz onları sağa sola çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın girişinde iki kolunu uzatmış (yatmakta idi.) Onları görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirip kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.

وَكَذٰلِكَ

بَعَثْنَاهُمْ

لِيَتَسَٓاءَلُوا

بَيْنَهُمْۜ

قَالَ

قَٓائِلٌ

مِنْهُمْ

كَمْ

لَبِثْتُمْۜ

قَالُوا

لَبِثْنَا

يَوْماً

اَوْ

بَعْضَ

يَوْمٍۜ

قَالُوا

رَبُّكُمْ

اَعْلَمُ

بِمَا

لَبِثْتُمْ

فَابْعَثُٓوا

اَحَدَكُمْ

بِوَرِقِكُمْ

هٰذِه۪ٓ

اِلَى

الْمَد۪ينَةِ

فَلْيَنْظُرْ

اَيُّهَٓا

اَزْكٰى

طَعَاماً

فَلْيَأْتِكُمْ

بِرِزْقٍ

مِنْهُ

وَلْيَتَلَطَّفْ

وَلَا

يُشْعِرَنَّ

بِكُمْ

اَحَداً

١٩

Vekeżâlike be’aśnâhum liyetesâelû beynehum(c) kâle kâ-ilun minhum kem lebiśtum(s) kâlû lebiśnâ yevmen ev ba’da yevm(in)(c) kâlû rabbukum a’lemu bimâ lebiśtum feb’aśû ehadekum biverikikum hâżihi ilâ-lmedîneti felyenzur eyyuhâ ezkâ ta’âmen felyetikum birizkin minhu velyetelattaf velâ yuş’iranne bikum ehadâ(n)

Böylece biz, birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız”? dedi. (Bir kısmı) “Bir gün, ya da bir günden az”, dediler. (Diğerleri de) şöyle dediler: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin.”

اِنَّهُمْ

اِنْ

يَظْهَرُوا

عَلَيْكُمْ

يَرْجُمُوكُمْ

اَوْ

يُع۪يدُوكُمْ

ف۪ي

مِلَّتِهِمْ

وَلَنْ

تُفْلِحُٓوا

اِذاً

اَبَداً

٢٠

İnnehum in yazherû ‘aleykum yercumûkum ev yu’îdûkum fî milletihim velen tuflihû iżen ebedâ(n)

“Çünkü onlar sizi ele geçirirlerse ya taşlayarak öldürürler, yahut kendi dinlerine döndürürler. O zaman da bir daha asla kurtuluşa eremezsiniz.”

وَكَذٰلِكَ

اَعْثَرْنَا

عَلَيْهِمْ

لِيَعْلَمُٓوا

اَنَّ

وَعْدَ

اللّٰهِ

حَقٌّ

وَاَنَّ

السَّاعَةَ

لَا

رَيْبَ

ف۪يهَاۚ

اِذْ

يَتَنَازَعُونَ

بَيْنَهُمْ

اَمْرَهُمْ

فَقَالُوا

ابْنُوا

عَلَيْهِمْ

بُنْيَاناًۜ

رَبُّهُمْ

اَعْلَمُ

بِهِمْۜ

قَالَ

الَّذ۪ينَ

غَلَبُوا

عَلٰٓى

اَمْرِهِمْ

لَنَتَّخِذَنَّ

عَلَيْهِمْ

مَسْجِداً

٢١

Vekeżâlike a’śernâ ‘aleyhim liya’lemû enne va’da(A)llâhi hakkun ve enne-ssâ’ate lâ raybe fîhâ iż yetenâze’ûne beynehum emrahum(s) fekâlû-bnû ‘aleyhim bunyânâ(en)(s) rabbuhum a’lemu bihim(c) kâle-lleżîne ġalebû ‘alâ emrihim lenetteḣiżenne ‘aleyhim mescidâ(n)

Böylece biz, (insanları) onların hâlinden haberdar ettik ki, Allah’ın va’dinin hak olduğunu ve kıyametin gerçekleşmesinde de hiçbir şüphe olmadığını bilsinler. Hani onlar (olayın mucizevî tarafını ve asıl hikmetini bırakmışlar da) aralarında onların durumunu tartışıyorlardı. (Bazıları), “Onların üstüne bir bina yapın, Rableri onların hâlini daha iyi bilir” dediler. Duruma hâkim olanlar ise, “Üzerlerine mutlaka bir mescit yapacağız” dediler.

سَيَقُولُونَ

ثَلٰثَةٌ

رَابِعُهُمْ

كَلْبُهُمْۚ

وَيَقُولُونَ

خَمْسَةٌ

سَادِسُهُمْ

كَلْبُهُمْ

رَجْماً

بِالْغَيْبِۚ

وَيَقُولُونَ

سَبْعَةٌ

وَثَامِنُهُمْ

كَلْبُهُمْۜ

قُلْ

رَبّ۪ٓي

اَعْلَمُ

بِعِدَّتِهِمْ

مَا

يَعْلَمُهُمْ

اِلَّا

قَل۪يلٌ۠

فَلَا

تُمَارِ

ف۪يهِمْ

اِلَّا

مِرَٓاءً

ظَاهِراًۖ

وَلَا

تَسْتَفْتِ

ف۪يهِمْ

مِنْهُمْ

اَحَداً۟

٢٢

Seyekûlûne śelâśetun râbi’uhum kelbuhum veyekûlûne ḣamsetun sâdisuhum kelbuhum racmen bilġayb(i)(s) veyekûlûne seb’atun veśâminuhum kelbuhum(c) kul rabbî a’lemu bi’iddetihim mâ ya’lemuhum illâ kalîl(un)(k) felâ tumâri fîhim illâ mirâen zâhiran velâ testefti fîhim minhum ehadâ(n)

(Ey Muhammed!) Bazıları bilmedikleri şey hakkında atıp tutarak: “Onlar üç kişidirler, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler. Yine, “Beş kişidirler, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Şöyle de diyecekler: “Yedi kişidirler, sekizincileri köpekleridir.” De ki: “Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Zaten onları pek az kimse bilir. O hâlde, onlar hakkında (Kur’an’daki) apaçık tartışma(yı aktarmak)dan başka tartışmaya girme ve bunlar hakkında onlardan hiçbirine bir şey sorma.”

وَلَا

تَقُولَنَّ

لِشَايْءٍ

اِنّ۪ي

فَاعِلٌ

ذٰلِكَ

غَداًۙ

٢٣

Velâ tekûlenne lişey-in innî fâ’ilun żâlike ġadâ(n)

Hiçbir şey hakkında sakın “yarın şunu yapacağım” deme!

اِلَّٓا

اَنْ

يَشَٓاءَ

اللّٰهُۘ

وَاذْكُرْ

رَبَّكَ

اِذَا

نَس۪يتَ

وَقُلْ

عَسٰٓى

اَنْ

يَهْدِيَنِ

رَبّ۪ي

لِاَقْرَبَ

مِنْ

هٰذَا

رَشَداً

٢٤

İllâ en yeşâa(A)llâh(u)(c) veżkur rabbeke iżâ nesîte vekul ‘asâ en yehdiyeni rabbî li-akrabe min hâżâ raşedâ(n)

Ancak, “Allah dilerse yapacağım” de. Unuttuğun zaman Rabbini an ve “Umarım Rabbim beni, bundan daha doğru olana ulaştırır” de.

وَلَبِثُوا

ف۪ي

كَـهْفِهِمْ

ثَلٰثَ

مِائَةٍ

سِن۪ينَ

وَازْدَادُوا

تِسْعاً

٢٥

Velebiśû fî kehfihim śelâśe mi-etin sinîne vezdâdû tis’â(n)

Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. Buna dokuz daha eklediler.

قُلِ

اللّٰهُ

اَعْلَمُ

بِمَا

لَبِثُواۚ

لَهُ

غَيْبُ

السَّمٰوَاتِ

وَالْاَرْضِۜ

اَبْصِرْ

بِه۪

وَاَسْمِـعْۜ

مَا

لَهُمْ

مِنْ

دُونِه۪

مِنْ

وَلِيٍّۘ

وَلَا

يُشْرِكُ

ف۪ي

حُكْمِه۪ٓ

اَحَداً

٢٦

Kuli(A)llâhu a’lemu bimâ lebiśû(s) lehu ġaybu-ssemâvâti vel-ard(i)(s) ebsir bihi ve esmi’(c) mâ lehum min dûnihi min veliyyin velâ yuşriku fî hukmihi ehadâ(n)

De ki: “Kaldıkları süreyi Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını bilmek O’na aittir. O, ne güzel görür; O, ne güzel işitir! Onların, O’ndan başka hiçbir dostu da yoktur. O, hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez.”

وَاتْلُ

مَٓا

اُو۫حِيَ

اِلَيْكَ

مِنْ

كِتَابِ

رَبِّكَۚ

لَا

مُبَدِّلَ

لِكَلِمَاتِه۪

وَلَنْ

تَجِدَ

مِنْ

دُونِه۪

مُلْتَحَداً

٢٧

Vetlu mâ ûhiye ileyke min kitâbi rabbik(e)(s) lâ mubeddile likelimâtihi velen tecide min dûnihi multehadâ(n)

Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. O’ndan başka asla bir sığınak da bulamazsın.

وَاصْبِرْ

نَفْسَكَ

مَعَ

الَّذ۪ينَ

يَدْعُونَ

رَبَّهُمْ

بِالْغَدٰوةِ

وَالْعَشِيِّ

يُر۪يدُونَ

وَجْهَهُ

وَلَا

تَعْدُ

عَيْنَاكَ

عَنْهُمْۚ

تُر۪يدُ

ز۪ينَةَ

الْحَيٰوةِ

الدُّنْيَا

وَلَا

تُطِـعْ

مَنْ

اَغْفَلْنَا

قَلْبَهُ

عَنْ

ذِكْرِنَا

وَاتَّبَعَ

هَوٰيهُ

وَكَانَ

اَمْرُهُ

فُرُطاً

٢٨

Vasbir nefseke me’a-lleżîne yed’ûne rabbehum bilġadâti vel’aşiyyi yurîdûne vecheh(u)(s) velâ ta’du ‘aynâke ‘anhum turîdu zînete-lhayâti-ddunyâ(s) velâ tuti’ men aġfelnâ kalbehu ‘an żikrinâ vettebe’a hevâhu vekâne emruhu furutâ(n)

Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte ol. Dünya hayatının zînetini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olmuş kimselere boyun eğme.

وَقُلِ

الْحَقُّ

مِنْ

رَبِّكُمْ

فَمَنْ

شَٓاءَ

فَلْيُؤْمِنْ

وَمَنْ

شَٓاءَ

فَلْيَكْفُرْۙ

اِنَّٓا

اَعْتَدْنَا

لِلظَّالِم۪ينَ

نَاراًۙ

اَحَاطَ

بِهِمْ

سُرَادِقُهَاۜ

وَاِنْ

يَسْتَغ۪يثُوا

يُغَاثُوا

بِمَٓاءٍ

كَالْمُهْلِ

يَشْوِي

الْوُجُوهَۜ

بِئْسَ

الشَّرَابُۜ

وَسَٓاءَتْ

مُرْتَفَقاً

٢٩

Vekuli-lhakku min rabbikum(s) femen şâe felyumin vemen şâe felyekfur(c) innâ a’tednâ lizzâlimîne nâran ehâta bihim surâdikuhâ(c) ve-in yesteġîśû yuġâśû bimâ-in kelmuhli yeşvî-lvucûh(e)(c) bise-şşerâbu vesâet murtefekâ(n)

De ki: “Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) feryat edip yardım dilediklerinde, maden eriyiği gibi, yüzleri yakıp kavuran bir su ile kendilerine yardım edilir. O ne kötü bir içecektir! Cehennem ne korkunç bir yaslanacak yerdir.

اِنَّ

الَّذ۪ينَ

اٰمَنُوا

وَعَمِلُوا

الصَّالِحَاتِ

اِنَّا

لَا

نُض۪يعُ

اَجْرَ

مَنْ

اَحْسَنَ

عَمَلاًۚ

٣٠

İnne-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti innâ lâ nudî’u ecra men ahsene ‘amelâ(n)

Gerçek şu ki, iman edip iyi işler yapanlara gelince, elbette biz iyi iş yapanların ecrini zayi etmeyiz.

اُو۬لٰٓئِكَ

لَهُمْ

جَنَّاتُ

عَدْنٍ

تَجْر۪ي

مِنْ

تَحْتِهِمُ

الْاَنْهَارُ

يُحَلَّوْنَ

ف۪يهَا

مِنْ

اَسَاوِرَ

مِنْ

ذَهَبٍ

وَيَلْبَسُونَ

ثِيَاباً

خُضْراً

مِنْ

سُنْدُسٍ

وَاِسْتَبْرَقٍ

مُتَّكِـ۪ٔينَ

ف۪يهَا

عَلَى

الْاَرَٓائِكِۜ

نِعْمَ

الثَّوَابُۜ

وَحَسُنَتْ

مُرْتَفَقاً۟

٣١

Ulâ-ike lehum cennâtu ‘adnin tecrî min tahtihimu-l-enhâru yuhallevne fîhâ min esâvira min żehebin veyelbesûne śiyâben ḣudran min sundusin ve-istebrakin mutteki-îne fîhâ ‘alâ-l-erâ-ik(i)(c) ni’me-śśevâbu vehasunet murtefekâ(n)

İşte onlar için içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada tahtlar üzerine kurularak altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekten yeşil giysiler giyeceklerdir. O ne güzel karşılıktır! Cennet de ne güzel bir yaslanacak yerdir!

وَاضْرِبْ

لَهُمْ

مَثَلاً

رَجُلَيْنِ

جَعَلْنَا

لِاَحَدِهِمَا

جَنَّتَيْنِ

مِنْ

اَعْنَابٍ

وَحَفَفْنَاهُمَا

بِنَخْلٍ

وَجَعَلْنَا

بَيْنَهُمَا

زَرْعاًۜ

٣٢

Vadrib lehum meśelen raculeyni ce’alnâ li-ehadihimâ cenneteyni min a’nâbin ve hafefnâhumâ binaḣlin vece’alnâ beynehumâ zer’â(n)

Onlara şu iki adamı örnek ver: Onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, bağların çevresini hurmalarla donatmış, ikisinin arasına da bir ekinlik koymuştuk.

كِلْتَا

الْجَنَّتَيْنِ

اٰتَتْ

اُكُلَهَا

وَلَمْ

تَظْلِمْ

مِنْهُ

شَيْـٔاًۙ

وَفَجَّرْنَا

خِلَالَهُمَا

نَهَراًۙ

٣٣

Kiltâ-lcenneteyni âtet ukulehâ velem tazlim minhu şey-â(en)(c) vefeccernâ ḣilâlehumâ neherâ(n)

Her iki bağ da meyvelerini vermiş ve ürünlerinden hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. Bu iki bağın arasından bir de nehir fışkırtmıştık.

وَكَانَ

لَهُ

ثَمَرٌۚ

فَقَالَ

لِصَاحِبِه۪

وَهُوَ

يُحَاوِرُهُٓ

اَنَا۬

اَكْثَرُ

مِنْكَ

مَالاً

وَاَعَزُّ

نَفَراً

٣٤

Vekâne lehu śemerun fekâle lisâhibihi vehuve yuhâviruhu enâ ekśeru minke mâlen ve e’azzu neferâ(n)

Derken onun büyük bir serveti oldu. Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: “Benim malım seninkinden daha çok. Adamlardan yana da senden daha üstünüm.”

وَدَخَلَ

جَنَّتَهُ

وَهُوَ

ظَالِمٌ

لِنَفْسِه۪ۚ

قَالَ

مَٓا

اَظُنُّ

اَنْ

تَب۪يدَ

هٰذِه۪ٓ

اَبَداًۙ

٣٥

Vedeḣale cennetehu vehuve zâlimun linefsihi kâle mâ ezunnu en tebîde hâżihi ebedâ(n)

Derken kendine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: “Bunun sonsuza değin yok olacağını sanmıyorum.”

وَمَٓا

اَظُنُّ

السَّاعَةَ

قَٓائِمَةًۙ

وَلَئِنْ

رُدِدْتُ

اِلٰى

رَبّ۪ي

لَاَجِدَنَّ

خَيْراً

مِنْهَا

مُنْقَلَباً

٣٦

Vemâ ezunnu-ssâ’ate kâ-imeten vele-in rudidtu ilâ rabbî leecidenne ḣayran minhâ munkalebâ(n)

“Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbime döndürülsem bile andolsun bundan daha iyi bir sonuç bulurum.”

قَالَ

لَهُ

صَاحِبُهُ

وَهُوَ

يُحَاوِرُهُٓ

اَكَفَرْتَ

بِالَّذ۪ي

خَلَقَكَ

مِنْ

تُرَابٍ

ثُمَّ

مِنْ

نُطْفَةٍ

ثُمَّ

سَوّٰيكَ

رَجُلاًۜ

٣٧

Kâle lehu sâhibuhu vehuve yuhâviruhu ekeferte billeżî ḣalekake min turâbin śümme min nutfetin śümme sevvâke raculâ(n)

Arkadaşı, ona cevap vererek dedi ki: “Seni topraktan, sonra bir damla döl suyundan yaratan, sonra da seni (eksiksiz) bir insan şeklinde düzenleyen Allah’ı inkâr mı ediyorsun?”

لٰكِنَّا۬

هُوَ

اللّٰهُ

رَبّ۪ي

وَلَٓا

اُشْرِكُ

بِرَبّ۪ٓي

اَحَداً

٣٨

Lâkinne huva(A)llâhu rabbî velâ uşriku birabbî ehadâ(n)

“Fakat O Allah benim Rabbimdir. Ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.”

وَلَوْلَٓا

اِذْ

دَخَلْتَ

جَنَّتَكَ

قُلْتَ

مَا

شَٓاءَ

اللّٰهُۙ

لَا

قُوَّةَ

اِلَّا

بِاللّٰهِۚ

اِنْ

تَرَنِ

اَنَا۬

اَقَلَّ

مِنْكَ

مَالاً

وَوَلَداًۚ

٣٩

Velevlâ iż deḣalte cenneteke kulte mâ şâa(A)llâhu lâ kuvvete illâ bi(A)llâh(i)(c) in terani enâ ekalle minke mâlen ve veledâ(n)

39,40. “Bağına girdiğinde ‘Mâşaallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır’ deseydin ya!. Eğer benim malımı ve çocuklarımı kendininkilerden daha az görüyorsan, belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir. Seninkinin üzerine de gökten bir afet indirir de bağ kupkuru ve yalçın bir toprak hâline geliverir.”

فَعَسٰى

رَبّ۪ٓي

اَنْ

يُؤْتِيَنِ

خَيْراً

مِنْ

جَنَّتِكَ

وَيُرْسِلَ

عَلَيْهَا

حُسْبَاناً

مِنَ

السَّمَٓاءِ

فَتُصْبِحَ

صَع۪يداً

زَلَقاًۙ

٤٠

Fe’asâ rabbî en yutiyeni ḣayran min cennetike veyursile ‘aleyhâ husbânen mine-ssemâ-i fetusbiha sa’îden zelekâ(n)

39,40. “Bağına girdiğinde ‘Mâşaallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır’ deseydin ya!. Eğer benim malımı ve çocuklarımı kendininkilerden daha az görüyorsan, belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir. Seninkinin üzerine de gökten bir afet indirir de bağ kupkuru ve yalçın bir toprak hâline geliverir.”

اَوْ

يُصْبِحَ

مَٓاؤُ۬هَا

غَوْراً

فَلَنْ

تَسْتَط۪يعَ

لَهُ

طَلَباً

٤١

Ev yusbiha mâuhâ ġavran felen testatî’a lehu talebâ(n)

“Ya da suyu çekiliverir de (bırak bir daha bulmayı) artık onu arayamazsın bile.”

وَاُح۪يطَ

بِثَمَرِه۪

فَاَصْبَحَ

يُقَلِّبُ

كَفَّيْهِ

عَلٰى

مَٓا

اَنْفَقَ

ف۪يهَا

وَهِيَ

خَاوِيَةٌ

عَلٰى

عُرُوشِهَا

وَيَقُولُ

يَا

لَيْتَن۪ي

لَمْ

اُشْرِكْ

بِرَبّ۪ٓي

اَحَداً

٤٢

Veuhîta biśemerihi feasbeha yukallibu keffeyhi ‘alâ mâ enfeka fîhâ vehiye ḣâviyetun ‘alâ ‘urûşihâ veyekûlu yâ leytenî lem uşrik birabbî ehadâ(n)

Derken bütün serveti helâk edildi. (Yıkılmış) çardakları üzerine çökmüş hâldeki bağına yaptığı harcamalar karşısında ellerini oğuşturuyor ve şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım..”

وَلَمْ

تَكُنْ

لَهُ

فِئَةٌ

يَنْصُرُونَهُ

مِنْ

دُونِ

اللّٰهِ

وَمَا

كَانَ

مُنْتَصِراًۜ

٤٣

Velem tekun lehu fi-etun yensurûnehu min dûni(A)llâhi vemâ kâne muntasirâ(n)

Onun, Allah’tan başka kendisine yardım edebilecek kimseleri yoktu. Kendi kendini kurtaracak güçte de değildi.

هُنَالِكَ

الْوَلَايَةُ

لِلّٰهِ

الْحَقِّۜ

هُوَ

خَيْرٌ

ثَوَاباً

وَخَيْرٌ

عُقْباً۟

٤٤

Hunâlike-lvelâyetu li(A)llâhi-lhakk(i)(c) huve ḣayrun śevâben ve ḣayrun ‘ukbâ(n)

İşte bu durumda velayet (himaye ve koruyuculuk) yalnızca hak olan Allah’a mahsustur. O’nun mükâfatı da daha hayırlıdır, vereceği sonuç da daha hayırlıdır.

وَاضْرِبْ

لَهُمْ

مَثَلَ

الْحَيٰوةِ

الدُّنْيَا

كَمَٓاءٍ

اَنْزَلْنَاهُ

مِنَ

السَّمَٓاءِ

فَاخْتَلَطَ

بِه۪

نَبَاتُ

الْاَرْضِ

فَاَصْبَحَ

هَش۪يماً

تَذْرُوهُ

الرِّيَاحُۜ

وَكَانَ

اللّٰهُ

عَلٰى

كُلِّ

شَيْءٍ

مُقْتَدِراً

٤٥

Vadrib lehum meśele-lhayâti-ddunyâ kemâ-in enzelnâhu mine-ssemâ-i faḣteleta bihi nebâtu-l-ardi feasbeha heşîmen teżrûhu-rriyâh(u)(c) vekâna(A)llâhu ‘alâ kulli şey-in muktedirâ(n)

Onlara dünya hayatının örneğini ver: (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çer çöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.

اَلْمَالُ

وَالْبَنُونَ

ز۪ينَةُ

الْحَيٰوةِ

الدُّنْيَاۚ

وَالْبَاقِيَاتُ

الصَّالِحَاتُ

خَيْرٌ

عِنْدَ

رَبِّكَ

ثَوَاباً

وَخَيْرٌ

اَمَلاً

٤٦

Elmâlu velbenûne zînetu-lhayâti-ddunyâ(s) velbâkiyâtu-ssâlihâtu ḣayrun ‘inde rabbike śevâben veḣayrun emelâ(n)

Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.

وَيَوْمَ

نُسَيِّرُ

الْجِبَالَ

وَتَرَى

الْاَرْضَ

بَارِزَةًۙ

وَحَشَرْنَاهُمْ

فَلَمْ

نُغَادِرْ

مِنْهُمْ

اَحَداًۚ

٤٧

Veyevme nuseyyiru-lcibâle veterâ-l-arda bârizeten vehaşernâhum felem nuġâdir minhum ehadâ(n)

Dağları yürüteceğimiz ve senin yeryüzünü çırılçıplak göreceğin günü bir hatırla. Biz onları mahşerde toplarız da içlerinden hiçbirini bırakmayız.

وَعُرِضُوا

عَلٰى

رَبِّكَ

صَفاًّۜ

لَقَدْ

جِئْتُمُونَا

كَمَا

خَلَقْنَاكُمْ

اَوَّلَ

مَرَّةٍۘ

بَلْ

زَعَمْتُمْ

اَلَّنْ

نَجْعَلَ

لَكُمْ

مَوْعِداً

٤٨

Ve’uridû ‘alâ rabbike saffen lekad citumûnâ kemâ ḣalaknâkum evvele merra(tin)(c) bel ze’amtum ellen nec’ale lekum mev’idâ(n)

Hepsi saf saf Rabbinin huzuruna çıkarılırlar. Onlara, “Andolsun, sizi ilk önce yarattığımız gibi bize geldiniz. Oysa siz, sizin için hesaba çekileceğiniz bir zaman belirlemediğimizi sanmıştınız” denir.

وَوُضِعَ

الْكِتَابُ

فَتَرَى

الْمُجْرِم۪ينَ

مُشْفِق۪ينَ

مِمَّا

ف۪يهِ

وَيَقُولُونَ

يَا

وَيْلَتَنَا

مَالِ

هٰذَا

الْكِتَابِ

لَا

يُغَادِرُ

صَغ۪يرَةً

وَلَا

كَب۪يرَةً

اِلَّٓا

اَحْصٰيهَاۚ

وَوَجَدُوا

مَا

عَمِلُوا

حَاضِراًۜ

وَلَا

يَظْلِمُ

رَبُّكَ

اَحَداً۟

٤٩

Vevudi’a-lkitâbu feterâ-lmucrimîne muşfikîne mimmâ fîhi veyekûlûne yâ veyletenâ mâ li hâżâ-lkitâbi lâ yuġâdiru saġîraten velâ kebîraten illâ ahsâhâ(c) vevecedû mâ ‘amilû hâdirâ(an)(c) velâ yazlimu rabbuke ehadâ(n)

Kitap ortaya konur. Suçluları, kitabın içindekilerden korkuya kapılmış görürsün. “Eyvah bize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.

وَاِذْ

قُلْنَا

لِلْمَلٰٓئِكَةِ

اسْجُدُوا

لِاٰدَمَ

فَسَجَدُٓوا

اِلَّٓا

اِبْل۪يسَۜ

كَانَ

مِنَ

الْجِنِّ

فَفَسَقَ

عَنْ

اَمْرِ

رَبِّه۪ۜ

اَفَتَتَّخِذُونَهُ

وَذُرِّيَّتَهُٓ

اَوْلِيَٓاءَ

مِنْ

دُون۪ي

وَهُمْ

لَكُمْ

عَدُوٌّۜ

بِئْسَ

لِلظَّالِم۪ينَ

بَدَلاً

٥٠

Ve-iż kulnâ lilmelâ-iketi-scudû li-âdeme fesecedû illâ iblîse kâne mine-lcinni fefeseka ‘an emri rabbih(i)(k) efetetteḣiżûnehu veżurriyyetehu evliyâe min dûnî vehum lekum ‘aduvv(un)(c) bise lizzâlimîne bedelâ(n)

Hani biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!

مَٓا

اَشْهَدْتُهُمْ

خَلْقَ

السَّمٰوَاتِ

وَالْاَرْضِ

وَلَا

خَلْقَ

اَنْفُسِهِمْۖ

وَمَا

كُنْتُ

مُتَّخِذَ

الْمُضِلّ۪ينَ

عَضُداً

٥١

Mâ eşhedtuhum ḣalka-ssemâvâti vel-ardi velâ ḣalka enfusihim vemâ kuntu mutteḣiże-lmudillîne ‘adudâ(n)

Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.

وَيَوْمَ

يَقُولُ

نَادُوا

شُرَكَٓاءِيَ

الَّذ۪ينَ

زَعَمْتُمْ

فَدَعَوْهُمْ

فَلَمْ

يَسْتَج۪يبُوا

لَهُمْ

وَجَعَلْنَا

بَيْنَهُمْ

مَوْبِقاً

٥٢

Veyevme yekûlu nâdû şurakâ-iye-lleżîne ze’amtum fede’avhum felem yestecîbû lehum vece’alnâ beynehum mevbikâ(n)

(Ey Muhammed!) Allah’ın, “Ortağım olduklarını iddia ettiklerinizi çağırın” diyeceği, onların da çağıracakları, fakat kendilerine (çağırdıklarının) cevap vermeyecekleri ve bizim de aralarına bir uçurum koyacağımız günü hatırla!

وَرَاَ

الْمُجْرِمُونَ

النَّارَ

فَظَنُّٓوا

اَنَّهُمْ

مُوَاقِعُوهَا

وَلَمْ

يَجِدُوا

عَنْهَا

مَصْرِفاً۟

٥٣

Veraâ-lmucrimûne-nnâra fezannû ennehum muvâki’ûhâ velem yecidû ‘anhâ masrifâ(n)

Suçlular (o gün) ateşi görünce, onun içine düşeceklerini iyice anlayacaklar ve ondan kurtuluş yolu da bulamayacaklardır.

وَلَقَدْ

صَرَّفْنَا

ف۪ي

هٰذَا

الْقُرْاٰنِ

لِلنَّاسِ

مِنْ

كُلِّ

مَثَلٍۜ

وَكَانَ

الْاِنْسَانُ

اَكْثَرَ

شَيْءٍ

جَدَلاً

٥٤

Velekad sarrafnâ fî hâżâ-lkur-âni linnâsi min kulli meśel(in)(c) vekâne-l-insânu ekśera şey-in cedelâ(n)

Andolsun, biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Fakat insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür.

وَمَا

مَنَعَ

النَّاسَ

اَنْ

يُؤْمِنُٓوا

اِذْ

جَٓاءَهُمُ

الْهُدٰى

وَيَسْتَغْفِرُوا

رَبَّهُمْ

اِلَّٓا

اَنْ

تَأْتِيَهُمْ

سُنَّةُ

الْاَوَّل۪ينَ

اَوْ

يَأْتِيَهُمُ

الْعَذَابُ

قُبُلاً

٥٥

Vemâ mene’a-nnâse en yuminû iż câehumu-lhudâ veyestaġfirû rabbehum illâ en tetiyehum sunnetu-l-evvelîne ev yetiyehumu-l’ażâbu kubulâ(n)

İnsanlara hidayet geldikten sonra onların inanmalarına ve Rab’lerinden mağfiret dilemelerine, ancak, öncekilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesi, ya da kendilerine azabın göz göre göre gelmesi (yönündeki beklentileri) engel olmuştur.

وَمَا

نُرْسِلُ

الْمُرْسَل۪ينَ

اِلَّا

مُبَشِّر۪ينَ

وَمُنْذِر۪ينَۚ

وَيُجَادِلُ

الَّذ۪ينَ

كَفَرُوا

بِالْبَاطِلِ

لِيُدْحِضُوا

بِهِ

الْحَقَّ

وَاتَّخَذُٓوا

اٰيَات۪ي

وَمَٓا

اُنْذِرُوا

هُزُواً

٥٦

Vemâ nursilu-lmurselîne illâ mubeşşirîne vemunżirîn(e)(c) veyucâdilu-lleżîne keferû bilbâtili liyudhidû bihi-lhakk(a)(s) vetteḣażû âyâtî vemâ unżirû huzuvâ(n)

Biz, peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. İnkâr edenler ise, hakkı batılla çürütmek için mücadele ederler. Âyetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar.

وَمَنْ

اَظْلَمُ

مِمَّنْ

ذُكِّرَ

بِاٰيَاتِ

رَبِّه۪

فَاَعْرَضَ

عَنْهَا

وَنَسِيَ

مَا

قَدَّمَتْ

يَدَاهُۜ

اِنَّا

جَعَلْنَا

عَلٰى

قُلُوبِهِمْ

اَكِنَّةً

اَنْ

يَفْقَهُوهُ

وَف۪ٓي

اٰذَانِهِمْ

وَقْراًۜ

وَاِنْ

تَدْعُهُمْ

اِلَى

الْهُدٰى

فَلَنْ

يَهْتَدُٓوا

اِذاً

اَبَداً

٥٧

Vemen azlemu mimmen żukkira bi-âyâti rabbihi fea’rada ‘anhâ venesiye mâ kaddemet yedâh(u)(c) innâ ce’alnâ ‘alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu vefî âżânihim vakrâ(an)(s) ve-in ted’uhum ilâ-lhudâ felen yehtedû iżen ebedâ(n)

Kim, kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da onlardan yüz çeviren ve elleriyle yaptığını unutandan daha zalimdir? Şüphesiz biz, onu anlamamaları için, kalplerine perdeler gerdik, kulaklarına da ağırlıklar koyduk. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayet bulamazlar.

وَرَبُّكَ

الْغَفُورُ

ذُوالرَّحْمَةِۜ

لَوْ

يُؤَاخِذُهُمْ

بِمَا

كَسَبُوا

لَعَجَّلَ

لَهُمُ

الْعَذَابَۜ

بَلْ

لَهُمْ

مَوْعِدٌ

لَنْ

يَجِدُوا

مِنْ

دُونِه۪

مَوْئِلاً

٥٨

Verabbuke-lġafûru żû-rrahme(ti)(s) lev yu-âḣiżuhum bimâ kesebû le’accele lehumu-l’ażâb(e)(c) bel lehum mev’idun len yecidû min dûnihi mev-ilâ(n)

Rabbin, çok bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir. Eğer yaptıkları yüzünden onları (dünyada) cezaya çarptırsaydı, elbette azaplarını çarçabuk verirdi. Hayır, onlar için belirlenmiş bir gün vardır ki (o gün gelince) hiçbir kurtuluş çaresi bulamazlar.

وَتِلْكَ

الْقُرٰٓى

اَهْلَكْنَاهُمْ

لَمَّا

ظَلَمُوا

وَجَعَلْنَا

لِمَهْلِكِهِمْ

مَوْعِداً۟

٥٩

Vetilke-lkurâ ehleknâhum lemmâ zalemû vece’alnâ limehlikihim mev’idâ(n)

İşte zulmettiklerinde yok ettiğimiz memleketler.. Helâk edilmeleri için de belli bir zaman tayin etmiştik.

وَاِذْ

قَالَ

مُوسٰى

لِفَتٰيهُ

لَٓا

اَبْرَحُ

حَتّٰٓى

اَبْلُغَ

مَجْمَعَ

الْبَحْرَيْنِ

اَوْ

اَمْضِيَ

حُقُباً

٦٠

Ve-iż kâle mûsâ lifetâhu lâ ebrahu hattâ ebluġa mecme’a-lbahrayni ev emdiye hukubâ(n)

Hani Mûsâ, beraberindeki gence şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, ya da uzun zaman gideceğim.”

فَلَمَّا

بَلَغَا

مَجْمَعَ

بَيْنِهِمَا

نَسِيَا

حُوتَهُمَا

فَاتَّخَذَ

سَب۪يلَهُ

فِي

الْبَحْرِ

سَرَباً

٦١

Felemmâ beleġâ mecme’a beynihimâ nesiyâ hûtehumâ fetteḣaże sebîlehu fî-lbahri serabâ(n)

Onlar iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık denizde yolunu tutup kayıp gitti.

فَلَمَّا

جَاوَزَا

قَالَ

لِفَتٰيهُ

اٰتِنَا

غَدَٓاءَنَاۘ

لَقَدْ

لَق۪ينَا

مِنْ

سَفَرِنَا

هٰذَا

نَصَباً

٦٢

Felemmâ câvezâ kâle lifetâhu âtinâ ġadâenâ lekad lakînâ min seferinâ hâżâ nasabâ(n)

Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence, “Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük” dedi.

قَالَ

اَرَاَيْتَ

اِذْ

اَوَيْنَٓا

اِلَى

الصَّخْرَةِ

فَاِنّ۪ي

نَس۪يتُ

الْحُوتَۘ

وَمَٓا

اَنْسَان۪يهُ

اِلَّا

الشَّيْطَانُ

اَنْ

اَذْكُرَهُۚ

وَاتَّخَذَ

سَب۪يلَهُ

فِي

الْبَحْرِۗ

عَجَباً

٦٣

Kâle eraeyte iż eveynâ ilâ-ssaḣrati fe-innî nesîtu-lhûte vemâ ensânîhu illâ-şşeytânu en eżkurah(u)(c) vetteḣaże sebîlehu fî-lbahri ‘acebâ(n)

Genç, “Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. –Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti” dedi.

قَالَ

ذٰلِكَ

مَا

كُنَّا

نَبْغِۗ

فَارْتَدَّا

عَلٰٓى

اٰثَارِهِمَا

قَصَصاًۙ

٦٤

Kâle żâlike mâ kunnâ nebġ(i)(c) ferteddâ ‘alâ âśârihimâ kasasâ(n)

Mûsâ: “İşte aradığımız bu idi” dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisingeri döndüler.

فَوَجَدَا

عَبْداً

مِنْ

عِبَادِنَٓا

اٰتَيْنَاهُ

رَحْمَةً

مِنْ

عِنْدِنَا

وَعَلَّمْنَاهُ

مِنْ

لَدُنَّا

عِلْماً

٦٥

Fevecedâ ‘abden min ‘ibâdinâ âteynâhu rahmeten min ‘indinâ ve’allemnâhu min ledunnâ ‘ilmâ(n)

Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

قَالَ

لَهُ

مُوسٰى

هَلْ

اَتَّبِعُكَ

عَلٰٓى

اَنْ

تُعَلِّمَنِ

مِمَّا

عُلِّمْتَ

رُشْداً

٦٦

Kâle lehu mûsâ hel ettebi’uke ‘alâ en tu’allimeni mimmâ ‘ullimte ruşdâ(n)

Mûsâ ona, “Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi.

قَالَ

اِنَّكَ

لَنْ

تَسْتَط۪يعَ

مَعِيَ

صَبْراً

٦٧

Kâle inneke len testatî’a me’iye sabrâ(n)

Adam, şöyle dedi: “Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin.”

وَكَيْفَ

تَصْبِرُ

عَلٰى

مَا

لَمْ

تُحِطْ

بِه۪

خُبْراً

٦٨

Vekeyfe tasbiru ‘alâ mâ lem tuhit bihi ḣubrâ(n)

“İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?”

قَالَ

سَتَجِدُن۪ٓي

اِنْ

شَٓاءَ

اللّٰهُ

صَابِراً

وَلَٓا

اَعْص۪ي

لَكَ

اَمْراً

٦٩

Kâle setecidunî in şâa(A)llâhu sâbiran velâ a’sî leke emrâ(n)

Mûsâ, “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim” dedi.

قَالَ

فَاِنِ

اتَّبَعْتَن۪ي

فَلَا

تَسْـَٔلْن۪ي

عَنْ

شَيْءٍ

حَتّٰٓى

اُحْدِثَ

لَكَ

مِنْهُ

ذِكْراً۟

٧٠

Kâle fe-ini-tteba’tenî felâ tes-elnî ‘an şey-in hattâ uhdiśe leke minhu żikrâ(n)

O da şöyle dedi: “O hâlde, eğer bana tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.”

فَانْطَلَقَا۠

حَتّٰٓى

اِذَا

رَكِبَا

فِي

السَّف۪ينَةِ

خَرَقَهَاۜ

قَالَ

اَخَرَقْتَهَا

لِتُغْرِقَ

اَهْلَهَاۚ

لَقَدْ

جِئْتَ

شَيْـٔاً

اِمْراً

٧١

Fentalekâ hattâ iżâ rakibâ fî-ssefîneti ḣarakahâ(s) kâle eḣaraktehâ lituġrika ehlehâ lekad cite şey-en imrâ(n)

Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (adam) gemiyi deldi. Mûsâ, “Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi.

قَالَ

اَلَمْ

اَقُلْ

اِنَّكَ

لَنْ

تَسْتَط۪يعَ

مَعِيَ

صَبْراً

٧٢

Kâle elem ekul inneke len testatî’a me’iye sabrâ(n)

Adam, “Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi.

قَالَ

لَا

تُؤَاخِذْن۪ي

بِمَا

نَس۪يتُ

وَلَا

تُرْهِقْن۪ي

مِنْ

اَمْر۪ي

عُسْراً

٧٣

Kâle lâ tu-âḣiżnî bimâ nesîtu velâ turhiknî min emrî ‘usrâ(n)

Mûsâ, “Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!” dedi.

فَانْطَلَقَا۠

حَتّٰٓى

اِذَا

لَقِيَا

غُلَاماً

فَقَتَلَهُۙ

قَالَ

اَقَتَلْتَ

نَفْساً

زَكِيَّةً

بِغَيْرِ

نَفْسٍۜ

لَقَدْ

جِئْتَ

شَيْـٔاً

نُكْراً

٧٤

Fentalekâ hattâ iżâ lakiyâ ġulâmen fekatelehu kâle ekatelte nefsen zekiyyeten biġayri nefsin lekad cite şey-en nukrâ(n)

Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında, adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, “Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!” dedi.

قَالَ

اَلَمْ

اَقُلْ

لَكَ

اِنَّكَ

لَنْ

تَسْتَط۪يعَ

مَعِيَ

صَبْراً

٧٥

Kâle elem ekul leke inneke len testatî’a me’iye sabrâ(n)

Adam, “Sana, benimle beraberliğe asla sabredemezsin demedim mi?” dedi.

قَالَ

اِنْ

سَاَلْتُكَ

عَنْ

شَيْءٍ

بَعْدَهَا

فَلَا

تُصَاحِبْن۪يۚ

قَدْ

بَلَغْتَ

مِنْ

لَدُنّ۪ي

عُذْراً

٧٦

Kâle in seeltuke ‘an şey-in ba’dehâ felâ tusâhibnî(s) kad belaġte min ledunnî ‘użrâ(n)

Mûsâ, “Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)” dedi.

فَانْطَلَقَا۠

حَتّٰٓى

اِذَٓا

اَتَيَٓا

اَهْلَ

قَرْيَةٍۨ

اسْتَطْعَمَٓا

اَهْلَهَا

فَاَبَوْا

اَنْ

يُضَيِّفُوهُمَا

فَوَجَدَا

ف۪يهَا

جِدَاراً

يُر۪يدُ

اَنْ

يَنْقَضَّ

فَاَقَامَهُۜ

قَالَ

لَوْ

شِئْتَ

لَتَّخَذْتَ

عَلَيْهِ

اَجْراً

٧٧

Fentalekâ hattâ iżâ eteyâ ehle karyetin(i)-stat’amâ ehlehâ feebev en yudayyifûhumâ fevecedâ fîhâ cidâran yurîdu en yenkadda feekâmeh(u)(s) kâle lev şite letteḣażte ‘aleyhi ecrâ(n)

Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, “İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın” dedi.

قَالَ

هٰذَا

فِرَاقُ

بَيْن۪ي

وَبَيْنِكَۚ

سَاُنَبِّئُكَ

بِتَأْو۪يلِ

مَا

لَمْ

تَسْتَطِـعْ

عَلَيْهِ

صَبْراً

٧٨

Kâle hâżâ firâku beynî vebeynik(e)(c) seunebbi-uke bitevîli mâ lem testati’ ‘aleyhi sabrâ(n)

Adam, “İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir” dedi. “Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatacağım.”

اَمَّا

السَّف۪ينَةُ

فَكَانَتْ

لِمَسَاك۪ينَ

يَعْمَلُونَ

فِي

الْبَحْرِ

فَاَرَدْتُ

اَنْ

اَع۪يبَهَا

وَكَانَ

وَرَٓاءَهُمْ

مَلِكٌ

يَأْخُذُ

كُلَّ

سَف۪ينَةٍ

غَصْباً

٧٩

Emmâ-ssefînetu fekânet limesâkîne ya’melûne fî-lbahri feeradtu en e’îbehâ vekâne verâehum melikun yeḣużu kulle sefînetin ġasbâ(n)

“O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”

وَاَمَّا

الْغُلَامُ

فَكَانَ

اَبَوَاهُ

مُؤْمِنَيْنِ

فَخَش۪ينَٓا

اَنْ

يُرْهِقَهُمَا

طُغْيَاناً

وَكُفْراًۚ

٨٠

Veemmâ-lġulâmu fekâne ebevâhu mumineyni feḣaşînâ en yurhikahumâ tuġyânen vekufrâ(n)

“Çocuğa gelince, anası babası mü’min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.”

فَاَرَدْنَٓا

اَنْ

يُبْدِلَهُمَا

رَبُّهُمَا

خَيْراً

مِنْهُ

زَكٰوةً

وَاَقْرَبَ

رُحْماً

٨١

Feeradnâ en yubdilehumâ rabbuhumâ ḣayran minhu zekâten veakrabe ruhmâ(n)

“Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.”

وَاَمَّا

الْجِدَارُ

فَكَانَ

لِغُلَامَيْنِ

يَت۪يمَيْنِ

فِي

الْمَد۪ينَةِ

وَكَانَ

تَحْتَهُ

كَنْزٌ

لَهُمَا

وَكَانَ

اَبُوهُمَا

صَالِحاًۚ

فَاَرَادَ

رَبُّكَ

اَنْ

يَبْلُغَٓا

اَشُدَّهُمَا

وَيَسْتَخْرِجَا

كَنْزَهُمَاۗ

رَحْمَةً

مِنْ

رَبِّكَۚ

وَمَا

فَعَلْتُهُ

عَنْ

اَمْر۪يۜ

ذٰلِكَ

تَأْو۪يلُ

مَا

لَمْ

تَسْطِـعْ

عَلَيْهِ

صَبْراًۜ۟

٨٢

Veemmâ-lcidâru fekâne liġulâmeyni yetîmeyni fî-lmedîneti vekâne tahtehu kenzun lehumâ vekâne ebûhumâ sâlihan feerâde rabbuke en yebluġâ eşuddehumâ veyestaḣricâ kenzehumâ rahmeten min rabbik(e)(c) vemâ fe’altuhu ‘an emrî(c) żâlike tevîlu mâ lem testi’ ‘aleyhi sabrâ(n)

“Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”

وَيَسْـَٔلُونَكَ

عَنْ

ذِي

الْقَرْنَيْنِۜ

قُلْ

سَاَتْلُوا

عَلَيْكُمْ

مِنْهُ

ذِكْراًۜ

٨٣

Veyes-elûneke ‘an żî-lkarneyn(i)(s) kul seetlû ‘aleykum minhu żikrâ(n)

(Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: “Size ondan bir anı okuyacağım.”

اِنَّا

مَكَّنَّا

لَهُ

فِي

الْاَرْضِ

وَاٰتَيْنَاهُ

مِنْ

كُلِّ

شَيْءٍ

سَبَباًۙ

٨٤

İnnâ mekkennâ lehu fî-l-ardi veâteynâhu min kulli şey-in sebebâ(n)

Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik.

فَاَتْبَعَ

سَبَباً

٨٥

Feetbe’a sebebâ(n)

O da (Batı’ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu.

حَتّٰٓى

اِذَا

بَلَغَ

مَغْرِبَ

الشَّمْسِ

وَجَدَهَا

تَغْرُبُ

ف۪ي

عَيْنٍ

حَمِئَةٍ

وَوَجَدَ

عِنْدَهَا

قَوْماًۜ

قُلْنَا

يَا

ذَا

الْقَرْنَيْنِ

اِمَّٓا

اَنْ

تُعَذِّبَ

وَاِمَّٓا

اَنْ

تَتَّخِذَ

ف۪يهِمْ

حُسْناً

٨٦

Hattâ iżâ beleġa maġribe-şşemsi vecedehâ taġrubu fî ‘aynin hami-etin vevecede ‘indehâ kavmâ(en)(k) kulnâ yâżâ-lkarneyni immâ en tu’ażżibe ve-immâ en tetteḣiże fîhim husnâ(n)

Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik.

قَالَ

اَمَّا

مَنْ

ظَلَمَ

فَسَوْفَ

نُعَذِّبُهُ

ثُمَّ

يُرَدُّ

اِلٰى

رَبِّه۪

فَيُعَذِّبُهُ

عَذَاباً

نُكْراً

٨٧

Kâle emmâ men zaleme fesevfe nu’ażżibuhu śümme yuraddu ilâ rabbihi feyu’ażżibuhu ‘ażâben nukrâ(n)

Zülkarneyn, “Her kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O da kendisini görülmedik bir azaba uğratır” dedi.

وَاَمَّا

مَنْ

اٰمَنَ

وَعَمِلَ

صَالِحاً

فَلَهُ

جَزَٓاءًۨ

الْحُسْنٰىۚ

وَسَنَقُولُ

لَهُ

مِنْ

اَمْرِنَا

يُسْراًۜ

٨٨

Veemmâ men âmene ve’amile sâlihan felehu cezâen(i)-lhusnâ(s) vesenekûlu lehu min emrinâ yusrâ(n)

“Her kim de iman eder ve salih amel işlerse, ona mükâfat olarak daha güzeli var. (Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.”

ثُمَّ

اَتْـبَعَ

سَبَباً

٨٩

Śumme etbe’a sebebâ(n)

Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu.

حَتّٰٓى

اِذَا

بَلَغَ

مَطْلِعَ

الشَّمْسِ

وَجَدَهَا

تَطْلُعُ

عَلٰى

قَوْمٍ

لَمْ

نَجْعَلْ

لَهُمْ

مِنْ

دُونِهَا

سِتْراًۙ

٩٠

Hattâ iżâ beleġa matli’a-şşemsi vecedehâ tatlu’u ‘alâ kavmin lem nec’al lehum min dûnihâ sitrâ(n)

Güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.

كَذٰلِكَۜ

وَقَدْ

اَحَطْنَا

بِمَا

لَدَيْهِ

خُبْراً

٩١

Keżâlike vekad ehatnâ bimâ ledeyhi ḣubrâ(n)

İşte böyle. Şüphesiz biz onun yanındakileri ilmimizle kuşatmışızdır.

ثُمَّ

اَتْبَعَ

سَبَباً

٩٢

Śumme etbe’a sebebâ(n)

Sonra yine bir yol tuttu.

حَتّٰٓى

اِذَا

بَلَغَ

بَيْنَ

السَّدَّيْنِ

وَجَدَ

مِنْ

دُونِهِمَا

قَوْماًۙ

لَا

يَكَادُونَ

يَفْقَهُونَ

قَوْلاً

٩٣

Hattâ iżâ beleġa beyne-sseddeyni vecede min dûnihimâ kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ(n)

İki dağ arasına ulaşınca, bunların önünde, neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir halk buldu.

قَالُوا

يَا

ذَا

الْقَرْنَيْنِ

اِنَّ

يَأْجُوجَ

وَمَأْجُوجَ

مُفْسِدُونَ

فِي

الْاَرْضِ

فَهَلْ

نَجْعَلُ

لَكَ

خَرْجاً

عَلٰٓى

اَنْ

تَجْعَلَ

بَيْنَنَا

وَبَيْنَهُمْ

سَداًّ

٩٤

Kâlû yâżâ-lkarneyni inne yecûce vemecûce mufsidûne fî-l-ardi fehel nec’alu leke ḣarcen ‘alâ en tec’ale beynenâ vebeynehum seddâ(n)

Dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Onlarla bizim aramıza bir engel yapman karşılığında sana bir vergi verelim mi?”

قَالَ

مَا

مَكَّنّ۪ي

ف۪يهِ

رَبّ۪ي

خَيْرٌ

فَاَع۪ينُون۪ي

بِقُوَّةٍ

اَجْعَلْ

بَيْنَكُمْ

وَبَيْنَهُمْ

رَدْماًۙ

٩٥

Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî ḣayrun fee’înûnî bikuvvetin ec’al beynekum vebeynehum radmâ(n)

Zülkarneyn, “Rabbimin bana verdiği (imkân ve kudret, sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana gücünüzle yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım” dedi.

اٰتُون۪ي

زُبَرَ

الْحَد۪يدِۜ

حَتّٰٓى

اِذَا

سَاوٰى

بَيْنَ

الصَّدَفَيْنِ

قَالَ

انْفُخُواۜ

حَتّٰٓى

اِذَا

جَعَلَهُ

نَاراًۙ

قَالَ

اٰتُون۪ٓي

اُفْرِ

غْ

عَلَيْهِ

قِطْراًۜ

٩٦

Âtûnî zubera-lhadîd(i)(s) hattâ iżâ sâvâ beyne-ssadefeyni kâle-nfuḣû(s) hattâ iżâ ce’alehu nâran kâle âtûnî ufriġ ‘aleyhi kitrâ(n)

“Bana (yeterince) demir madeni getirin” dedi. İki yamacın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince, “körükleyin!” dedi. Demiri eritip kor (gibi) yapınca da, “Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım” dedi.

فَمَا

اسْطَاعُٓوا

اَنْ

يَظْهَرُوهُ

وَمَا

اسْتَطَاعُوا

لَهُ

نَقْباً

٩٧

Femâ-stâ’û en yazherûhu vemâ-stetâ’û lehu nakbâ(n)

Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler.

قَالَ

هٰذَا

رَحْمَةٌ

مِنْ

رَبّ۪يۚ

فَاِذَا

جَٓاءَ

وَعْدُ

رَبّ۪ي

جَعَلَهُ

دَكَّٓاءَۚ

وَكَانَ

وَعْدُ

رَبّ۪ي

حَقاًّۜ

٩٨

Kâle hâżâ rahmetun min rabbî(s) fe-iżâ câe va’du rabbî ce’alehu dekkâ(e)(s) vekâne va’du rabbî hakkâ(n)

Zülkarneyn, “Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir” dedi.

وَتَرَكْنَا

بَعْضَهُمْ

يَوْمَئِذٍ

يَمُوجُ

ف۪ي

بَعْضٍ

وَنُفِخَ

فِي

الصُّورِ

فَجَمَعْنَاهُمْ

جَمْعاًۙ

٩٩

Veteraknâ ba’dahum yevme-iżin yemûcu fî ba’d(in)(s) venufiḣa fî-ssûri fecema’nâhum cem’â(n)

O gün biz onları bırakırız, dalga dalga birbirlerine karışırlar. Sonra sûra üfürülür de onları toptan bir araya getiririz.

وَعَرَضْنَا

جَهَنَّمَ

يَوْمَئِذٍ

لِلْكَافِر۪ينَ

عَرْضاًۙ

١٠٠

Ve’aradnâ cehenneme yevme-iżin lilkâfirîne ‘ardâ(n)

100,101. O gün cehennemi; gözleri Zikr’ime (Kur’an’a) karşı perdeli olan ve onu dinleme zahmetine dahi katlanamayan kâfirlerin karşısına (bütün dehşetiyle) dikeriz!

اَلَّذ۪ينَ

كَانَتْ

اَعْيُنُهُمْ

ف۪ي

غِطَٓاءٍ

عَنْ

ذِكْر۪ي

وَكَانُوا

لَا

يَسْتَط۪يعُونَ

سَمْعاً۟

١٠١

Elleżîne kânet a’yunuhum fî ġitâ-in ‘an żikrî vekânû lâ yestatî’ûne sem’â(n)

100,101. O gün cehennemi; gözleri Zikr’ime (Kur’an’a) karşı perdeli olan ve onu dinleme zahmetine dahi katlanamayan kâfirlerin karşısına (bütün dehşetiyle) dikeriz!

اَفَحَسِبَ

الَّذ۪ينَ

كَفَرُٓوا

اَنْ

يَتَّخِذُوا

عِبَاد۪ي

مِنْ

دُون۪ٓي

اَوْلِيَٓاءَۜ

اِنَّٓا

اَعْتَدْنَا

جَهَنَّمَ

لِلْكَافِر۪ينَ

نُزُلاً

١٠٢

Efehasibe-lleżîne keferû en yetteḣiżû ‘ibâdî min dûnî evliyâ(e)(c) innâ a’tednâ cehenneme lilkâfirîne nuzulâ(n)

İnkâr edenler, beni bırakıp da kullarımı dost edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık.

قُلْ

هَلْ

نُنَبِّئُكُمْ

بِالْاَخْسَر۪ينَ

اَعْمَالاًۜ

١٠٣

Kul hel nunebbi-ukum bil-aḣserîne a’mâlâ(n)

103,104. (Ey Muhammed!) De ki: “Amelce en çok ziyana uğrayan; iyi iş yaptıklarını sandıkları hâlde, dünya hayatındaki çabaları kaybolup giden kimseleri size haber verelim mi?”

اَلَّذ۪ينَ

ضَلَّ

سَعْيُهُمْ

فِي

الْحَيٰوةِ

الدُّنْيَا

وَهُمْ

يَحْسَبُونَ

اَنَّهُمْ

يُحْسِنُونَ

صُنْعاً

١٠٤

Elleżîne dalle sa’yuhum fî-lhayâti-ddunyâ vehum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(n)

103,104. (Ey Muhammed!) De ki: “Amelce en çok ziyana uğrayan; iyi iş yaptıklarını sandıkları hâlde, dünya hayatındaki çabaları kaybolup giden kimseleri size haber verelim mi?”

اُو۬لٰٓئِكَ

الَّذ۪ينَ

كَفَرُوا

بِاٰيَاتِ

رَبِّهِمْ

وَلِقَٓائِه۪

فَحَبِطَتْ

اَعْمَالُهُمْ

فَلَا

نُق۪يمُ

لَهُمْ

يَوْمَ

الْقِيٰمَةِ

وَزْناً

١٠٥

Ulâ-ike-lleżîne keferû bi-âyâti rabbihim velikâ-ihi fehabitat a’mâluhum felâ nukîmu lehum yevme-lkiyâmeti veznâ(n)

Onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşacaklarını inkâr eden, böylece amelleri boşa çıkan, o yüzden de kıyamet gününde amelleri için bir terazi kurmayacağımız kimselerdir.

ذٰلِكَ

جَزَٓاؤُ۬هُمْ

جَهَنَّمُ

بِمَا

كَفَرُوا

وَاتَّخَذُٓوا

اٰيَات۪ي

وَرُسُل۪ي

هُزُواً

١٠٦

Żâlike cezâuhum cehennemu bimâ keferû vetteḣażû âyâtî verusulî huzuvâ(n)

İşte böyle. İnkâr etmeleri, âyetlerimi ve Peygamberlerimi alay konusu yapmaları yüzünden onların cezası cehennemdir.

اِنَّ

الَّذ۪ينَ

اٰمَنُوا

وَعَمِلُوا

الصَّالِحَاتِ

كَانَتْ

لَهُمْ

جَنَّاتُ

الْفِرْدَوْسِ

نُزُلاًۙ

١٠٧

İnne-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti kânet lehum cennâtu-lfirdevsi nuzulâ(n)

107,108. Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar için içlerinde ebedî kalacakları Firdevs cennetleri bir konaktır. Oradan ayrılmak istemezler.

خَالِد۪ينَ

ف۪يهَا

لَا

يَبْغُونَ

عَنْهَا

حِوَلاً

١٠٨

Ḣâlidîne fîhâ lâ yebġûne ‘anhâ hivelâ(n)

107,108. Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar için içlerinde ebedî kalacakları Firdevs cennetleri bir konaktır. Oradan ayrılmak istemezler.

قُلْ

لَوْ

كَانَ

الْبَحْرُ

مِدَاداً

لِكَلِمَاتِ

رَبّ۪ي

لَنَفِدَ

الْبَحْرُ

قَبْلَ

اَنْ

تَنْفَدَ

كَلِمَاتُ

رَبّ۪ي

وَلَوْ

جِئْنَا

بِمِثْلِه۪

مَدَداً

١٠٩

Kul lev kâne-lbahru midâden likelimâti rabbî lenefide-lbahru kable en tenfede kelimâtu rabbî velev cinâ bimiślihi mededâ(n)

De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.”

قُلْ

اِنَّـمَٓا

اَنَا۬

بَشَرٌ

مِثْلُكُمْ

يُوحٰٓى

اِلَيَّ

اَنَّـمَٓا

اِلٰهُكُمْ

اِلٰهٌ

وَاحِدٌۚ

فَمَنْ

كَانَ

يَرْجُوا

لِقَٓاءَ

رَبِّه۪

فَلْيَعْمَلْ

عَمَلاً

صَالِحاً

وَلَا

يُشْرِكْ

بِعِبَادَةِ

رَبِّه۪ٓ

اَحَداً

١١٠

Kul innemâ enâ beşerun miślukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhid(un)(s) femen kâne yercû likâe rabbihi felya’mel ‘amelen sâlihan velâ yuşrik bi’ibâdeti rabbihi ehadâ(n)

De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâh’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.”

Kaynakça