هُودٍ
Hûd Sûresi
الٓـرٰ۠
كِتَابٌ
اُحْكِمَتْ
اٰيَاتُهُ
ثُمَّ
فُصِّلَتْ
مِنْ
لَدُنْ
حَك۪يمٍ
خَب۪يرٍۙ
١
Elif-lâm-râ(c) kitâbun uhkimet âyâtuhu śümme fussilet min ledun hakîmin ḣabîr(in)
Elif Lâm Râ. Bu Kur'an; âyetleri, hüküm ve hikmet sahibi (bulunan ve her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz, sağlam ve açık) kılınmış, sonra da Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır. (De ki:) "Şüphesiz ben size O'nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
اَلَّا
تَعْبُدُٓوا
اِلَّا
اللّٰهَۜ
اِنَّن۪ي
لَكُمْ
مِنْهُ
نَذ۪يرٌ
وَبَش۪يرٌۙ
٢
Ellâ ta’budû illa(A)llâh(e)(c) innenî lekum minhu neżîrun ve beşîr(un)
Elif Lâm Râ. Bu Kur'an; âyetleri, hüküm ve hikmet sahibi (bulunan ve her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz, sağlam ve açık) kılınmış, sonra da Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır. (De ki:) "Şüphesiz ben size O'nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
وَاَنِ
اسْتَغْفِرُوا
رَبَّكُمْ
ثُمَّ
تُوبُٓوا
اِلَيْهِ
يُمَتِّعْكُمْ
مَتَاعاً
حَسَناً
اِلٰٓى
اَجَلٍ
مُسَمًّى
وَيُؤْتِ
كُلَّ
ذ۪ي
فَضْلٍ
فَضْلَهُۜ
وَاِنْ
تَوَلَّوْا
فَاِنّ۪ٓي
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ
كَب۪يرٍ
٣
Veeni-staġfirû rabbekum śümme tûbû ileyhi yumetti’kum metâ’en hasenen ilâ ecelin musemmen veyu/ti kulle żî fadlin fadleh(u)(s) ve-in tevellev fe-innî eḣâfu ‘aleykum ‘ażâbe yevmin kebîr(in)
Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O'na tövbe edin ki sizi belirlenmiş bir süreye (ömrünüzün sonuna) kadar güzel bir şekilde yararlandırsın ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum.
اِلَى
اللّٰهِ
مَرْجِعُكُمْۚ
وَهُوَ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
قَد۪يرٌ
٤
İla(A)llâhi merci’ukum(s) vehuve ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
Dönüşünüz ancak Allah'adır. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
اَلَٓا
اِنَّهُمْ
يَثْنُونَ
صُدُورَهُمْ
لِيَسْتَخْفُوا
مِنْهُۜ
اَلَا
ح۪ينَ
يَسْتَغْشُونَ
ثِيَابَهُمْۙ
يَعْلَمُ
مَا
يُسِرُّونَ
وَمَا
يُعْلِنُونَۚ
اِنَّهُ
عَل۪يمٌ
بِذَاتِ
الصُّدُورِ
٥
Elâ innehum yeśnûne sudûrahum liyestaḣfû minh(u)(c) elâ hîne yestaġşûne śiyâbehum ya’lemu mâ yusirrûne vemâ yu’linûn(e)(c) innehu ‘alîmun biżâti-ssudûr(i)
İyi bilin ki onlar, O'ndan gizlenmek için, kalplerindeki düşmanlığı gizliyorlar. Yine iyi bilin ki, elbiselerine büründükleri zaman bile, Allah onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.
وَمَا
مِنْ
دَٓابَّةٍ
فِي
الْاَرْضِ
اِلَّا
عَلَى
اللّٰهِ
رِزْقُهَا
وَيَعْلَمُ
مُسْتَقَرَّهَا
وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ
كُلٌّ
ف۪ي
كِتَابٍ
مُب۪ينٍ
٦
Vemâ min dâbbetin fî-l-ardi illâ ‘ala(A)llâhi rizkuhâ veya’lemu mustekarrahâ vemustevde’ahâ(c) kullun fî kitâbin mubîn(in)
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a âit olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de o bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da yazılı) dır.
وَهُوَ
الَّذ۪ي
خَلَقَ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَ
ف۪ي
سِتَّةِ
اَيَّامٍ
وَكَانَ
عَرْشُهُ
عَلَى
الْمَٓاءِ
لِيَبْلُوَكُمْ
اَيُّكُمْ
اَحْسَنُ
عَمَلاًۜ
وَلَئِنْ
قُلْتَ
اِنَّكُمْ
مَبْعُوثُونَ
مِنْ
بَعْدِ
الْمَوْتِ
لَيَقُولَنَّ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُٓوا
اِنْ
هٰذَٓا
اِلَّا
سِحْرٌ
مُب۪ينٌ
٧
Vehuve-lleżî ḣaleka-ssemâvâti vel-arda fî sitteti eyyâmin vekâne ‘arşuhu ‘alâ-lmâ-i liyebluvekum eyyukum ahsenu ‘amelâ(en)(k) vele-in kulte innekum meb’ûśûne min ba’di-lmevti leyekûlenne-lleżîne keferû in hâżâ illâ sihrun mubîn(un)
O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş'ı su üstünde iken gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratandır. Böyle iken "Ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz" desen, inkarcılar "Mutlaka bu apaçık bir büyüdür" derler.
وَلَئِنْ
اَخَّرْنَا
عَنْهُمُ
الْعَذَابَ
اِلٰٓى
اُمَّةٍ
مَعْدُودَةٍ
لَيَقُولُنَّ
مَا
يَحْبِسُهُۜ
اَلَا
يَوْمَ
يَأْت۪يهِمْ
لَيْسَ
مَصْرُوفاً
عَنْهُمْ
وَحَاقَ
بِهِمْ
مَا
كَانُوا
بِه۪
يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟
٨
Vele-in eḣḣarnâ ‘anhumu-l’ażâbe ilâ ummetin ma’dûdetin leyekûlunne mâ yahbisuh(u)(k) elâ yevme ye/tîhim leyse masrûfen ‘anhum vehâka bihim mâ kânû bihi yestehzi-ûn(e)
Andolsun, biz onlardan azabı belirli bir süreye kadar geciktirsek, o zaman da mutlaka "Onu ne alıkoyuyor?" derler. İyi bilin ki, azap onlara geleceği gün, kendilerinden bir daha uzaklaştırılmaz ve alay etmekte oldukları şey, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.
وَلَئِنْ
اَذَقْنَا
الْاِنْسَانَ
مِنَّا
رَحْمَةً
ثُمَّ
نَزَعْنَاهَا
مِنْهُۚ
اِنَّهُ
لَيَؤُ۫سٌ
كَفُورٌ
٩
Vele-in eżeknâ-l-insâne minnâ rahmeten śümme neza’nâhâ minhu innehu leyeûsun kefûr(un)
Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da, sonra bunu ondan çekip alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör oluverir.
وَلَئِنْ
اَذَقْنَاهُ
نَعْمَٓاءَ
بَعْدَ
ضَرَّٓاءَ
مَسَّتْهُ
لَيَقُولَنَّ
ذَهَبَ
السَّيِّـَٔاتُ
عَنّ۪يۜ
اِنَّهُ
لَفَرِحٌ
فَخُورٌۙ
١٠
Vele-in eżeknâhu na’mâe ba’de darrâe messet-hu leyekûlenne żehebe-sseyyi-âtu ‘annî(c) innehu leferihun feḣûr(un)
Ama kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırırsak mutlaka, "Kötülükler benden gitti" diyecektir. Çünkü o şımarık ve böbürlenen biridir.
اِلَّا
الَّذ۪ينَ
صَبَرُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
لَهُمْ
مَغْفِرَةٌ
وَاَجْرٌ
كَب۪يرٌ
١١
İllâ-lleżîne saberû ve’amilû-ssâlihâti ulâ-ike lehum maġfiratun veecrun kebîr(un)
Ancak sabredip salih amel işleyenler böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.
فَلَعَلَّكَ
تَارِكٌ
بَعْضَ
مَا
يُوحٰٓى
اِلَيْكَ
وَضَٓائِقٌ
بِه۪
صَدْرُكَ
اَنْ
يَقُولُوا
لَوْلَٓا
اُنْزِلَ
عَلَيْهِ
كَنْزٌ
اَوْ
جَٓاءَ
مَعَهُ
مَلَكٌۜ
اِنَّـمَٓا
اَنْتَ
نَذ۪يرٌۜ
وَاللّٰهُ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
وَك۪يلٌۜ
١٢
Fele’alleke târikun ba’da mâ yûhâ ileyke vedâ-ikun bihi sadruke en yekûlû levlâ unzile ‘aleyhi kenzun ev câe me’ahu melek(un)(c) innemâ ente neżîr(un)(c) va(A)llâhu ‘alâ kulli şey-in vekîl(un)
(Ey Muhammed!) Belki de sen, (müşriklerin) "Ona bir hazine indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi ya!" demelerinden dolayı sana vahyolunanlardan bir kısmını gözardı edeceksin ve o yüzden göğsün daralacak. Fakat sen, ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.
اَمْ
يَقُولُونَ
افْتَرٰيهُۜ
قُلْ
فَأْتُوا
بِعَشْرِ
سُوَرٍ
مِثْلِه۪
مُفْتَرَيَاتٍ
وَادْعُوا
مَنِ
اسْتَطَعْتُمْ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
١٣
Em yekûlûne-fterâh(u)(s) kul fe/tû bi’aşri suverin miślihi mufterayâtin ved’û meni-steta’tum min dûni(A)llâhi in kuntum sâdikîn(e)
Yoksa "onu (Kur'an'ı) uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini de (yardıma) çağırıp, siz de onun gibi uydurma on sûre getirin."
فَاِلَّمْ
يَسْتَج۪يبُوا
لَكُمْ
فَاعْلَمُٓوا
اَنَّـمَٓا
اُنْزِلَ
بِعِلْمِ
اللّٰهِ
وَاَنْ
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّا
هُوَۚ
فَهَلْ
اَنْتُمْ
مُسْلِمُونَ
١٤
Fe-illem yestecîbû lekum fa’lemû ennemâ unzile bi’ilmi(A)llâhi veen lâ ilâhe illâ hu(ve)(s) fehel entum muslimûn(e)
Eğer size (bu konuda) cevap veremedilerse, bilin ki o (Kur'an) ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz?
مَنْ
كَانَ
يُر۪يدُ
الْحَيٰوةَ
الدُّنْيَا
وَز۪ينَتَهَا
نُوَفِّ
اِلَيْهِمْ
اَعْمَالَهُمْ
ف۪يهَا
وَهُمْ
ف۪يهَا
لَا
يُبْخَسُونَ
١٥
Men kâne yurîdu-lhayâte-ddunyâ vezînetehâ nuveffi ileyhim a’mâlehum fîhâ vehum fîhâ lâ yubḣasûn(e)
Kim yalnız dünya hayatını ve onun zinetini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir eksikliğe uğratılmazlar.
اُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
لَيْسَ
لَهُمْ
فِي
الْاٰخِرَةِ
اِلَّا
النَّارُۘ
وَحَبِطَ
مَا
صَنَعُوا
ف۪يهَا
وَبَاطِلٌ
مَا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
١٦
Ulâ-ike-lleżîne leyse lehum fî-l-âḣirati illâ-nnâr(u)(s) vehabita mâ sane’û fîhâ vebâtilun mâ kânû ya’melûn(e)
İşte onlar, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları şeyler, orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmakta oldukları da boş şeylerdir.
اَفَمَنْ
كَانَ
عَلٰى
بَيِّنَةٍ
مِنْ
رَبِّه۪
وَيَتْلُوهُ
شَاهِدٌ
مِنْهُ
وَمِنْ
قَبْلِه۪
كِتَابُ
مُوسٰٓى
اِمَاماً
وَرَحْمَةًۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
يُؤْمِنُونَ
بِه۪ۜ
وَمَنْ
يَكْفُرْ
بِه۪
مِنَ
الْاَحْزَابِ
فَالنَّارُ
مَوْعِدُهُۚ
فَلَا
تَكُ
ف۪ي
مِرْيَةٍ
مِنْهُ
اِنَّهُ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّكَ
وَلٰكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ
لَا يُؤْمِنُونَ
١٧
Efemen kâne ‘alâ beyyinetin min rabbihi veyetlûhu şâhidun minhu vemin kablihi kitâbu mûsâ imâmen verahme(ten)(c) ulâ-ike yu/minûne bih(i)(c) vemen yekfur bihi mine-l-ahzâbi fe-nnâru mev’iduh(u)(c) felâ teku fî miryetin minh(u)(c) innehu-lhakku min rabbike velâkinne ekśera-nnâsi lâ yu/minûn(e)
Rabbi katından açık bir delile dayanan kimse, yalnız dünyalık isteyen kimse gibi midir? Kaldı ki, bu delili Rabbinden bir şahit (Kur'an) ve bir de ondan (Kur'an'dan) önce bir önder ve bir rahmet olarak (indirilmiş olan) Mûsâ'nın kitabı (Tevrat) desteklemektedir. İşte bunlar ona (Kur'an'a) inanırlar. Gruplardan her kim onu inkar ederse, ateş onun varacağı yerdir. Ondan hiç şüphen olmasın. Şüphesiz o, Rabbin tarafından (bildirilmiş) gerçektir. Fakat insanların çoğu inanmazlar.
وَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنِ
افْتَرٰى
عَلَى
اللّٰهِ
كَذِباًۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
يُعْرَضُونَ
عَلٰى
رَبِّهِمْ
وَيَقُولُ
الْاَشْهَادُ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
الَّذ۪ينَ
كَذَبُوا
عَلٰى
رَبِّهِمْۚ
اَلَا
لَعْنَةُ
اللّٰهِ
عَلَى
الظَّالِم۪ينَۙ
١٨
Vemen azlemu mimmeni-fterâ ‘ala(A)llâhi keżibâ(en)(c) ulâ-ike yu’radûne ‘alâ rabbihim veyekûlu-l-eşhâdu hâulâ-i-lleżîne keżebû ‘alâ rabbihim(c) elâ la’netu(A)llâhi ‘alâ-zzâlimîn(e)
Kim Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalimdir? İşte bunlar, Rablerine arz edilecekler ve şâhitler de, "Rablerine karşı yalan söyleyenler işte bunlardır" diyeceklerdir. Biliniz ki, Allah'ın lâneti zalimler üzerinedir.
اَلَّذ۪ينَ
يَصُدُّونَ
عَنْ
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
وَيَبْغُونَهَا
عِوَجاًۜ
وَهُمْ
بِالْاٰخِرَةِ
هُمْ
كَافِرُونَ
١٩
Elleżîne yasuddûne ‘an sebîli(A)llâhi veyebġûnehâ ‘ivecen vehum bil-âḣirati hum kâfirûn(e)
Onlar (halkı) Allah yolundan alıkoyan ve onu eğri ve çelişkili göstermek isteyen kimselerdir. Hem de onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir.
اُو۬لٰٓئِكَ
لَمْ
يَكُونُوا
مُعْجِز۪ينَ
فِي
الْاَرْضِ
وَمَا
كَانَ
لَهُمْ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
مِنْ
اَوْلِيَٓاءَۢ
يُضَاعَفُ
لَهُمُ
الْعَذَابُۜ
مَا
كَانُوا
يَسْتَط۪يعُونَ
السَّمْعَ
وَمَا
كَانُوا
يُبْصِرُونَ
٢٠
Ulâ-ike lem yekûnû mu’cizîne fî-l-ardi vemâ kâne lehum min dûni(A)llâhi min evliyâ/(e)(m) yudâ’afu lehumu-l’ażâb(u)(c) mâ kânû yestetî’ûne-ssem’a vemâ kânû yubsirûn(e)
Onlar yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakabilecek değillerdir. Onların Allah'tan başka sığınabilecekleri bir yardımcıları da yoktur. Azap onlar için kat kat artırılacaktır. Çünkü onlar (gerçekleri) işitmeğe tahammül edemiyorlar, hem de görmüyorlardı.
اُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
خَسِرُٓوا
اَنْفُسَهُمْ
وَضَلَّ
عَنْهُمْ
مَا
كَانُوا
يَفْتَرُونَ
٢١
Ulâ-ike-lleżîne ḣasirû enfusehum vedalle ‘anhum mâ kânû yefterûn(e)
İşte bunlar, kendilerini ziyana uğratan kimselerdir. Uydurmakta oldukları şeyler de kendilerini yüz üstü bırakıp kaybolup gitmiştir.
لَا
جَرَمَ
اَنَّهُمْ
فِي
الْاٰخِرَةِ
هُمُ
الْاَخْسَرُونَ
٢٢
Lâ cerame ennehum fî-l-âḣirati humu-l-aḣserûn(e)
Şüphesiz bunlar ahirette en çok ziyana uğrayanlardır.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
وَاَخْبَتُٓوا
اِلٰى
رَبِّهِمْۙ
اُو۬لٰٓئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِۚ
هُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَ
٢٣
İnne-lleżîne âmenû ve’amilû-sâlihâti veaḣbetû ilâ rabbihim ulâ-ike ashâbu-lcenne(ti)(s) hum fîhâ ḣâlidûn(e)
İman edip, salih ameller işleyen ve Rablerine gönülden bağlananlara gelince, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.
مَثَلُ
الْفَر۪يقَيْنِ
كَالْاَعْمٰى
وَالْاَصَمِّ
وَالْبَص۪يرِ
وَالسَّم۪يعِۜ
هَلْ
يَسْتَوِيَانِ
مَثَلاًۜ
اَفَلَا
تَذَكَّرُونَ۟
٢٤
Meśelu-lferîkayni kel-a’mâ vel-esammi velbasîri ve-ssemî’(i)(c) hel yesteviyâni meśelâ(en)(c) efelâ teżekkerûn(e)
Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحاً
اِلٰى
قَوْمِه۪ۘ
اِنّ۪ي
لَكُمْ
نَذ۪يرٌ
مُب۪ينٌۙ
٢٥
Velekad erselnâ nûhan ilâ kavmihi innî lekum neżîrun mubîn(un)
Andolsun, biz Nûh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım."
اَنْ
لَا
تَعْبُدُٓوا
اِلَّا
اللّٰهَۜ
اِنّ۪ٓي
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ
اَل۪يمٍ
٢٦
En lâ ta’budû illa(A)llâh(e)(s) innî eḣâfu ‘aleykum ‘ażâbe yevmin elîm(in)
"Allah'tan başkasına ibadet ve kulluk etmeyin. Doğrusu ben sizin adınıza elem dolu bir günün azabından korkuyorum."
فَقَالَ
الْمَلَأُ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
مِنْ
قَوْمِه۪
مَا
نَرٰيكَ
اِلَّا
بَشَراً
مِثْلَنَا
وَمَا
نَرٰيكَ
اتَّبَعَكَ
اِلَّا
الَّذ۪ينَ
هُمْ
اَرَاذِلُنَا
بَادِيَ
الرَّأْيِۚ
وَمَا
نَرٰى
لَكُمْ
عَلَيْنَا
مِنْ
فَضْلٍ
بَلْ
نَظُنُّكُمْ
كَاذِب۪ينَ
٢٧
Fekâle-lmeleu-lleżîne keferû min kavmihi mâ nerâke illâ beşeran miślenâ vemâ nerâke-ttebe’ake illâ-lleżîne hum erâżilunâ bâdiye-rra/yi vemâ nerâ lekum ‘aleynâ min fadlin bel nezunnukum kâżibîn(e)
Kavminin inkâr eden ileri gelenleri, "Biz, senin ancak bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İlk bakışta sana uyanların da ancak en aşağılıklarımızdan ibaret olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine sizin yalancı kimseler olduğunuzu sanıyoruz" dediler.
قَالَ
يَا قَوْمِ
اَرَاَيْتُمْ
اِنْ
كُنْتُ
عَلٰى
بَيِّنَةٍ
مِنْ
رَبّ۪ي
وَاٰتٰين۪ي
رَحْمَةً
مِنْ
عِنْدِه۪
فَعُمِّيَتْ
عَلَيْكُمْۜ
اَنُلْزِمُكُمُوهَا
وَاَنْتُمْ
لَهَا
كَارِهُونَ
٢٨
Kâle yâkavmi eraeytum in kuntu ‘alâ beyyinetin min rabbî veâtânî rahmeten min ‘indihi fe’ummiyet ‘aleykum enulzimukumûhâ veentum lehâ kârihûn(e)
Nûh dedi ki: "Ey Kavmim! Söyleyin bakalım; şâyet ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem ve O kendi katından bana bir rahmet vermiş de, siz ona karşı kör kalmışsanız, onu istemediğiniz halde, biz sizi ona zorlayacak mıyız?"
وَيَا
قَوْمِ
لَٓا
اَسْـَٔلُكُمْ
عَلَيْهِ
مَالاًۜ
اِنْ
اَجْرِيَ
اِلَّا
عَلَى
اللّٰهِ
وَمَٓا
اَنَا۬
بِطَارِدِ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُواۜ
اِنَّهُمْ
مُلَاقُوا
رَبِّهِمْ
وَلٰكِنّ۪ٓي
اَرٰيكُمْ
قَوْماً
تَجْهَلُونَ
٢٩
Veyâ kavmi lâ es-elukum ‘aleyhi mâlâ(en)(s) in ecriye illâ ‘ala(A)llâh(i)(c) vemâ enâ bitâridi-lleżîne âmenû(c) innehum mulâkû rabbihim velâkinnî erâkum kavmen techelûn(e)
"Ey kavmim! Buna karşı ben sizden herhangi bir mal da istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a âittir. Ben o iman edenleri (teklifinize uyarak) kovacak da değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizin bilgisizce davranan bir toplum olduğunuzu görüyorum."
وَيَا
قَوْمِ
مَنْ
يَنْصُرُن۪ي
مِنَ
اللّٰهِ
اِنْ
طَرَدْتُهُمْۜ
اَفَلَا
تَذَكَّرُونَ
٣٠
Veyâ kavmi men yensurunî mina(A)llâhi in taradtuhum(c) efelâ teżekkerûn(e)
"Ey kavmim! Eğer ben onları kovarsam, beni Allah'tan kim koruyabilir? Hiç düşünmüyor musunuz?"
وَلَٓا
اَقُولُ
لَكُمْ
عِنْد۪ي
خَزَٓائِنُ
اللّٰهِ
وَلَٓا اَعْلَمُ
الْغَيْبَ
وَلَٓا
اَقُولُ
اِنّ۪ي
مَلَكٌ
وَلَٓا
اَقُولُ
لِلَّذ۪ينَ
تَزْدَر۪ٓي
اَعْيُنُكُمْ
لَنْ
يُؤْتِيَهُمُ
اللّٰهُ
خَيْراًۜ
اَللّٰهُ
اَعْلَمُ
بِمَا
ف۪ٓي
اَنْفُسِهِمْۚ
اِنّ۪ٓي
اِذاً
لَمِنَ
الظَّالِم۪ينَ
٣١
Velâ ekûlu lekum ‘indî ḣazâ-inu(A)llâhi velâ a’lemu-lġaybe velâ ekûlu innî melekun velâ ekûlu lilleżîne tezderî a’yunukum len yu/tiyehumu(A)llâhu ḣayrâ(an)(s) (A)llâhu a’lemu bimâ fî enfusihim(s) innî iżen lemine-zzâlimîn(e)
Size ben, "Allah'ın hazineleri yanımdadır", demiyorum; gaybı da bilmem. "Ben bir meleğim" de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, "Allah onlara asla hiçbir hayır vermez" de diyemem. Allah onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum.
قَالُوا
يَا
نُوحُ
قَدْ
جَادَلْتَنَا
فَاَكْثَرْتَ
جِدَالَنَا
فَأْتِنَا
بِمَا
تَعِدُنَٓا
اِنْ
كُنْتَ
مِنَ
الصَّادِق۪ينَ
٣٢
Kâlû yâ nûhu kad câdeltenâ feekśerte cidâlenâ fe/tinâ bimâ te’idunâ in kunte mine-ssâdikîn(e)
Dediler ki: "Ey Nûh! Bizimle tartıştın ve tartışmayı uzattın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi kendisiyle bizi tehdit ettiğin azabı getir."
قَالَ
اِنَّمَا
يَأْت۪يكُمْ
بِهِ
اللّٰهُ
اِنْ
شَٓاءَ
وَمَٓا
اَنْتُمْ
بِمُعْجِز۪ينَ
٣٣
Kâle innemâ ye/tîkum bihi(A)llâhu in şâe vemâ entum bimu’cizîn(e)
Nûh dedi ki: "Onu size, dilerse ancak Allah getirir ve siz (Allah'ı) âciz bırakamazsınız."
وَلَا يَنْفَعُكُمْ
نُصْح۪ٓي
اِنْ
اَرَدْتُ
اَنْ
اَنْصَحَ
لَكُمْ
اِنْ
كَانَ
اللّٰهُ
يُر۪يدُ
اَنْ
يُغْوِيَكُمْۜ
هُوَ
رَبُّكُمْ
وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَۜ
٣٤
Velâ yenfe’ukum nushî in eradtu en ensaha lekum in kâna(A)llâhu yurîdu en yuġviyekum(c) huve rabbukum ve-ileyhi turce’ûn(e)
Ben size öğüt vermek istesem de, eğer Allah sizi azdırmak istemişse, öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve O'na döndürüleceksiniz.
اَمْ
يَقُولُونَ
افْتَرٰيهُۜ
قُلْ
اِنِ
افْتَرَيْتُهُ
فَعَلَيَّ
اِجْرَام۪ي
وَاَنَا۬
بَر۪ٓيءٌ
مِمَّا
تُجْرِمُونَ۟
٣٥
Em yekûlûne-fterâh(u)(s) kul ini-fteraytuhu fe’aleyye icrâmî ve enâ berî-un mimmâ tucrimûn(e)
(Ey Muhammed!) Yoksa "Onu (Kur'an'ı) kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu uydurmuşsam, suçum bana âittir. Ben de sizin işlemekte olduğunuz suçlardan uzağım."
وَاُو۫حِيَ
اِلٰى
نُوحٍ
اَنَّهُ
لَنْ
يُؤْمِنَ
مِنْ
قَوْمِكَ
اِلَّا
مَنْ
قَدْ
اٰمَنَ
فَلَا
تَبْتَئِسْ
بِمَا
كَانُوا
يَفْعَلُونَۚ
٣٦
Veûhiye ilâ nûhin ennehu len yu/mine min kavmike illâ men kad âmene felâ tebte-is bimâ kânû yef’alûn(e)
Nûh'a vahyolundu ki: "Kavminden daha önce iman etmiş olanlardan başka, artık hiç kimse iman etmeyecek. O halde, onların yapmakta oldukları şeylerden dolayı üzülme."
وَاصْنَعِ
الْفُلْكَ
بِاَعْيُنِنَا
وَوَحْيِنَا
وَلَا
تُخَاطِبْن۪ي
فِي
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُواۚ
اِنَّهُمْ
مُغْرَقُونَ
٣٧
Vasna’i-lfulke bi-a’yuninâ vevahyinâ velâ tuḣâtibnî fî-lleżîne zalemû(c) innehum muġrakûn(e)
"Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır."
وَيَصْنَعُ
الْفُلْكَ
وَكُلَّمَا
مَرَّ
عَلَيْهِ
مَلَاٌ
مِنْ
قَوْمِه۪
سَخِرُوا
مِنْهُۜ
قَالَ
اِنْ
تَسْخَرُوا
مِنَّا
فَاِنَّا
نَسْخَرُ
مِنْكُمْ
كَمَا
تَسْخَرُونَۜ
٣٨
Veyasne’u-lfulke vekullemâ merra ‘aleyhi meleun min kavmihi seḣirû minh(u)(c) kâle in tesḣarû minnâ fe-innâ nesḣaru minkum kemâ tesḣarûn(e)
(Nûh) gemiyi yapıyordu. Kavminden ileri gelenler her ne zaman yanına uğrasalar, onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Bizimle alay ediyorsanız, sizin bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz."
فَسَوْفَ
تَعْلَمُونَۙ
مَنْ
يَأْت۪يهِ
عَذَابٌ
يُخْز۪يهِ
وَيَحِلُّ
عَلَيْهِ
عَذَابٌ
مُق۪يمٌ
٣٩
Fesevfe ta’lemûne men ye/tîhi ‘ażâbun yuḣzîhi veyehillu ‘aleyhi ‘ażâbun mukîm(un)
Artık, geldiği kimseyi rezil eden azabın kime geleceğini, kimin üzerine sürekli bir azabın ineceğini ileride anlayacaksınız.
حَتّٰٓى
اِذَا
جَٓاءَ
اَمْرُنَا
وَفَارَ
التَّنُّورُۙ
قُلْنَا
احْمِلْ
ف۪يهَا
مِنْ
كُلٍّ
زَوْجَيْنِ
اثْنَيْنِ
وَاَهْلَكَ
اِلَّا
مَنْ
سَبَقَ
عَلَيْهِ
الْقَوْلُ
وَمَنْ
اٰمَنَۜ
وَمَٓا
اٰمَنَ
مَعَهُٓ
اِلَّا
قَل۪يلٌ
٤٠
Hattâ iżâ câe emrunâ vefâra-ttennûru kulnâ-hmil fîhâ min kullin zevceyni-śneyni veehleke illâ men sebeka ‘aleyhi-lkavlu vemen âmen(e)(c) vemâ âmene me’ahu illâ kalîl(un)
Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (sular coşup taşınca) Nûh'a dedik ki: "Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de kendileri hakkında daha önce hüküm verilmiş olanlar dışındaki âilen ile iman edenleri ona yükle." Ama, onunla beraber sadece pek az kimse iman etmişti.
وَقَالَ
ارْكَبُوا
ف۪يهَا
بِسْمِ
اللّٰهِ
مَجْرٰۭۙيهَا
وَمُرْسٰيهَاۜ
اِنَّ
رَبّ۪ي
لَغَفُورٌ
رَح۪يمٌ
٤١
Vekâle-rkebû fîhâ bismi(A)llâhi mecrâhâ vemursâhâ(c) inne rabbî leġafûrun rahîm(un)
(Nûh), "Binin ona. Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." dedi.
وَهِيَ
تَجْر۪ي
بِهِمْ
ف۪ي
مَوْجٍ
كَالْجِبَالِ
وَنَادٰى
نُوحٌۨ
ابْنَهُ
وَكَانَ
ف۪ي
مَعْزِلٍ
يَا
بُنَيَّ
ارْكَبْۭۗ
مَعَنَا
وَلَا
تَكُنْ
مَعَ
الْكَافِر۪ينَ
٤٢
Vehiye tecrî bihim fî mevcin kelcibâli venâdâ nûhun(i)-bnehu vekâne fî ma’zilin yâ buneyye-rkeb me’anâ velâ tekun me’a-lkâfirîn(e)
Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nûh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna, "Yavrucuğum, bizimle beraber sen de bin, inkârcılarla birlikte olma" diye seslendi.
قَالَ
سَاٰو۪ٓي
اِلٰى
جَبَلٍ
يَعْصِمُن۪ي
مِنَ
الْمَٓاءِۜ
قَالَ
لَا
عَاصِمَ
الْيَوْمَ
مِنْ
اَمْرِ
اللّٰهِ
اِلَّا
مَنْ
رَحِمَۚ
وَحَالَ
بَيْنَهُمَا
الْمَوْجُ
فَكَانَ
مِنَ
الْمُغْرَق۪ينَ
٤٣
Kâle seâvî ilâ cebelin ya’simunî mine-lmâ-/(i)(c) kâle lâ ‘âsime-lyevme min emri(A)llâhi illâ men rahim(e)(c) vehâle beynehumâ-lmevcu fekâne mine-lmuġrakîn(e)
O, "Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi. Nûh, "Bugün Allah'ın rahmet ettikleri hariç, onun azabından korunacak hiç kimse yoktur" dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.
وَق۪يلَ
يَٓا
اَرْضُ
ابْلَع۪ي
مَٓاءَكِ
وَيَا
سَمَٓاءُ
اَقْلِع۪ي
وَغ۪يضَ
الْمَٓاءُ
وَقُضِيَ
الْاَمْرُ
وَاسْتَوَتْ
عَلَى
الْجُودِيِّ
وَق۪يلَ
بُعْداً
لِلْقَوْمِ
الظَّالِم۪ينَ
٤٤
Vekîle yâ ardu-ble’î mâeki veyâ semâu akli’î veġîda-lmâu vekudiye-l-emru vestevet ‘alâ-lcûdiy(yi)(s) vekîle bu’den lilkavmi-zzâlimîn(e)
"Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu" denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî'ye oturdu ve "Zalimler topluluğu Allah'ın rahmetinden uzak olsun!" denildi.
وَنَادٰى
نُوحٌ
رَبَّهُ
فَقَالَ
رَبِّ
اِنَّ
ابْن۪ي
مِنْ
اَهْل۪ي
وَاِنَّ
وَعْدَكَ
الْحَقُّ
وَاَنْتَ
اَحْكَمُ
الْحَاكِم۪ينَ
٤٥
Venâdâ nûhun rabbehu fekâle rabbi inne-bnî min ehlî ve-inne va’deke-lhakku veente ahkemu-lhâkimîn(e)
Nûh Rabbine seslenip şöyle dedi: "Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir. Senin va'din elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin."
قَالَ
يَا
نُوحُ
اِنَّهُ
لَيْسَ
مِنْ
اَهْلِكَۚ
اِنَّهُ
عَمَلٌ
غَيْرُ
صَالِحٍۗ
فَلَا تَسْـَٔلْنِ
مَا
لَيْسَ
لَكَ
بِه۪
عِلْمٌۜ
اِنّ۪ٓي
اَعِظُكَ
اَنْ
تَكُونَ
مِنَ
الْجَاهِل۪ينَ
٤٦
Kâle yâ nûhu innehu leyse min ehlik(e)(s) innehu ‘amelun ġayru sâlih(in)(s) felâ tes-elni mâ leyse leke bihi ‘ilm(un)(s) innî e’izuke en tekûne mine-lcâhilîn(e)
Allah, "Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O halde hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim" dedi.
قَالَ
رَبِّ
اِنّ۪ٓي
اَعُوذُ
بِكَ
اَنْ
اَسْـَٔلَكَ
مَا
لَيْسَ
ل۪ي
بِه۪
عِلْمٌۜ
وَاِلَّا
تَغْفِرْ
ل۪ي
وَتَرْحَمْن۪ٓي
اَكُنْ
مِنَ
الْخَاسِر۪ينَ
٤٧
Kâle rabbi innî e’ûżu bike en es-eleke mâ leyse lî bihi ‘ilm(un)(s) ve-illâ taġfir lî veterhamnî ekun mine-lḣâsirîn(e)
Nûh, "Rabbim! Şüphesiz ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan, şüphesiz ziyana uğrayanlardan olurum" dedi.
ق۪يلَ
يَا
نُوحُ
اهْبِطْ
بِسَلَامٍ
مِنَّا
وَبَرَكَاتٍ
عَلَيْكَ
وَعَلٰٓى
اُمَمٍ
مِمَّنْ
مَعَكَۜ
وَاُمَمٌ
سَنُمَتِّعُهُمْ
ثُمَّ
يَمَسُّهُمْ
مِنَّا
عَذَابٌ
اَل۪يمٌ
٤٨
Kîle yâ nûhu-hbit biselâmin minnâ veberakâtin ‘aleyke ve’alâ umemin mimmen me’ak(e)(c) veumemun senumetti’uhum śümme yemessuhum minnâ ‘ażâbun elîm(un)
Ona denildi ki: "Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte bulunanlardan birçok ümmete bizden esenlik ve bereketlerle (gemiden) in. Daha bir takım ümmetler de olacak ki, biz onları (dünyada) yararlandıracağız. Sonra da bizden kendilerine elem dolu bir azap dokunacak."
تِلْكَ
مِنْ
اَنْـبَٓاءِ
الْغَيْبِ
نُوح۪يهَٓا
اِلَيْكَۚ
مَا
كُنْتَ
تَعْلَمُهَٓا
اَنْتَ
وَلَا
قَوْمُكَ
مِنْ
قَبْلِ
هٰذَاۜۛ
فَاصْبِرْۜۛ
اِنَّ
الْعَاقِبَةَ
لِلْمُتَّق۪ينَ۟
٤٩
Tilke min enbâ-i-lġaybi nûhîhâ ileyk(e)(s) mâ kunte ta’lemuhâ ente velâ kavmuke min kabli hâżâ(s) fasbir(s) inne-l’âkibete lilmuttekîn(e)
İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü (iyi) sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.
وَاِلٰى
عَادٍ
اَخَاهُمْ
هُوداًۜ
قَالَ
يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّٰهَ
مَا
لَكُمْ
مِنْ
اِلٰهٍ
غَيْرُهُۜ
اِنْ
اَنْتُمْ
اِلَّا
مُفْتَرُونَ
٥٠
Ve-ilâ ‘âdin eḣâhum hûdâ(en)(c) kâle yâ kavmi-’budû(A)llâhe mâ lekum min ilâhin ġayruh(u)(s) in entum illâ mufterûn(e)
Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik. Hûd şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Ondan başka sizin hiçbir ilahınız yoktur. Siz, sadece iftira ediyorsunuz."
يَا
قَوْمِ
لَٓا
اَسْـَٔلُكُمْ
عَلَيْهِ
اَجْراًۜ
اِنْ
اَجْرِيَ
اِلَّا
عَلَى
الَّذ۪ي
فَطَرَن۪يۜ
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
٥١
Yâ kavmi lâ es-elukum ‘aleyhi ecrâ(an)(s) in ecriye illâ ‘alâ-lleżî fetaranî(c) efelâ ta’kilûn(e)
"Ey kavmim! Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana âittir. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"
وَيَا
قَوْمِ
اسْتَغْفِرُوا
رَبَّكُمْ
ثُمَّ
تُوبُٓوا
اِلَيْهِ
يُرْسِلِ
السَّمَٓاءَ
عَلَيْكُمْ
مِدْرَاراً
وَيَزِدْكُمْ
قُوَّةً
اِلٰى
قُوَّتِكُمْ
وَلَا تَتَوَلَّوْا
مُجْرِم۪ينَ
٥٢
Veyâ kavmi-staġfirû rabbekum śümme tûbû ileyhi yursili-ssemâe ‘aleykum midrâran veyezidkum kuvveten ilâ kuvvetikum velâ tetevellev mucrimîn(e)
"Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra ona tövbe edin ki, üzerinize bol bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin."
قَالُوا
يَا
هُودُ
مَا
جِئْتَنَا
بِبَيِّنَةٍ
وَمَا
نَحْنُ
بِتَارِك۪ٓي
اٰلِهَتِنَا
عَنْ
قَوْلِكَ
وَمَا
نَحْنُ
لَكَ
بِمُؤْمِن۪ينَ
٥٣
Kâlû yâ hûdu mâ ci/tenâ bibeyyinetin vemâ nahnu bitârikî âlihetinâ ‘an kavlike vemâ nahnu leke bimu/minîn(e)
Dediler ki: "Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle ilahlarımızı bırakacak değiliz. Biz sana iman edecek de değiliz."
اِنْ
نَقُولُ
اِلَّا
اعْتَرٰيكَ
بَعْضُ
اٰلِهَتِنَا
بِسُٓوءٍۜ
قَالَ
اِنّ۪ٓي
اُشْهِدُ
اللّٰهَ
وَاشْهَدُٓوا
اَنّ۪ي
بَر۪ٓيءٌ
مِمَّا
تُشْرِكُونَۙ
٥٤
İn nekûlu illâ-’terâke ba’du âlihetinâ bisû-/(in)(k) kâle innî uşhidu(A)llâhe veşhedû ennî berî-un mimmâ tuşrikûn(e)
Biz sadece şunu söyleriz: "Seni, ilahlarımızdan biri fena çarpmış." Hûd dedi ki: "İşte ben Allah'ı şâhit tutuyorum. Siz de şâhit olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi hepiniz toptan bana tuzak kurun, sonra da bana göz açtırmayın."
مِنْ
دُونِه۪
فَك۪يدُون۪ي
جَم۪يعاً
ثُمَّ
لَا
تُنْظِرُونِ
٥٥
Min dûnih(i)(s) fekîdûnî cemî’an śümme lâ tunzirûn(i)
Biz sadece şunu söyleriz: "Seni, ilahlarımızdan biri fena çarpmış." Hûd dedi ki: "İşte ben Allah'ı şâhit tutuyorum. Siz de şâhit olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi hepiniz toptan bana tuzak kurun, sonra da bana göz açtırmayın."
اِنّ۪ي
تَوَكَّلْتُ
عَلَى
اللّٰهِ
رَبّ۪ي
وَرَبِّكُمْۜ
مَا مِنْ
دَٓابَّةٍ
اِلَّا
هُوَ
اٰخِذٌ
بِنَاصِيَتِهَاۜ
اِنَّ
رَبّ۪ي
عَلٰى
صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ
٥٦
İnnî tevekkeltu ‘ala(A)llâhi rabbî verabbikum(c) mâ min dâbbetin illâ huve âḣiżun binâsiyetihâ(c) inne rabbî ‘alâ sirâtin mustekîm(in)
"İşte ben, hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Yer-yüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir."
فَاِنْ
تَوَلَّوْا
فَقَدْ
اَبْلَغْتُكُمْ
مَٓا
اُرْسِلْتُ
بِه۪ٓ
اِلَيْكُمْۜ
وَيَسْتَخْلِفُ
رَبّ۪ي
قَوْماً
غَيْرَكُمْۚ
وَلَا
تَضُرُّونَهُ
شَيْـٔاًۜ
اِنَّ
رَبّ۪ي
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
حَف۪يظٌ
٥٧
Fe-in tevellev fekad eblaġtukum mâ ursiltu bihi ileykum(c) veyestaḣlifu rabbî kavmen ġayrakum velâ tedurrûnehu şey-â(en)(c) inne rabbî ‘alâ kulli şey-in hafîz(un)
"Eğer yüz çevirirseniz; bilin ki ben, benimle gönderileni size tebliğ ettim. Rabbim (dilerse) sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir ve siz ona bir zarar veremezsiniz. Şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir."
وَلَمَّا
جَٓاءَ
اَمْرُنَا
نَجَّيْنَا
هُوداً
وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
مَعَهُ
بِرَحْمَةٍ
مِنَّاۚ
وَنَجَّيْنَاهُمْ
مِنْ
عَذَابٍ
غَل۪يظٍ
٥٨
Velemmâ câe emrunâ necceynâ hûden velleżîne âmenû me’ahu birahmetin minnâ venecceynâhum min ‘ażâbin ġalîz(in)
Helâk emrimiz gelince, Hûd'u ve beraberindeki iman etmiş olanları, tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları ağır bir azaptan kurtardık.
وَتِلْكَ
عَادٌ
جَحَدُوا
بِاٰيَاتِ
رَبِّهِمْ
وَعَصَوْا
رُسُلَهُ
وَاتَّبَعُٓوا
اَمْرَ
كُلِّ
جَبَّارٍ
عَن۪يدٍ
٥٩
Vetilke ‘âd(un)(s) cehadû bi-âyâti rabbihim ve’asav rusulehu vettebe’û emra kulli cebbârin ‘anîd(in)
İşte Âd kavmi! Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler. Onun peygamberlerine karşı geldiler ve inatçı her zorbanın emrine uydular!
وَاُتْبِعُوا
ف۪ي
هٰذِهِ
الدُّنْيَا
لَعْنَةً
وَيَوْمَ
الْقِيٰمَةِۜ
اَلَٓا
اِنَّ
عَاداً
كَفَرُوا
رَبَّهُمْۜ
اَلَا
بُعْداً
لِعَادٍ
قَوْمِ
هُودٍ۟
٦٠
Veutbi’û fî hâżihi-ddunyâ la’neten veyevme-lkiyâme(ti)(k) elâ inne ‘âden keferû rabbehum(k) elâ bu’den li’âdin kavmi hûd(in)
Onlar, hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğratıldılar. Biliniz ki Âd kavmi, Rablerini inkâr etti. (Yine) biliniz ki Hûd'un kavmi Âd Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.
وَاِلٰى
ثَمُودَ
اَخَاهُمْ
صَالِحاًۢ
قَالَ
يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّٰهَ
مَا
لَكُمْ
مِنْ
اِلٰهٍ
غَيْرُهُۜ
هُوَ
اَنْشَاَكُمْ
مِنَ
الْاَرْضِ
وَاسْتَعْمَرَكُمْ
ف۪يهَا
فَاسْتَغْفِرُوهُ
ثُمَّ
تُوبُٓوا
اِلَيْهِۜ
اِنَّ
رَبّ۪ي
قَر۪يبٌ
مُج۪يبٌ
٦١
Ve-ilâ śemûde eḣâhum sâlihâ(an)(c) kâle yâkavmi-’budû(A)llâhe mâ lekum min ilâhin ġayruh(u)(s) huve enşeekum mine-l-ardi vesta’merakum fîhâ festaġfirûhu śümme tûbû ileyh(i)(c) inne rabbî karîbun mucîb(un)
Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yok. O sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı. Öyle ise ondan bağışlanma dileyin; sonra da ona tövbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır ve dualara cevap verendir.
قَالُوا
يَا
صَالِحُ
قَدْ
كُنْتَ
ف۪ينَا
مَرْجُواًّ
قَبْلَ
هٰذَٓا
اَتَنْهٰينَٓا
اَنْ
نَعْبُدَ
مَا
يَعْبُدُ
اٰبَٓاؤُ۬نَا
وَاِنَّنَا
لَف۪ي
شَكٍّ
مِمَّا
تَدْعُونَٓا
اِلَيْهِ
مُر۪يبٍ
٦٢
Kâlû yâsâlihu kad kunte fînâ mercuvven kable hâżâ(s) etenhânâ en na’bude mâ ya’budu âbâunâ ve-innenâ lefî şekkin mimmâ ted’ûnâ ileyhi murîb(un)
Onlar şöyle dediler: "Ey Salih! Bundan önce sen, aramızda ümit beslenen bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmamızı bize yasaklıyor musun? Şüphesiz, biz senin bizi çağırdığın şeyden derin bir şüphe içindeyiz."
قَالَ
يَا
قَوْمِ
اَرَاَيْتُمْ
اِنْ
كُنْتُ
عَلٰى
بَيِّنَةٍ
مِنْ
رَبّ۪ي
وَاٰتٰين۪ي
مِنْهُ
رَحْمَةً
فَمَنْ
يَنْصُرُن۪ي
مِنَ
اللّٰهِ
اِنْ
عَصَيْتُهُ
فَمَا
تَز۪يدُونَن۪ي
غَيْرَ
تَخْس۪يرٍ
٦٣
Kâle yâkavmi eraeytum in kuntu ‘alâ beyyinetin min rabbî veâtânî minhu rahmeten femen yensurunî mina(A)llâhi in ‘asaytuh(u)(s) femâ tezîdûnenî ġayra taḣsîr(in)
Salih dedi ki: "Ey kavmim! Söyleyin bakayım, eğer ben Rabbim tarafından apaçık bir delil üzerinde isem ve bana tarafından bir rahmet (peygamberlik) vermişse ona karşı geldiğim takdirde beni Allah'dan kim koruyabilir? Demek ki zarara uğratmaktan başka bana katkınız olmaz."
وَيَا
قَوْمِ
هٰذِه۪
نَاقَةُ
اللّٰهِ
لَكُمْ
اٰيَةً
فَذَرُوهَا
تَأْكُلْ
ف۪ٓي
اَرْضِ
اللّٰهِ
وَلَا
تَمَسُّوهَا
بِسُٓوءٍ
فَيَأْخُذَكُمْ
عَذَابٌ
قَر۪يبٌ
٦٤
Veyâ kavmi hâżihi nâkatu(A)llâhi lekum âyeten feżerûhâ te/kul fî ardi(A)llâhi velâ temessûhâ bisû-in feye/ḣużekum ‘ażâbun karîb(un)
"Ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah'ın dişi bir devesi. Bırakın onu, Allah'ın arzında yayılıp otlasın. Ona kötülük dokundurmayın, yoksa sizi yakın bir azap yakalar."
فَعَقَرُوهَا
فَقَالَ
تَمَتَّعُوا
ف۪ي
دَارِكُمْ
ثَلٰثَةَ
اَيَّامٍۜ
ذٰلِكَ
وَعْدٌ
غَيْرُ
مَكْذُوبٍ
٦٥
Fe’akarûhâ fekâle temette’û fî dârikum śelâśete eyyâm(in)(s) żâlike va’dun ġayru mekżûb(in)
Derken onu kestiler. Salih dedi ki: "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. (Sonra helak olacaksınız.) İşte bu, yalanlanamayacak bir tehdittir."
فَلَمَّا
جَٓاءَ
اَمْرُنَا
نَجَّيْنَا
صَالِحاً
وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
مَعَهُ
بِرَحْمَةٍ
مِنَّا
وَمِنْ
خِزْيِ
يَوْمِئِذٍۜ
اِنَّ
رَبَّكَ
هُوَ
الْقَوِيُّ
الْعَز۪يزُ
٦٦
Felemmâ câe emrunâ necceynâ sâlihan velleżîne âmenû me’ahu birahmetin minnâ vemin ḣizyi yevmi-iż(in)(k) inne rabbeke huve-lkaviyyu-l’azîz(u)
(Helâk) emrimiz geldiğinde Salih'i ve beraberindeki iman etmiş olanları tarafımızdan bir rahmetle helaktan ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
وَاَخَذَ
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
الصَّيْحَةُ
فَاَصْبَحُوا
ف۪ي
دِيَارِهِمْ
جَاثِم۪ينَۙ
٦٧
Veeḣaże-lleżîne zalemû-ssayhatu feasbehû fî diyârihim câśimîn(e)
Zulmedenleri o korkunç uğultulu ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar.
كَاَنْ
لَمْ
يَغْنَوْا
ف۪يهَاۜ
اَلَٓا
اِنَّ
ثَمُودَا۬
كَفَرُوا
رَبَّهُمْۜ
اَلَا
بُعْداً
لِثَمُودَ۟
٦٨
Keen lem yaġnev fîhâ(k) elâ inne śemûde keferû rabbehum(k) elâ bu’den liśemûd(e)
Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi Rablerini inkâr etti. (Yine) biliniz ki Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.
وَلَقَدْ
جَٓاءَتْ
رُسُلُنَٓا
اِبْرٰه۪يمَ
بِالْبُشْرٰى
قَالُوا
سَلَاماًۜ
قَالَ
سَلَامٌۚ
فَمَا
لَبِثَ
اَنْ
جَٓاءَ
بِعِجْلٍ
حَن۪يذٍ
٦٩
Velekad câet rusulunâ ibrâhîme bilbuşrâ kâlû selâmâ(en)(s) kâle selâm(un)(s) femâ lebiśe en câe bi’iclin hanîż(in)
Andolsun, elçilerimiz (melekler), İbrahim'e müjde getirip "Selâm sana!" dediler. O, "Size de selâm" dedi ve kızartılmış bir buzağı getirmekte gecikmedi.
فَلَمَّا
رَآٰ
اَيْدِيَهُمْ
لَا
تَصِلُ
اِلَيْهِ
نَكِرَهُمْ
وَاَوْجَسَ
مِنْهُمْ
خ۪يفَةًۜ
قَالُوا
لَا
تَخَفْ
اِنَّٓا
اُرْسِلْـنَٓا
اِلٰى
قَوْمِ
لُوطٍۜ
٧٠
Felemmâ raâ eydiyehum lâ tasilu ileyhi nekirahum veevcese minhum ḣîfe(ten)(c) kâlû lâ teḣaf innâ ursilnâ ilâ kavmi lût(in)
Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içinde bir korku duydu. Dediler ki: "Korkma, çünkü biz Lût kavmine gönderildik."
وَامْرَاَتُهُ
قَٓائِمَةٌ
فَضَحِكَتْ
فَبَشَّرْنَاهَا
بِاِسْحٰقَۙ
وَمِنْ
وَرَٓاءِ
اِسْحٰقَ
يَعْقُوبَ
٧١
Vemraetuhu kâ-imetun fedahiket febeşşernâhâ bi-ishâka vemin verâ-i ishâka ya’kûb(e)
İbrahim'in karısı ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı müjdeledik; İshak'ın arkasından da Yakûb'u.
قَالَتْ
يَا
وَيْلَتٰٓى
ءَاَلِدُ
وَاَنَا۬
عَجُوزٌ
وَهٰذَا
بَعْل۪ي
شَيْخاًۜ
اِنَّ
هٰذَا
لَشَيْءٌ
عَج۪يبٌ
٧٢
Kâlet yâ veyletâ eelidu veenâ ‘acûzun vehâżâ ba’lî şeyḣâ(an)(s) inne hâżâ leşey-un ‘acîb(un)
Karısı, "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı ve bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Gerçekten bu çok şaşılacak bir şey!" dedi.
قَالُٓوا
اَتَعْجَب۪ينَ
مِنْ
اَمْرِ
اللّٰهِ
رَحْمَتُ
اللّٰهِ
وَبَرَكَاتُهُ
عَلَيْكُمْ
اَهْلَ
الْبَيْتِۜ
اِنَّهُ
حَم۪يدٌ
مَج۪يدٌ
٧٣
Kâlû eta’cebîne min emri(A)llâh(i)(c) rahmetu(A)llâhi veberakâtuhu ‘aleykum ehle-lbeyt(i)(c) innehu hamîdun mecîd(un)
Melekler, "Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağının) ev halkı! Şüphesiz O övülmeye layıktır, şanı yücedir." dediler.
فَلَمَّا
ذَهَبَ
عَنْ
اِبْرٰه۪يمَ
الرَّوْعُ
وَجَٓاءَتْهُ
الْبُشْرٰى
يُجَادِلُنَا
ف۪ي
قَوْمِ
لُوطٍۜ
٧٤
Felemmâ żehebe ‘an ibrâhîme-rrav’u vecâet-hu-lbuşrâ yucâdilunâ fî kavmi lût(in)
İbrahim'in korkusu gidip, kendisine müjde gelince Lût kavmi hakkında bizim (elçilerimiz)le tartışmaya başladı.
اِنَّ
اِبْرٰه۪يمَ
لَحَل۪يمٌ
اَوَّاهٌ
مُن۪يبٌ
٧٥
İnne ibrâhîme lehalîmun evvâhun munîb(un)
Çünkü İbrahim çok içli ve Allah'a yönelen bir kimseydi.
يَٓا
اِبْرٰه۪يمُ
اَعْرِضْ
عَنْ
هٰذَاۚ
اِنَّهُ
قَدْ
جَٓاءَ
اَمْرُ
رَبِّكَۚ
وَاِنَّهُمْ
اٰت۪يهِمْ
عَذَابٌ
غَيْرُ
مَرْدُودٍ
٧٦
Yâ ibrâhîmu a’rid ‘an hâżâ(s) innehu kad câe emru rabbik(e)(s) ve-innehum âtîhim ‘ażâbun ġayru merdûd(in)
Elçilerimiz, "Ey İbrahim bundan vazgeç! Çünkü Rabbinin emri kesin olarak gelmiştir. Şüphesiz onlara geri döndürülemeyecek bir azap gelecektir" dediler.
وَلَمَّا
جَٓاءَتْ
رُسُلُنَا
لُوطاً
س۪ٓيءَ
بِهِمْ
وَضَاقَ
بِهِمْ
ذَرْعاً
وَقَالَ
هٰذَا
يَوْمٌ
عَص۪يبٌ
٧٧
Velemmâ câet rusulunâ lûtan sî-e bihim vedâka bihim żer’an vekâle hâżâ yevmun ‘asîb(un)
Elçilerimiz Lût'a gelince onların yüzünden üzüldü, göğsü daraldı ve "Bu çok zor bir gün" dedi.
وَجَٓاءَهُ
قَوْمُهُ
يُهْرَعُونَ
اِلَيْهِ
وَمِنْ
قَبْلُ
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
السَّيِّـَٔاتِۜ
قَالَ
يَا
قَوْمِ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
بَنَات۪ي
هُنَّ
اَطْهَرُ
لَكُمْ
فَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَلَا
تُخْزُونِ
ف۪ي
ضَيْف۪يۜ
اَلَيْسَ
مِنْكُمْ
رَجُلٌ
رَش۪يدٌ
٧٨
Vecâehu kavmuhu yuhra’ûne ileyhi vemin kablu kânû ya’melûne-sseyyi-ât(i)(c) kâle yâ kavmi hâulâ-i benâtî hunne atheru lekum(s) fettekû(A)llâhe velâ tuḣzûni fî dayfî(s) eleyse minkum raculun raşîd(un)
Kavmi, (konuklarıyla çirkin ilişkide bulunmak üzere) ona doğru koşa koşa geldiler. Zaten onlar önceden de bu tür çirkin işleri yapıyorlardı. Lût dedi ki: "Ey Kavmim! İşte kızlarım. Onlar(la nikahlanmanız) sizin için daha temizdir. Allah'a karşı gelmekten sakının ve konuklarıma karşı beni rezil etmeyin. İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?"
قَالُوا
لَقَدْ
عَلِمْتَ
مَا
لَنَا
ف۪ي
بَنَاتِكَ
مِنْ
حَقٍّۚ
وَاِنَّكَ
لَتَعْلَمُ
مَا
نُر۪يدُ
٧٩
Kâlû lekad ‘alimte mâ lenâ fî benâtike min hakkin ve-inneke leta’lemu mâ nurîd(u)
Onlar, "İyi biliyorsun ki kızlarında bizim gözümüz yok. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun" dediler.
قَالَ
لَوْ
اَنَّ
ل۪ي
بِكُمْ
قُوَّةً
اَوْ
اٰو۪ٓي
اِلٰى
رُكْنٍ
شَد۪يدٍ
٨٠
Kâle lev enne lî bikum kuvveten ev âvî ilâ ruknin şedîd(in)
(Lût da:) "Keşke size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı, ya da sağlam bir desteğe dayanabilseydim" dedi.
قَالُوا
يَا
لُوطُ
اِنَّا
رُسُلُ
رَبِّكَ
لَنْ
يَصِلُٓوا
اِلَيْكَ
فَاَسْرِ
بِاَهْلِكَ
بِقِطْعٍ
مِنَ
الَّيْلِ
وَلَا
يَلْتَفِتْ
مِنْكُمْ
اَحَدٌ
اِلَّا
امْرَاَتَكَۜ
اِنَّهُ
مُص۪يبُهَا
مَٓا
اَصَابَهُمْۜ
اِنَّ
مَوْعِدَهُمُ
الصُّبْحُۜ
اَلَيْسَ
الصُّبْحُ
بِقَر۪يبٍ
٨١
Kâlû yâ lûtu innâ rusulu rabbike len yasilû ileyk(e)(s) feesri bi-ehlike bikit’in mine-lleyli velâ yeltefit minkum ehadun illâ imraetek(e)(s) innehu musîbuhâ mâ esâbehum(c) inne mev’idehumu-ssubh(u)(c) eleyse-ssubhu bikarîb(in)
Konukları şöyle dedi: "Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar. Geceleyin bir vakitte aileni al götür. İçinizden kimse ardına bakmasın. Ancak karın müstesna. (Onu bırak.) Çünkü onların (kavminin) başına gelecek olan azap, onun başına da gelecektir. Onların azabla buluşma zamanı sabahtır. Sabah yakın değil midir?!"
فَلَمَّا
جَٓاءَ
اَمْرُنَا
جَعَلْنَا
عَالِيَهَا
سَافِلَهَا
وَاَمْطَرْنَا
عَلَيْهَا
حِجَارَةً
مِنْ
سِجّ۪يلٍۙ
مَنْضُودٍۙ
٨٢
Felemmâ câe emrunâ ce’alnâ ‘âliyehâ sâfilehâ veemtarnâ ‘aleyhâ hicâraten min siccîlin mendûd(in)
(Azap) emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.
مُسَوَّمَةً
عِنْدَ
رَبِّكَۜ
وَمَا
هِيَ
مِنَ
الظَّالِم۪ينَ
بِبَع۪يدٍ۟
٨٣
Musevvemeten ‘inde rabbik(e)(s) vemâ hiye mine-zzâlimîne bibe’îd(in)
(Azap) emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.
وَاِلٰى
مَدْيَنَ
اَخَاهُمْ
شُعَيْباًۜ
قَالَ
يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّٰهَ
مَا
لَكُمْ
مِنْ
اِلٰهٍ
غَيْرُهُۜ
وَلَا
تَنْقُصُوا
الْمِكْيَالَ
وَالْم۪يزَانَ
اِنّ۪ٓي
اَرٰيكُمْ
بِخَيْرٍ
وَاِنّ۪ٓي
اَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ
يَوْمٍ
مُح۪يطٍ
٨٤
Ve-ilâ medyene eḣâhum şu’aybâ(en)(c) kâle yâkavmi-’budû(A)llâhe mâ lekum min ilâhin ġayruh(u)(s) velâ tenkusû-lmikyâle velmîzân(e)(c) innî erâkum biḣayrin ve-innî eḣâfu ‘aleykum ‘ażâbe yevmin muhît(in)
Medyen halkına da kardeşleri Şu'ayb'ı peygamber gönderdik. O şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum."
وَيَا
قَوْمِ
اَوْفُوا
الْمِكْيَالَ
وَالْم۪يزَانَ
بِالْقِسْطِ
وَلَا
تَبْخَسُوا
النَّاسَ
اَشْيَٓاءَهُمْ
وَلَا تَعْثَوْا
فِي
الْاَرْضِ
مُفْسِد۪ينَ
٨٥
Veyâ kavmi evfû-lmikyâle velmîzâne bilkist(i)(s) velâ tebḣasû-nnâse eşyâehum velâ ta’śev fî-l-ardi mufsidîn(e)
"Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın."
بَقِيَّتُ
اللّٰهِ
خَيْرٌ
لَكُمْ
اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِن۪ينَۚ
وَمَٓا
اَنَا۬
عَلَيْكُمْ
بِحَف۪يظٍ
٨٦
Bakiyyetu(A)llâhi ḣayrun lekum in kuntum mu/minîn(e)(c) vemâ enâ ‘aleykum bihafîz(in)
"Eğer inanan kimselerseniz Allah'ın bıraktığı helâl kazanç sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin başınızda bir bekçi değilim."
قَالُوا
يَا
شُعَيْبُ
اَصَلٰوتُكَ
تَأْمُرُكَ
اَنْ
نَتْرُكَ
مَا
يَعْبُدُ
اٰبَٓاؤُ۬نَٓا
اَوْ
اَنْ
نَفْعَلَ
ف۪ٓي
اَمْوَالِنَا
مَا
نَشٰٓؤُ۬اۜ
اِنَّكَ
لَاَنْتَ
الْحَل۪يمُ
الرَّش۪يدُ
٨٧
Kâlû yâ şu’aybu esalâtuke te/muruke en netruke mâ ya’budu âbâunâ ev en nef’ale fî emvâlinâ mâ neşâ(u)(s) inneke leente-lhalîmu-rraşîd(u)
Dediler ki: "Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın."
قَالَ
يَا
قَوْمِ
اَرَاَيْتُمْ
اِنْ
كُنْتُ
عَلٰى
بَيِّنَةٍ
مِنْ
رَبّ۪ي
وَرَزَقَن۪ي
مِنْهُ
رِزْقاً
حَسَناًۜ
وَمَٓا
اُر۪يدُ
اَنْ
اُخَالِفَكُمْ
اِلٰى
مَٓا
اَنْهٰيكُمْ
عَنْهُۜ
اِنْ
اُر۪يدُ
اِلَّا
الْاِصْلَاحَ
مَا
اسْتَطَعْتُۜ
وَمَا
تَوْف۪يق۪ٓي
اِلَّا
بِاللّٰهِۜ
عَلَيْهِ
تَوَكَّلْتُ
وَاِلَيْهِ
اُن۪يبُ
٨٨
Kâle yâkavmi eraeytum in kuntu ‘alâ beyyinetin min rabbî verazekanî minhu rizkan hasenâ(en)(c) vemâ urîdu en uḣâlifekum ilâ mâ enhâkum ‘anh(u)(c) in urîdu illâ-l-islâha mâ-steta’t(u)(c) vemâ tevfîkî illâ bi(A)llâh(i)(c) ‘aleyhi tevekkeltu ve-ileyhi unîb(u)
Şu'ayb şöyle dedi: "Ey kavmim! Söyleyin bakayım, ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere isem ve katından bana güzel bir rızık vermişse!... Ben size yasakladığımı kendim yapmak istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah'ın yardımı iledir. Ben sadece ona tevekkül ettim ve sadece ona yöneliyorum."
وَيَا
قَوْمِ
لَا
يَجْرِمَنَّكُمْ
شِقَاق۪ٓي
اَنْ
يُص۪يبَكُمْ
مِثْلُ
مَٓا
اَصَابَ
قَوْمَ
نُوحٍ
اَوْ
قَوْمَ
هُودٍ
اَوْ
قَوْمَ
صَالِحٍۜ
وَمَا
قَوْمُ
لُوطٍ
مِنْكُمْ
بِبَع۪يدٍ
٨٩
Veyâ kavmi lâ yecrimennekum şikâkî en yusîbekum miślu mâ esâbe kavme nûhin ev kavme hûdin ev kavme sâlih(in)(c) vemâ kavmu lûtin minkum bibe’îd(in)
"Ey Kavmim! Bana karşı olan düşmanlığınız, Nûh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin başına gelenin benzeri gibi bir felaketi sakın sizin de başınıza getirmesin. (Ve unutmayın ki) Lût kavmi sizden uzak değildir."
وَاسْتَغْفِرُوا
رَبَّكُمْ
ثُمَّ
تُوبُٓوا
اِلَيْهِۜ
اِنَّ
رَبّ۪ي
رَح۪يمٌ
وَدُودٌ
٩٠
Vestaġfirû rabbekum śümme tûbû ileyh(i)(c) inne rabbî rahîmun vedûd(un)
"Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra ona tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir."
قَالُوا
يَا
شُعَيْبُ
مَا
نَفْقَهُ۬
كَث۪يراً
مِمَّا
تَقُولُ
وَاِنَّا
لَنَرٰيكَ
ف۪ينَا
ضَع۪يفاًۚ
وَلَوْلَا
رَهْطُكَ
لَرَجَمْنَاكَۘ
وَمَٓا
اَنْتَ
عَلَيْنَا
بِعَز۪يزٍ
٩١
Kâlû yâ şu’aybu mâ nefkahu keśîran mimmâ tekûlu ve-innâ lenerâke fînâ da’îfâ(en)(s) velevlâ rahtuke leracemnâk(e)(s) vemâ ente ‘aleynâ bi’azîz(in)
Dediler ki: "Ey Şu'ayb! Dediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Hem biz seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı seni taşa tutardık. Zaten sen bizce itibarlı biri değilsin."
قَالَ
يَا
قَوْمِ
اَرَهْط۪ٓي
اَعَزُّ
عَلَيْكُمْ
مِنَ
اللّٰهِۜ
وَاتَّخَذْتُمُوهُ
وَرَٓاءَكُمْ
ظِهْرِياًّۜ
اِنَّ
رَبّ۪ي
بِمَا
تَعْمَلُونَ
مُح۪يطٌ
٩٢
Kâle yâkavmi erahtî e’azzu ‘aleykum mina(A)llâhi vetteḣażtumûhu verâekum zihriyyâ(en)(s) inne rabbî bimâ ta’melûne muhît(un)
Şu'ayb şöyle dedi: "Ey kavmim! Benim kabilem sizce Allah'tan daha itibarlı mı ki, O'na sırt çevirdiniz. Şüphesiz Rabbim sizin yaptıklarınızı kuşatmıştır."
وَيَا
قَوْمِ
اعْمَلُوا
عَلٰى
مَكَانَتِكُمْ
اِنّ۪ي
عَامِلٌۜ
سَوْفَ
تَعْلَمُونَۙ
مَنْ
يَأْت۪يهِ
عَذَابٌ
يُخْز۪يهِ
وَمَنْ
هُوَ
كَاذِبٌۜ
وَارْتَقِبُٓوا
اِنّ۪ي
مَعَكُمْ
رَق۪يبٌ
٩٣
Veyâ kavmi-’melû ‘alâ mekânetikum innî ‘âmil(un)(s) sevfe ta’lemûne men ye/tîhi ‘ażâbun yuḣzîhi vemen huve kâżib(un)(s) vertekibû innî me’akum rakîb(un)
"Ey Kavmim! Elinizden geleni yapın. Şüphesiz ben de (elimden geleni) yapacağım. Rezil edici azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Gözleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber gözlüyorum."
وَلَمَّا
جَٓاءَ
اَمْرُنَا
نَجَّيْنَا
شُعَيْباً
وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
مَعَهُ
بِرَحْمَةٍ
مِنَّا
وَاَخَذَتِ
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
الصَّيْحَةُ
فَاَصْبَحُوا
ف۪ي
دِيَارِهِمْ
جَاثِم۪ينَۙ
٩٤
Velemmâ câe emrunâ necceynâ şu’ayben velleżîne âmenû me’ahu birahmetin minnâ veeḣażeti-lleżîne zalemû-ssayhatu feasbehû fî diyârihim câśimîn(e)
(Azap) emrimiz gelince, Şu'ayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri, katımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç (uğultulu) ses yakaladı da yurtlarında dizüstü çökekaldılar.
كَاَنْ
لَمْ
يَغْنَوْا
ف۪يهَاۜ
اَلَا
بُعْداً
لِمَدْيَنَ
كَمَا
بَعِدَتْ
ثَمُودُ۟
٩٥
Keen lem yaġnev fîhâ(k) elâ bu’den limedyene kemâ be’idet śemûd(u)
Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da uzaklaştı.
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
مُوسٰى
بِاٰيَاتِنَا
وَسُلْطَانٍ
مُب۪ينٍۙ
٩٦
Velekad erselnâ mûsâ bi-âyâtinâ vesultânin mubîn(in)
Andolsun, biz Mûsâ'yı âyetlerimizle ve apaçık bir mucize ile Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına peygamber gönderdik de ileri gelenler Firavun'un emrine uydular. Halbuki Firavun'un emri doğru değildi.
اِلٰى
فِرْعَوْنَ
وَمَلَا۬ئِه۪
فَاتَّـبَعُٓوا
اَمْرَ
فِرْعَوْنَۚ
وَمَٓا
اَمْرُ
فِرْعَوْنَ
بِرَش۪يدٍ
٩٧
İlâ fir’avne vemele-ihi fettebe’û emra fir’avn(e)(s) vemâ emru fir’avne biraşîd(in)
Andolsun, biz Mûsâ'yı âyetlerimizle ve apaçık bir mucize ile Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına peygamber gönderdik de ileri gelenler Firavun'un emrine uydular. Halbuki Firavun'un emri doğru değildi.
يَقْدُمُ
قَوْمَهُ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
فَاَوْرَدَهُمُ
النَّارَۜ
وَبِئْسَ
الْوِرْدُ
الْمَوْرُودُ
٩٨
Yakdumu kavmehu yevme-lkiyâmeti feevradehumu-nnâr(a)(s) vebi/se-lvirdu-lmevrûd(u)
Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne geçecek ve onları ateşe götürecektir. Ne kötü varış yeridir orası!
وَاُتْبِعُوا
ف۪ي
هٰذِه۪
لَعْنَةً
وَيَوْمَ
الْقِيٰمَةِۜ
بِئْسَ
الرِّفْدُ
الْمَرْفُودُ
٩٩
Veutbi’û fî hâżihi la’neten veyevme-lkiyâme(ti)(c) bi/se-rrifdu-lmerfûd(u)
Onlar, hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lanete uğratıldılar. Ne kötü destektir onlara verilen destek!
ذٰلِكَ
مِنْ
اَنْـبَٓاءِ
الْقُرٰى
نَقُصُّهُ
عَلَيْكَ
مِنْهَا
قَٓائِمٌ
وَحَص۪يدٌ
١٠٠
Żâlike min enbâ-i-lkurâ nekussuhu ‘aleyk(e)(s) minhâ kâ-imun vehasîd(un)
(Ey Muhammed!) Bunlar o memleketlerin haberlerinden bazılarıdır. Onları sana anlatıyoruz. Onlardan ayakta duranlar da var, yıkılıp gidenler de.
وَمَا
ظَلَمْنَاهُمْ
وَلٰكِنْ
ظَلَمُٓوا
اَنْفُسَهُمْ
فَـمَٓا
اَغْنَتْ
عَنْهُمْ
اٰلِهَتُهُمُ
الَّت۪ي
يَدْعُونَ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
مِنْ
شَيْءٍ
لَمَّا
جَٓاءَ
اَمْرُ
رَبِّكَۜ
وَمَا
زَادُوهُمْ
غَيْرَ
تَتْب۪يبٍ
١٠١
Vemâ zalemnâhum velâkin zalemû enfusehum(s) femâ aġnet ‘anhum âlihetuhumu-lletî yed’ûne min dûni(A)llâhi min şey-in lemmâ câe emru rabbik(e)(s) vemâ zâdûhum ġayra tetbîb(in)
Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince Allah'ı bırakıp da taptıkları ilahları kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. İlahları onların sadece ziyanlarını artırdı.
وَكَذٰلِكَ
اَخْذُ
رَبِّكَ
اِذَٓا
اَخَذَ
الْقُرٰى
وَهِيَ
ظَالِمَةٌۜ
اِنَّ
اَخْذَهُٓ
اَل۪يمٌ
شَد۪يدٌ
١٠٢
Vekeżâlike aḣżu rabbike iżâ eḣaże-lkurâ vehiye zâlime(tun)(c) inne aḣżehu elîmun şedîd(un)
Zulme sapmış memleketlerin halkını yakaladığında, Rabbinin yakalaması işte böyledir! Şüphesiz onun yakalaması can yakıcı ve şiddetlidir.
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةً
لِمَنْ
خَافَ
عَذَابَ
الْاٰخِرَةِۜ
ذٰلِكَ
يَوْمٌ
مَجْمُوعٌۙ
لَهُ
النَّاسُ
وَذٰلِكَ
يَوْمٌ
مَشْهُودٌ
١٠٣
İnne fî żâlike leâyeten limen ḣâfe ‘ażâbe-l-âḣira(ti)(c) żâlike yevmun mecmû’un lehu-nnâsu veżâlike yevmun meşhûd(un)
Şüphesiz, ahiret azabından korkanlar için bunda bir ibret vardır. Bu, insanların (hesap ve ceza için) toplanacakları bir gündür. Bu, herkesin toplanıp bir araya geleceği bir gündür.
وَمَا
نُؤَخِّرُهُٓ
اِلَّا
لِاَجَلٍ
مَعْدُودٍۜ
١٠٤
Vemâ nu-aḣḣiruhu illâ li-ecelin ma’dûd(in)
Biz onu ancak belirli bir zamana kadar erteliyoruz.
يَوْمَ
يَأْتِ
لَا
تَكَلَّمُ
نَفْسٌ
اِلَّا
بِـاِذْنِه۪ۚ
فَمِنْهُمْ
شَقِيٌّ
وَسَع۪يدٌ
١٠٥
Yevme ye/ti lâ tekellemu nefsun illâ bi-iżnih(i)(c) feminhum şakiyyun vese’îd(in)
O gün geldiği zaman Allah'ın izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Onlardan mutsuz (cehennemlik) olanlar da vardır, mutlu (cennetlik) olanlar da.
فَاَمَّا
الَّذ۪ينَ
شَقُوا
فَفِي
النَّارِ
لَهُمْ
ف۪يهَا
زَف۪يرٌ
وَشَه۪يقٌۙ
١٠٦
Feemmâ-lleżîne şakû fefî-nnâri lehum fîhâ zefîrun veşehîk(un)
Mutsuz olanlara gelince; cehennemdedirler. Onların orada şiddetli bir soluyuşları vardır.
خَالِد۪ينَ
ف۪يهَا
مَا
دَامَتِ
السَّمٰوَاتُ
وَالْاَرْضُ
اِلَّا
مَا
شَٓاءَ
رَبُّكَۜ
اِنَّ
رَبَّكَ
فَعَّالٌ
لِمَا
يُر۪يدُ
١٠٧
Ḣâlidîne fîhâ mâ dâmeti-ssemâvâtu vel-ardu illâ mâ şâe rabbuk(e)(c) inne rabbeke fa’’âlun limâ yurîd(u)
Onlar, gökler ve yerler durdukça orada ebedi olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi başka. Şüphesiz Rabbin istediğini yapandır.
وَاَمَّا
الَّذ۪ينَ
سُعِدُوا
فَفِي
الْجَنَّةِ
خَالِد۪ينَ
ف۪يهَا
مَا
دَامَتِ
السَّمٰوَاتُ
وَالْاَرْضُ
اِلَّا
مَا
شَٓاءَ
رَبُّكَۜ
عَطَٓاءً
غَيْرَ
مَجْذُوذٍ
١٠٨
Veemmâ-lleżîne su’idû fefî-lcenneti ḣâlidîne fîhâ mâ dâmeti-ssemâvâtu vel-ardu illâ mâ şâe rabbuk(e)(s) ‘atâen ġayra mecżûż(in)
Mutlu olanlara gelince, gökler ve yerler durdukça içinde ebedi kalmak üzere cennettedirler. Ancak Rabbinin dilemesi başka. Bu onlara ardı kesilmez bir lütuf olarak verilmiştir.
فَلَا
تَكُ
ف۪ي
مِرْيَةٍ
مِمَّا
يَعْبُدُ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِۜ
مَا
يَعْبُدُونَ
اِلَّا
كَمَا
يَعْبُدُ
اٰبَٓاؤُ۬هُمْ
مِنْ
قَبْلُۜ
وَاِنَّا
لَمُوَفُّوهُمْ
نَص۪يبَهُمْ
غَيْرَ
مَنْقُوصٍ۟
١٠٩
Felâ teku fî miryetin mimmâ ya’budu hâulâ-(i)(c) mâ ya’budûne illâ kemâ ya’budu âbâuhum min kabl(u)(c) ve-innâ lemuveffûhum nasîbehum ġayra menkûs(in)
(Ey Muhammed!) Şunların taptıkları şeylerin batıl olduğu konusunda şüpheye düşme. Onlar sadece, daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Şüphesiz biz onlara (azaptan) paylarını eksiksiz olarak tastamam vereceğiz.
وَلَقَدْ
اٰتَيْنَا
مُوسَى
الْكِتَابَ
فَاخْتُلِفَ
ف۪يهِۜ
وَلَوْلَا
كَلِمَةٌ
سَبَقَتْ
مِنْ
رَبِّكَ
لَقُضِيَ
بَيْنَهُمْۜ
وَاِنَّهُمْ
لَف۪ي
شَكٍّ
مِنْهُ
مُر۪يبٍ
١١٠
Velekad âteynâ mûsâ-lkitâbe faḣtulife fîh(i)(c) velevlâ kelimetun sebekat min rabbike lekudiye beynehum(c) ve-innehum lefî şekkin minhu murîb(un)
Andolsun, biz Mûsâ'ya Kitab'ı (Tevrat'ı) vermiştik de onun hakkında ayrılığa düşülmüştü. Eğer daha önce Rabbinin bir sözü geçmemiş olsaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi. Onlar da (müşrikler de) o Kur'an hakkında derin bir şüphe içindedirler.
وَاِنَّ
كُلاًّ
لَمَّا
لَيُوَفِّيَنَّهُمْ
رَبُّكَ
اَعْمَالَهُمْۜ
اِنَّهُ
بِمَا
يَعْمَلُونَ
خَب۪يرٌ
١١١
Ve-inne kullen lemmâ leyuveffiyennehum rabbuke a’mâlehum(c) innehu bimâ ya’melûne ḣabîr(un)
Şüphesiz Rabbin onların her birine, yaptıklarının karşılığını tastamam verecektir. Şüphesiz Rabbin onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.
فَاسْتَقِمْ
كَمَٓا
اُمِرْتَ
وَمَنْ
تَابَ
مَعَكَ
وَلَا
تَطْغَوْاۜ
اِنَّهُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَص۪يرٌ
١١٢
Festakim kemâ umirte vemen tâbe me’ake velâ tetġav(c) innehu bimâ ta’melûne basîr(un)
Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O yaptıklarınızı hakkıyla görür.
وَلَا
تَرْكَـنُٓوا
اِلَى
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
فَتَمَسَّكُمُ
النَّارُۙ
وَمَا
لَكُمْ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
مِنْ
اَوْلِيَٓاءَ
ثُمَّ
لَا
تُنْصَرُونَ
١١٣
Velâ terkenû ilâ-lleżîne zalemû fetemessekumu-nnâru vemâ lekum min dûni(A)llâhi min evliyâe śümme lâ tunsarûn(e)
Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.
وَاَقِمِ
الصَّلٰوةَ
طَرَفَيِ
النَّهَارِ
وَزُلَفاً
مِنَ
الَّيْلِۜ
اِنَّ
الْحَسَنَاتِ
يُذْهِبْنَ
السَّيِّـَٔاتِۜ
ذٰلِكَ
ذِكْرٰى
لِلذَّاكِر۪ينَۚ
١١٤
Veakimi-ssalâte tarafeyi-nnehâri vezulefen mine-lleyl(i)(c) inne-lhasenâti yużhibne-sseyyi-ât(i)(c) żâlike żikrâ liżżâkirîn(e)
(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür.
وَاصْبِرْ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
لَا
يُض۪يعُ
اَجْرَ
الْمُحْسِن۪ينَ
١١٥
Vasbir fe-inna(A)llâhe lâ yudî’u ecra-lmuhsinîn(e)
Sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin mükafatını zayi etmez.
فَلَوْلَا
كَانَ
مِنَ
الْقُرُونِ
مِنْ
قَبْلِكُمْ
اُو۬لُوا
بَقِيَّةٍ
يَنْهَوْنَ
عَنِ
الْفَسَادِ
فِي
الْاَرْضِ
اِلَّا
قَل۪يلاً
مِمَّنْ
اَنْجَيْنَا
مِنْهُمْۚ
وَاتَّبَعَ
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
مَٓا
اُتْرِفُوا
ف۪يهِ
وَكَانُوا
مُجْرِم۪ينَ
١١٦
Felevlâ kâne mine-lkurûni min kablikum ulû bakiyyetin yenhevne ‘ani-lfesâdi fî-l-ardi illâ kalîlen mimmen enceynâ minhum(k) vettebe’a-lleżîne zalemû mâ utrifû fîhi vekânû mucrimîn(e)
Sizden önceki nesillerden aklı başında kimseler (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan alıkoysalardı ya! Ancak içlerinden kendilerini kurtardığımız pek az kimse bunu yapmıştı. Zulmedenler ise içinde şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve günahkâr kimseler oldular.
وَمَا
كَانَ
رَبُّكَ
لِيُهْلِكَ
الْقُرٰى
بِظُلْمٍ
وَاَهْلُهَا
مُصْلِحُونَ
١١٧
Vemâ kâne rabbuke liyuhlike-lkurâ bizulmin veehluhâ muslihûn(e)
Rabbin, halkları salih ve ıslah edici kimseler iken memleketleri zulmederek helak etmez.
وَلَوْ
شَٓاءَ
رَبُّكَ
لَجَعَلَ
النَّاسَ
اُمَّةً
وَاحِدَةً
وَلَا
يَزَالُونَ
مُخْتَلِف۪ينَۙ
١١٨
Velev şâe rabbuke lece’ale-nnâse ummeten vâhide(ten)(c) velâ yezâlûne muḣtelifîn(e)
Rabbin dileseydi insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı. Rabbinin, "Andolsun ki cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan (suçlularla) dolduracağım" sözü kesinleşti.
اِلَّا
مَنْ
رَحِمَ
رَبُّكَۜ
وَلِذٰلِكَ
خَلَقَهُمْۜ
وَتَمَّتْ
كَلِمَةُ
رَبِّكَ
لَاَمْلَـَٔنَّ
جَهَنَّمَ
مِنَ
الْجِنَّةِ
وَالنَّاسِ
اَجْمَع۪ينَ
١١٩
İllâ men rahime rabbuk(e)(c) veliżâlike ḣalekahum(k) vetemmet kelimetu rabbike leemleenne cehenneme mine-lcinneti ve-nnâsi ecme’în(e)
Rabbin dileseydi insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı. Rabbinin, "Andolsun ki cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan (suçlularla) dolduracağım" sözü kesinleşti.
وَكُلاًّ
نَقُصُّ
عَلَيْكَ
مِنْ
اَنْبَٓاءِ
الرُّسُلِ
مَا
نُثَبِّتُ
بِه۪
فُؤٰادَكَۚ
وَجَٓاءَكَ
ف۪ي
هٰذِهِ
الْحَقُّ
وَمَوْعِظَةٌ
وَذِكْرٰى
لِلْمُؤْمِن۪ينَ
١٢٠
Vekullen nekussu ‘aleyke min enbâ-i-rrusuli mâ nuśebbitu bihi fu-âdek(e)(c) vecâeke fî hâżihi-lhakku vemev’izatun veżikrâ lilmu/minîn(e)
(Ey Muhammed!) Peygamberlerin haberlerinden, kendileriyle senin kalbini pekiştirdiğimiz her bir haberi sana aktarıyoruz. Bunlarda, sana hak, mü'minlere de bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.
وَقُلْ
لِلَّذ۪ينَ
لَا يُؤْمِنُونَ
اعْمَلُوا
عَلٰى
مَكَانَتِكُمْۜ
اِنَّا
عَامِلُونَۙ
١٢١
Vekul lilleżîne lâ yu/minûne-’melû ‘alâ mekânetikum innâ ‘âmilûn(e)
İman etmeyenlere de ki: "Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız."
وَانْتَظِرُواۚ
اِنَّا
مُنْتَظِرُونَ
١٢٢
Ventazirû innâ muntazirûn(e)
"Bekleyin, biz de bekleyeceğiz."
وَلِلّٰهِ
غَيْبُ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَاِلَيْهِ
يُرْجَعُ
الْاَمْرُ
كُلُّهُ
فَاعْبُدْهُ
وَتَوَكَّلْ
عَلَيْهِۜ
وَمَا
رَبُّكَ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
١٢٣
Veli(A)llâhi ġaybu-ssemâvâti vel-ardi ve-ileyhi yurce’u-l-emru kulluhu fa’budhu vetevekkel ‘aleyh(i)(c) vemâ rabbuke biġâfilin ‘ammâ ta’melûn(e)
Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah'a mahsustur. Bütün işler ona döndürülür. Öyle ise ona kulluk et ve ona tevekkül et. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.