الْمُؤْمِنُونَ
Mü´minûn Suresi
قَدْ
اَفْلَحَ
الْمُؤْمِنُونَۙ
١
Kad efleha-lmu/minûn(e)
Mü'minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.
اَلَّذ۪ينَ
هُمْ
ف۪ي
صَلَاتِهِمْ
خَاشِعُونَۙ
٢
Elleżîne hum fî salâtihim ḣâşi’ûn(e)
Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.
وَالَّذ۪ينَ
هُمْ
عَنِ
اللَّغْوِ
مُعْرِضُونَۙ
٣
Velleżîne hum ‘ani-llaġvi mu’ridûn(e)
Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.
وَالَّذ۪ينَ
هُمْ
لِلزَّكٰوةِ
فَاعِلُونَۙ
٤
Velleżîne hum lizzekâti fâ’ilûn(e)
Onlar ki, zekatı öderler.
وَالَّذ۪ينَ
هُمْ
لِفُرُوجِهِمْ
حَافِظُونَۙ
٥
Velleżîne hum lifurûcihim hâfizûn(e)
Onlar ki, ırzlarını korurlar.
اِلَّا
عَلٰٓى
اَزْوَاجِهِمْ
اَوْ
مَا
مَلَكَتْ
اَيْمَانُهُمْ
فَاِنَّهُمْ
غَيْرُ
مَلُوم۪ينَۚ
٦
İllâ ‘alâ ezvâcihim ev mâ meleket eymânuhum fe-innehum ġayru melûmîn(e)
Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.
فَمَنِ
ابْتَغٰى
وَرَٓاءَ
ذٰلِكَ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الْعَادُونَۚ
٧
Femeni-bteġâ verâe żâlike feulâ-ike humu-l’âdûn(e)
Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşanlardır.
وَالَّذ۪ينَ
هُمْ
لِاَمَانَاتِهِمْ
وَعَهْدِهِمْ
رَاعُونَۙ
٨
Velleżîne hum li-emânâtihim ve’ahdihim râ’ûn(e)
Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riâyet ederler.
وَالَّذ۪ينَ
هُمْ
عَلٰى
صَلَوَاتِهِمْ
يُحَافِظُونَۢ
٩
Velleżîne hum ‘alâ salevâtihim yuhâfizûn(e)
Onlar ki, namazlarını kılmağa devam ederler.
اُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الْوَارِثُونَۙ
١٠
Ulâ-ike humu-lvâriśûn(e)
İşte bunlar varis olanların ta kendileridir.
اَلَّذ۪ينَ
يَرِثُونَ
الْفِرْدَوْسَۜ
هُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَ
١١
Elleżîne yeriśûne-lfirdevse hum fîhâ ḣâlidûn(e)
Onlar Firdevs cennetlerine varis olurlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
وَلَقَدْ
خَلَقْنَا
الْاِنْسَانَ
مِنْ
سُلَالَةٍ
مِنْ
ط۪ينٍۚ
١٢
Velekad ḣaleknâ-l-insâne min sulâletin min tîn(in)
Andolsun, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık.
ثُمَّ
جَعَلْنَاهُ
نُطْفَةً
ف۪ي
قَرَارٍ
مَك۪ينٍۖ
١٣
Śumme ce’alnâhu nutfeten fî karârin mekîn(in)
Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargaha (ana rahmine) yerleştirdik.
ثُمَّ
خَلَقْنَا
النُّطْفَةَ
عَلَقَةً
فَخَلَقْنَا
الْعَلَقَةَ
مُضْغَةً
فَخَلَقْنَا
الْمُضْغَةَ
عِظَاماً
فَكَسَوْنَا
الْعِظَامَ
لَحْماًۗ
ثُمَّ
اَنْشَأْنَاهُ
خَلْقاً
اٰخَرَۜ
فَتَبَارَكَ
اللّٰهُ
اَحْسَنُ
الْخَالِق۪ينَۜ
١٤
Śumme ḣaleknâ-nnutfete ‘alekaten feḣaleknâ-l’alekate mudġaten feḣaleknâ-lmudġate ‘izâmen fekesevnâ-l’izâme lahmen śümme enşe/nâhu ḣalkan âḣar(a)(c) fetebâraka(A)llâhu ahsenu-lḣâlikîn(e)
Sonra bu az suyu "alaka" haline getirdik. Alakayı da "mudga" yaptık. Bu "mudga"yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!
ثُمَّ
اِنَّكُمْ
بَعْدَ
ذٰلِكَ
لَمَيِّتُونَۜ
١٥
Śumme innekum ba’de żâlike lemeyyitûn(e)
Sonra (ey insanlar) siz bunun ardından muhakkak öleceksiniz.
ثُمَّ
اِنَّكُمْ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
تُبْعَثُونَ
١٦
Śumme innekum yevme-lkiyâmeti tub’aśûn(e)
Sonra yine muhakkak siz, kıyamet gününde (tekrar) diriltileceksiniz.
وَلَقَدْ
خَلَقْنَا
فَوْقَكُمْ
سَبْعَ
طَرَٓائِقَۗ
وَمَا
كُنَّا
عَنِ
الْخَلْقِ
غَافِل۪ينَ
١٧
Velekad ḣaleknâ fevkakum seb’a tarâ-ika vemâ kunnâ ‘ani-lḣalki ġâfilîn(e)
Andolsun, biz sizin üzerinizde yedi yol yarattık. Biz yarattıklarımızdan habersiz değiliz.
وَاَنْزَلْنَا
مِنَ
السَّمَٓاءِ
مَٓاءً
بِقَدَرٍ
فَاَسْكَنَّاهُ
فِي
الْاَرْضِۗ
وَاِنَّا
عَلٰى
ذَهَابٍ
بِه۪
لَقَادِرُونَۚ
١٨
Veenzelnâ mine-ssemâ-i mâen bikaderin feeskennâhu fî-l-ard(i)(s) ve-innâ ‘alâ żehâbin bihi lekâdirûn(e)
Biz gökten belli bir ölçüde su indirdik de (faydalanmanız için) onu yeryüzünde tuttuk. Bizim onu tamamen gidermeye de muhakkak gücümüz yeter.
فَاَنْشَأْنَا
لَكُمْ
بِه۪
جَنَّاتٍ
مِنْ
نَخ۪يلٍ
وَاَعْنَابٍۢ
لَكُمْ
ف۪يهَا
فَوَاكِهُ۬
كَث۪يرَةٌ
وَمِنْهَا
تَأْكُلُونَۙ
١٩
Feenşe/nâ lekum bihi cennâtin min neḣîlin vea’nâbin lekum fîhâ fevâkihu keśîratun veminhâ te/kulûn(e)
Onunla sizin için hurma bahçeleri ve üzüm bağları meydana getirdik. Bu bağ ve bahçelerde sizin için pek çok meyveler vardır ve siz onlardan yiyorsunuz.
وَشَجَرَةً
تَخْرُجُ
مِنْ
طُورِ
سَيْنَٓاءَ
تَنْبُتُ
بِالدُّهْنِ
وَصِبْغٍ
لِلْاٰكِل۪ينَ
٢٠
Veşeceraten taḣrucu min tûri seynâe tenbutu bi-dduhni vesibġin lilâkilîn(e)
Yine o su ile Sîna dağında biten bir ağaç (zeytin ağacı) yarattık ki hem yağ, hem de yiyenlere katık verir.
وَاِنَّ
لَكُمْ
فِي
الْاَنْعَامِ
لَعِبْرَةًۜ
نُسْق۪يكُمْ
مِمَّا
ف۪ي
بُطُونِهَا
وَلَكُمْ
ف۪يهَا
مَنَافِعُ
كَث۪يرَةٌ
وَمِنْهَا
تَأْكُلُونَۙ
٢١
Ve-inne lekum fî-l-en’âmi le’ibra(ten)(s) nuskîkum mimmâ fî butûnihâ velekum fîhâ menâfi’u keśîratun veminhâ te/kulûn(e)
Hayvanlarda sizin için elbette bir ibret vardır. Onların içlerindeki sütten size içiririz. Onlarda sizin için daha birçok faydalar da vardır ve onlardan yersiniz de.
وَعَلَيْهَا
وَعَلَى
الْفُلْكِ
تُحْمَلُونَ۟
٢٢
Ve’aleyhâ ve’alâ-lfulki tuhmelûn(e)
Onların üzerinde ve gemilerde taşınırsınız.
وَلَقَدْ
اَرْسَلْنَا
نُوحاً
اِلٰى
قَوْمِه۪
فَقَالَ
يَا
قَوْمِ
اعْبُدُوا
اللّٰهَ
مَا
لَكُمْ
مِنْ
اِلٰهٍ
غَيْرُهُۜ
اَفَلَا
تَتَّقُونَ
٢٣
Velekad erselnâ nûhan ilâ kavmihi fekâle yâ kavmi u’budû(A)llâhe mâ lekum min ilâhin ġayruh(u)(s) efelâ tettekûn(e)
Andolsun biz, Nûh'u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik de, "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yoktur. Allah'a karşı gelmekten hâlâ sakınmaz mısınız?" dedi.
فَقَالَ
الْمَلَؤُا
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
مِنْ
قَوْمِه۪
مَا
هٰذَٓا
اِلَّا
بَشَرٌ
مِثْلُكُمْۙ
يُر۪يدُ
اَنْ
يَتَفَضَّلَ
عَلَيْكُمْۜ
وَلَوْ
شَٓاءَ
اللّٰهُ
لَاَنْزَلَ
مَلٰٓئِكَةًۚ
مَا
سَمِعْنَا
بِهٰذَا
ف۪ٓي
اٰبَٓائِنَا
الْاَوَّل۪ينَۚ
٢٤
Fekâle-lmeleu-lleżîne keferû min kavmihi mâ hâżâ illâ beşerun miślukum yurîdu en yetefaddale ‘aleykum velev şâa(A)llâhu leenzele melâ-iketen mâ semi’nâ bihâżâ fî âbâ-inâ-l-evvelîn(e)
Bunun üzerine kendi kavminden inkar eden ileri gelenler şöyle dediler: "Bu ancak sizin gibi bir beşerdir, size üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah dileseydi bir melek gönderirdi. Biz önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık."
اِنْ
هُوَ
اِلَّا
رَجُلٌ
بِه۪
جِنَّةٌ
فَتَرَبَّصُوا
بِه۪
حَتّٰى
ح۪ينٍ
٢٥
İn huve illâ raculun bihi cinnetun feterabbesû bihi hattâ hîn(in)
"Bu, ancak cinnet getirmiş bir adamdır. Öyle ise bir müddet onu gözetleyiniz."
قَالَ
رَبِّ
انْصُرْن۪ي
بِمَا
كَذَّبُونِ
٢٦
Kâle rabbi-nsurnî bimâ keżżebûn(i)
(Nûh), "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!" dedi.
فَاَوْحَيْنَٓا
اِلَيْهِ
اَنِ
اصْنَعِ
الْفُلْكَ
بِاَعْيُنِنَا
وَوَحْيِنَا
فَاِذَا
جَٓاءَ
اَمْرُنَا
وَفَارَ
التَّنُّورُۙ
فَاسْلُكْ
ف۪يهَا
مِنْ
كُلٍّ
زَوْجَيْنِ
اثْنَيْنِ
وَاَهْلَكَ
اِلَّا
مَنْ
سَبَقَ
عَلَيْهِ
الْقَوْلُ
مِنْهُمْۚ
وَلَا
تُخَاطِبْن۪ي
فِي
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُواۚ
اِنَّهُمْ
مُغْرَقُونَ
٢٧
Feevhaynâ ileyhi eni-sne’i-lfulke bi-a’yuninâ vevahyinâ fe-iżâ câe emrunâ vefâra-ttennûru(ﻻ) fesluk fîhâ min kullin zevceyni-śneyni veehleke illâ men sebeka ‘aleyhi-lkavlu minhum(s) velâ tuḣâtibnî fî-lleżîne zalemû(s) innehum muġrakûn(e)
Bunun üzerine Nûh'a, "Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre o gemiyi yap" diye vahyettik. "Bizim emrimiz gelip de tandır kaynamaya başlayınca, (sular coşup taştığında Nûh'a) dedik ki: "Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de kendileri aleyhinde daha önce hüküm verilmiş olanlardan başka aileni gemiye al ve zulmeden kimseler hakkında bana hiç yalvarma! Şüphesiz onlar suda boğulacaklardır."
فَاِذَا
اسْتَوَيْتَ
اَنْتَ
وَمَنْ
مَعَكَ
عَلَى
الْفُلْكِ
فَقُلِ
الْحَمْدُ
لِلّٰهِ
الَّذ۪ي
نَجّٰينَا
مِنَ
الْقَوْمِ
الظَّالِم۪ينَ
٢٨
Fe-iżâ-steveyte ente vemen me’ake ‘alâ-lfulki fekuli-lhamdu li(A)llâhi-lleżî neccânâ mine-lkavmi-zzâlimîn(e)
Sen ve beraberindeki kimseler gemiye bindiğiniz zaman: "Bizi zalim kavmin elinden kurtaran Allah'a hamd olsun" de.
وَقُلْ
رَبِّ
اَنْزِلْن۪ي
مُنْزَلاً
مُبَارَكاً
وَاَنْتَ
خَيْرُ
الْمُنْزِل۪ينَ
٢٩
Vekul rabbi enzilnî munzelen mubâraken veente ḣayru-lmunzilîn(e)
Yine de ki: "Ey Rabbim! Beni bereketli bir yere kondur. Sen konuk edenlerin en hayırlısısın."
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَاتٍ
وَاِنْ
كُنَّا
لَمُبْتَل۪ينَ
٣٠
İnne fî żâlike leâyâtin ve-in kunnâ lemubtelîn(e)
Şüphesiz bu olayda ibretler vardır. Biz gerçekten (kullarımızı) imtihan ederiz.
ثُمَّ
اَنْشَأْنَا
مِنْ
بَعْدِهِمْ
قَرْناً
اٰخَر۪ينَۚ
٣١
Śumme enşe/nâ min ba’dihim karnen âḣarîn(e)
Sonra onların (Nûh kavminin) ardından başka bir nesil yarattık.
فَاَرْسَلْنَا
ف۪يهِمْ
رَسُولاً
مِنْهُمْ
اَنِ
اعْبُدُوا
اللّٰهَ
مَا
لَكُمْ
مِنْ
اِلٰهٍ
غَيْرُهُۜ
اَفَلَا
تَتَّقُونَ۟
٣٢
Feerselnâ fîhim rasûlen minhum eni-’budû(A)llâhe mâ lekum min ilâhin ġayruh(u)(s) efelâ tettekûn(e)
Onlara, kendilerinden, "Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur, hâlâ O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" diye öğüt veren bir peygamber gönderdik.
وَقَالَ
الْمَلَأُ
مِنْ
قَوْمِهِ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
وَكَذَّبُوا
بِلِقَٓاءِ
الْاٰخِرَةِ
وَاَتْرَفْنَاهُمْ
فِي
الْحَيٰوةِ
الدُّنْيَاۙ
مَا
هٰذَٓا
اِلَّا
بَشَرٌ
مِثْلُكُمْۙ
يَأْكُلُ
مِمَّا
تَأْكُلُونَ
مِنْهُ
وَيَشْرَبُ
مِمَّا
تَشْرَبُونَ
٣٣
Vekâle-lmeleu min kavmihi-lleżîne keferû vekeżżebû bilikâ-i al-âḣirati veetrafnâhum fî-lhayâti-ddunyâ mâ hâżâ illâ beşerun miślukum ye/kulu mimmâ te/kulûne minhu veyeşrabu mimmâ teşrabûn(e)
O peygamberin kavminden, Allah'ı inkar eden, ahireti yalanlayan ve bizim dünya hayatında kendilerine bol bol nimet verdiğimiz ileri gelenler şöyle dediler: "O da ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğiniz şeylerden yiyor, içtiğiniz şeylerden içiyor."
وَلَئِنْ
اَطَعْتُمْ
بَشَراً
مِثْلَكُمْ
اِنَّكُمْ
اِذاً
لَخَاسِرُونَ
٣٤
Vele-in eta’tum beşeran miślekum innekum iżen leḣâsirûn(e)
"Andolsun, kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz mutlaka ziyana uğrarsınız."
اَيَعِدُكُمْ
اَنَّكُمْ
اِذَا
مِتُّمْ
وَكُنْتُمْ
تُرَاباً
وَعِظَاماً
اَنَّكُمْ
مُخْرَجُونَۖ
٣٥
Eya’idukum ennekum iżâ mittum vekuntum turâben ve’izâmen ennekum muḣracûn(e)
"O, öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman sizin tekrar mutlaka (diriltilip) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?"
هَيْهَاتَ
هَيْهَاتَ
لِمَا
تُوعَدُونَۖ
٣٦
Heyhâte heyhâte limâ tû’adûn(e)
"Halbuki bu size vaad olunan şey, ne kadar da uzak!"
اِنْ
هِيَ
اِلَّا
حَيَاتُنَا
الدُّنْيَا
نَمُوتُ
وَنَحْيَا
وَمَا
نَحْنُ
بِمَبْعُوث۪ينَۖ
٣٧
İn hiye illâ hayâtunâ-ddunyâ nemûtu venahyâ vemâ nahnu bimeb’ûśîn(e)
"Hayat, bu dünya hayatından ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Biz tekrar diriltilecek değiliz."
اِنْ
هُوَ
اِلَّا
رَجُلٌۨ
افْـتَرٰى
عَلَى
اللّٰهِ
كَذِباً
وَمَا
نَحْنُ
لَهُ
بِمُؤْمِن۪ينَ
٣٨
İn hiye illâ hayâtunâ-ddunyâ nemûtu venahyâ vemâ nahnu bimeb’ûśîn(e)
"Bu, Allah'a karşı yalan uyduran bir kimseden başkası değildir. Biz ona inanmayız."
قَالَ
رَبِّ
انْصُرْن۪ي
بِمَا
كَذَّبُونِ
٣٩
Kâle rabbi-nsurnî bimâ keżżebûn(i)
O peygamber, "Ey Rabbim! Yalanlamalarına karşı bana yardım et!" dedi.
قَالَ
عَمَّا
قَل۪يلٍ
لَيُصْبِحُنَّ
نَادِم۪ينَۚ
٤٠
Kâle ‘ammâ kalîlin leyusbihunne nâdimîn(e)
Allah, "Yakın zamanda mutlaka pişman olacaklardır!" dedi.
فَاَخَذَتْهُمُ
الصَّيْحَةُ
بِالْحَقِّ
فَجَعَلْنَاهُمْ
غُـثَٓاءًۚ
فَبُعْداً
لِلْقَوْمِ
الظَّالِم۪ينَ
٤١
Feaḣażet-humu-ssayhatu bilhakki fece’alnâhum ġuśâ-â(en)(c) febu’den lilkavmi-zzâlimîn(e)
Derken onları o korkunç ses kaçınılmaz olarak kıskıvrak yakalayıverdi de kendilerini çör-çöp yığını haline getirdik. Zalimler topluluğu Allah'ın rahmetinden uzak olsun!
ثُمَّ
اَنْشَأْنَا
مِنْ
بَعْدِهِمْ
قُرُوناً
اٰخَر۪ينَۜ
٤٢
Śumme enşe/nâ min ba’dihim kurûnen âḣarîn(e)
Sonra bunların arkalarından başka nesiller yarattık.
مَا
تَسْبِقُ
مِنْ
اُمَّةٍ
اَجَلَهَا
وَمَا
يَسْتَأْخِرُونَۜ
٤٣
Mâ tesbiku min ummetin ecelehâ vemâ yeste/ḣirûn(e)
Hiçbir ümmet, kendi ecelinin önüne geçemez, onu geciktiremez de.
ثُمَّ
اَرْسَلْنَا
رُسُلَنَا
تَتْرَاۜ
كُلَّمَا
جَٓاءَ
اُمَّةً
رَسُولُهَا
كَذَّبُوهُ
فَاَتْبَعْنَا
بَعْضَهُمْ
بَعْضاً
وَجَعَلْنَاهُمْ
اَحَاد۪يثَۚ
فَبُعْداً
لِقَوْمٍ
لَا
يُؤْمِنُونَ
٤٤
Śumme erselnâ rusulenâ tetrâ kulle mâ câe ummeten rasûluhâ keżżebûh(u)(s) feetba’nâ ba’dahum ba’dan vece’alnâhum ehâdîś(e)(c) febu’den likavmin lâ yu/minûn(e)
Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete kendi peygamberi geldikçe onu yalanladılar. Biz de onları birbiri ardından helak ettik ve onları birer ibretli hikaye yaptık. Artık inanmayan bir kavim Allah'ın rahmetinden uzak olsun!
ثُمَّ
اَرْسَلْنَا
مُوسٰى
وَاَخَاهُ
هٰرُونَ
بِاٰيَاتِنَا
وَسُلْطَانٍ
مُب۪ينٍۙ
٤٥
Śumme erselnâ mûsâ veeḣâhu hârûne bi-âyâtinâ vesultânin mubîn(in)
Sonra Mûsâ ve kardeşi Hârûn'u mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun ve ileri gelenlerine peygamber olarak gönderdik de (onlar) büyüklük tasladılar ve kendilerini büyük görüp böbürlenen bir topluluk oldular.
اِلٰى
فِرْعَوْنَ
وَمَلَا۬ئِه۪
فَاسْتَكْـبَرُوا
وَكَانُوا
قَوْماً
عَال۪ينَۚ
٤٦
İlâ fir’avne vemele-ihi festekberû vekânû kavmen ‘âlîn(e)
Sonra Mûsâ ve kardeşi Hârûn'u mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun ve ileri gelenlerine peygamber olarak gönderdik de (onlar) büyüklük tasladılar ve kendilerini büyük görüp böbürlenen bir topluluk oldular.
فَقَالُٓوا
اَنُؤْمِنُ
لِبَشَرَيْنِ
مِثْلِنَا
وَقَوْمُهُمَا
لَنَا
عَابِدُونَۚ
٤٧
Fekâlû enu/minu libeşerayni miślinâ vekavmuhumâ lenâ ‘âbidûn(e)
Bu yüzden, "Kavimleri bize kul köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız" dediler.
فَكَذَّبُوهُمَا
فَكَانُوا
مِنَ
الْمُهْلَك۪ينَ
٤٨
Fekeżżebûhumâ fekânû mine-lmuhlekîn(e)
Böylece ikisini de yalanladılar, bu yüzden de helak edilenlerden oldular.
وَلَقَدْ
اٰتَيْنَا
مُوسَى
الْكِتَابَ
لَعَلَّهُمْ
يَهْتَدُونَ
٤٩
Velekad âteynâ mûsâ-lkitâbe le’allehum yehtedûn(e)
Andolsun, hidayete ersinler diye Mûsâ'ya Kitabı (Tevrat'ı) verdik.
وَجَعَلْنَا
ابْنَ
مَرْيَمَ
وَاُمَّهُٓ
اٰيَةً
وَاٰوَيْنَاهُمَٓا
اِلٰى
رَبْوَةٍ
ذَاتِ
قَرَارٍ
وَمَع۪ينٍ۟
٥٠
Vece’alnâ-bne meryeme ve ummehu âyeten ve âveynâhumâ ilâ rabvetin żâti karârin vema’în(in)
Meryem oğlu İsa'yı ve annesini büyük bir mucize kıldık ve her ikisini de oturmaya elverişli, akarsulu yüksek bir yere yerleştirdik.
يَٓا
اَيُّهَا
الرُّسُلُ
كُلُوا
مِنَ
الطَّيِّبَاتِ
وَاعْمَلُوا
صَالِحاًۜ
اِنّ۪ي
بِمَا
تَعْمَلُونَ
عَل۪يمٌۜ
٥١
Yâ eyyuhâ-rrusulu kulû mine-ttayyibâti va’melû sâlihâ(an)(s) innî bimâ ta’melûne ‘alîm(un)
Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Doğrusu ben, sizin yaptığınız şeyleri tamamen bilirim.
وَاِنَّ
هٰذِه۪ٓ
اُمَّتُكُمْ
اُمَّةً
وَاحِدَةً
وَاَنَا۬
رَبُّكُمْ
فَاتَّقُونِ
٥٢
Ve-inne hâżihi ummetukum ummeten vâhideten ve enâ rabbukum fettekûn(i)
Şüphesiz bu (İslâm) tek bir din olarak sizin dininizdir. Ben de Rabbinizim. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının.
فَـتَقَطَّـعُٓوا
اَمْرَهُمْ
بَيْنَهُمْ
زُبُراًۜ
كُلُّ
حِزْبٍ
بِمَا
لَدَيْهِمْ
فَرِحُونَ
٥٣
Fetekatta’û emrahum beynehum zuburâ(an)(s) kullu hizbin bimâ ledeyhim ferihûn(e)
(İnsanlar ise, din) işlerini kendi aralarında parça parça ettiler. Her grup kendinde bulunan ile sevinmektedir.
فَذَرْهُمْ
ف۪ي
غَمْرَتِهِمْ
حَتّٰى
ح۪ينٍ
٥٤
Feżerhum fî ġamratihim hattâ hîn(in)
Ey Muhammed! Sen onları bir zamana kadar, gaflet ve şaşkınlıklarıyla baş başa bırak!
اَيَحْسَبُونَ
اَنَّمَا
نُمِدُّهُمْ
بِه۪
مِنْ
مَالٍ
وَبَن۪ينَۙ
٥٥
Eyahsebûne ennemâ numidduhum bihi min mâlin vebenîn(e)
Kendilerine bol bol verdiğimiz mal ve evlatla onların iyiliğine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır onlar farkına varmıyorlar!
نُسَارِعُ
لَهُمْ
فِي
الْخَيْرَاتِۜ
بَلْ
لَا
يَشْعُرُونَ
٥٦
Nusâri’u lehum fî-lḣayrât(i)(c) bel lâ yeş’urûn(e)
Kendilerine bol bol verdiğimiz mal ve evlatla onların iyiliğine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır onlar farkına varmıyorlar!
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
هُمْ
مِنْ
خَشْيَةِ
رَبِّهِمْ
مُشْفِقُونَۙ
٥٧
İnne-lleżîne hum min ḣaşyeti rabbihim muşfikûn(e)
Rablerinin azametinden korkup titreyenler,
وَالَّذ۪ينَ
هُمْ
بِاٰيَاتِ
رَبِّهِمْ
يُؤْمِنُونَۙ
٥٨
Velleżîne hum bi-âyâti rabbihim yu/minûn(e)
Rablerinin âyetlerine inananlar,
وَالَّذ۪ينَ
هُمْ
بِرَبِّهِمْ
لَا
يُشْرِكُونَۙ
٥٩
Velleżîne hum birabbihim lâ yuşrikûn(e)
Rablerine ortak koşmayanlar,
وَالَّذ۪ينَ
يُؤْتُونَ
مَٓا
اٰتَوْا
وَقُلُوبُهُمْ
وَجِلَةٌ
اَنَّهُمْ
اِلٰى
رَبِّهِمْ
رَاجِعُونَۙ
٦٠
Velleżîne yu/tûne mâ âtev vekulûbuhum veciletun ennehum ilâ rabbihim râci’ûn(e)
Rabblerine dönecekleri için verdiklerini kalpleri ürpererek verenler,
اُو۬لٰٓئِكَ
يُسَارِعُونَ
فِي
الْخَيْرَاتِ
وَهُمْ
لَهَا
سَابِقُونَ
٦١
Ulâ-ike yusâri’ûne fî-lḣayrâti vehum lehâ sâbikûn(e)
İşte bunlar hayır işlerine koşuşurlar ve o uğurda öne geçerler.
وَلَا نُكَلِّفُ
نَفْساً
اِلَّا
وُسْعَهَا
وَلَدَيْنَا
كِتَابٌ
يَنْطِقُ
بِالْحَقِّ
وَهُمْ
لَا
يُظْلَمُونَ
٦٢
Velâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ(s) veledeynâ kitâbun yentiku bilhakk(i)(c) vehum lâ yuzlemûn(e)
Biz hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyiz. Katımızda hakkı söyleyen bir kitab vardır. Onlar zulme, haksızlığa uğratılmazlar.
بَلْ
قُلُوبُهُمْ
ف۪ي
غَمْرَةٍ
مِنْ
هٰذَا
وَلَهُمْ
اَعْمَالٌ
مِنْ
دُونِ
ذٰلِكَ
هُمْ
لَهَا
عَامِلُونَ
٦٣
Bel kulûbuhum fî ġamratin min hâżâ velehum a’mâlun min dûni żâlike hum lehâ ‘âmilûn(e)
Ancak kafirlerin kalbleri bu Kur'an'a karşı bir gaflet içindedir. Onların bundan başka yapageldikleri birtakım (kötü) işleri de vardır.
حَتّٰٓى
اِذَٓا
اَخَذْنَا
مُتْرَف۪يهِمْ
بِالْعَذَابِ
اِذَا
هُمْ
يَجْـَٔرُونَۜ
٦٤
Hattâ iżâ eḣażnâ mutrafîhim bil’ażâbi iżâ hum yec-erûn(e)
Nihayet refah ve bolluk içinde olanlarını azapla kıskıvrak yakaladığımız zaman, bakmışsın ki feryat edip duruyorlar
لَا
تَجْـَٔرُوا
الْيَوْمَ
اِنَّكُمْ
مِنَّا
لَا
تُنْصَرُونَ
٦٥
Lâ tec-erû-lyevm(e)(s) innekum minnâ lâ tunsarûn(e)
Boşuna feryat edip durmayın bugün. Zira bizden yardım görmeyeceksiniz.
قَدْ
كَانَتْ
اٰيَات۪ي
تُتْلٰى
عَلَيْكُمْ
فَكُنْتُمْ
عَلٰٓى
اَعْقَابِكُمْ
تَنْكِصُونَۙ
٦٦
Kad kânet âyâtî tutlâ ‘aleykum fekuntum ‘alâ a’kâbikum tenkisûn(e)
Çünkü âyetlerim size okunurdu da siz buna karşı büyüklük taslayarak arkanızı döner geceleyin toplanıp hezeyanlar savururdunuz.
مُسْتَكْبِر۪ينَ
بِه۪ۗ
سَامِراً
تَهْجُرُونَ
٦٧
Mustekbirîne bihi sâmiran tehcurûn(e)
Çünkü âyetlerim size okunurdu da siz buna karşı büyüklük taslayarak arkanızı döner geceleyin toplanıp hezeyanlar savururdunuz.
اَفَلَمْ
يَدَّبَّرُوا
الْقَوْلَ
اَمْ
جَٓاءَهُمْ
مَا
لَمْ
يَأْتِ
اٰبَٓاءَهُمُ
الْاَوَّل۪ينَۘ
٦٨
Efelem yeddebberû-lkavle em câehum mâ lem ye/ti âbâehumu-l-evvelîn(e)
Onlar bu sözü (Kur'an'ı) hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, önceki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?
اَمْ
لَمْ
يَعْرِفُوا
رَسُولَهُمْ
فَهُمْ
لَهُ
مُنْكِرُونَۘ
٦٩
Em lem ya’rifû rasûlehum fehum lehu munkirûn(e)
Ya da onlar henüz kendi peygamberlerini tanımadılar da o yüzden mi onu inkar ediyorlar?
اَمْ
يَقُولُونَ
بِه۪
جِنَّةٌۜ
بَلْ
جَٓاءَهُمْ
بِالْحَقِّ
وَاَكْثَرُهُمْ
لِلْحَقِّ
كَارِهُونَ
٧٠
Em yekûlûne bihi cinne(tun)(c) bel câehum bilhakki veekśeruhum lilhakki kârihûn(e)
Yoksa "O cinnet getirmiş" mi diyorlar? Hayır o, onlara hakkı getirdi. Halbuki onların pek çoğu haktan hoşlanmamaktadırlar.
وَلَوِ
اتَّبَعَ
الْحَقُّ
اَهْوَٓاءَهُمْ
لَفَسَدَتِ
السَّمٰوَاتُ
وَالْاَرْضُ
وَمَنْ
ف۪يهِنَّۜ
بَلْ
اَتَيْنَاهُمْ
بِذِكْرِهِمْ
فَهُمْ
عَنْ
ذِكْرِهِمْ
مُعْرِضُونَۜ
٧١
Velevi-ttebe’a-lhakku ehvâehum lefesedeti-ssemâvâtu vel-ardu vemen fîhin(ne)(c) bel eteynâhum biżikrihim fehum ‘an żikrihim mu’ridûn(e)
Eğer hak onların arzularına uysaydı gökler ile yer ve onlarda bulunanlar elbette bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şereflerini (Kur'an'ı) getirdik. Onlar ise bu şereflerinden yüz çeviriyorlar.
اَمْ
تَسْـَٔلُهُمْ
خَرْجاً
فَخَرَاجُ
رَبِّكَ
خَيْرٌۗ
وَهُوَ
خَيْرُ
الرَّازِق۪ينَ
٧٢
Em tes-eluhum ḣarcen feḣarâcu rabbike ḣayr(un)(s) vehuve ḣayru-rrâzikîn(e)
Ey Muhammed! Yoksa sen onlardan bir vergi mi istiyorsun (da inanmıyorlar)? Rabbinin vergisi daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
وَاِنَّكَ
لَتَدْعُوهُمْ
اِلٰى
صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ
٧٣
Ve-inneke leted’ûhum ilâ sirâtin mustekîm(in)
Şüphesiz sen onları doğru bir yola çağırıyorsun.
وَاِنَّ
الَّذ۪ينَ
لَا
يُؤْمِنُونَ
بِالْاٰخِرَةِ
عَنِ
الصِّرَاطِ
لَنَاكِبُونَ
٧٤
Ve-inne-lleżîne lâ yu/minûne bil-âḣirati ‘ani-ssirâti lenâkibûn(e)
Fakat ahirete inanmayanlar, ısrarla bu yoldan çıkmaktadırlar.
وَلَوْ
رَحِمْنَاهُمْ
وَكَشَفْنَا
مَا
بِهِمْ
مِنْ
ضُرٍّ
لَلَجُّوا
ف۪ي
طُغْيَانِهِمْ
يَعْمَهُونَ
٧٥
Velev rahimnâhum vekeşefnâ mâ bihim min durrin leleccû fî tuġyânihim ya’mehûn(e)
Biz onlara merhamet edip başlarına gelen zararı giderseydik yine de azgınlıkları içinde bocalayıp kalırlardı.
وَلَقَدْ
اَخَذْنَاهُمْ
بِالْعَذَابِ
فَمَا
اسْتَكَانُوا
لِرَبِّهِمْ
وَمَا
يَتَضَرَّعُونَ
٧٦
Velekad eḣażnâhum bil’ażâbi femâ-stekânû lirabbihim vemâ yetedarra’ûn(e)
Andolsun, biz onları azap ile kıskıvrak yakaladık da yine Rablerine boyun eğmediler ve ona yalvarıp yakarmadılar.
حَتّٰٓى
اِذَا
فَتَحْنَا
عَلَيْهِمْ
بَاباً
ذَا
عَذَابٍ
شَد۪يدٍ
اِذَا
هُمْ
ف۪يهِ
مُبْلِسُونَ۟
٧٧
Hattâ iżâ fetahnâ ‘aleyhim bâben żâ ‘ażâbin şedîdin iżâ hum fîhi mublisûn(e)
Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımızda bir de bakarsın onun içinde ümitsizliğe düşüvereceklerdir.
وَهُوَ
الَّـذ۪ٓي
اَنْشَاَ
لَكُمُ
السَّمْعَ
وَالْاَبْصَارَ
وَالْاَفْـِٔدَةَۜ
قَل۪يلاً
مَا
تَشْكُرُونَ
٧٨
Vehuve-lleżî enşee lekumu-ssem’a vel-ebsâra vel-ef-ide(te)(c) kalîlen mâ teşkurûn(e)
Halbuki O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!
وَهُوَ
الَّذ۪ي
ذَرَاَكُمْ
فِي
الْاَرْضِ
وَاِلَيْهِ
تُحْشَرُونَ
٧٩
Vehuve-lleżî żeraekum fî-l-ardi ve-ileyhi tuhşerûn(e)
O, sizi yeryüzünde yaratıp türetendir. Sadece O'nun huzurunda toplanacaksınız.
وَهُوَ
الَّذ۪ي
يُحْـي۪
وَيُم۪يتُ
وَلَهُ
اخْتِلَافُ
الَّيْلِ
وَالنَّهَارِۜ
اَفَلَا تَعْقِلُونَ
٨٠
Vehuve-lleżî yuhyî veyumîtu velehu-ḣtilâfu-lleyli ve-nnehâr(i)(c) efelâ ta’kilûn(e)
O, diriltendir, öldürendir. Gece ile gündüzün birbirini takib etmesi de O'na aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?
بَلْ
قَالُوا
مِثْلَ
مَا
قَالَ
الْاَوَّلُونَ
٨١
Bel kâlû miśle mâkâle-l-evvelûn(e)
Hayır onlar, öncekilerin söyledikleri sözler gibi sözler ettiler.
قَالُٓوا
ءَاِذَا
مِتْنَا
وَكُنَّا
تُرَاباً
وَعِظَاماً
ءَاِنَّا
لَمَبْعُوثُونَ
٨٢
Kâlû e-iżâ mitnâ vekunnâ turâben ve’izâmen e-innâ lemeb’ûśûn(e)
Dediler ki: "Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra mı tekrar diriltileceğiz?"
لَقَدْ
وُعِدْنَا
نَحْنُ
وَاٰبَٓاؤُ۬نَا
هٰذَا
مِنْ
قَبْلُ
اِنْ
هٰذَٓا
اِلَّٓا
اَسَاط۪يرُ
الْاَوَّل۪ينَ
٨٣
Lekad vu’idnâ nahnu ve âbâunâ hâżâ min kablu in hâżâ illâ esâtîru-l-evvelîn(e)
Andolsun, biz de bizden önce atalarımız da bununla tehdit edildik. Bu öncekilerin uydurduğu masallardan başka bir şey değildir.
قُلْ
لِمَنِ
الْاَرْضُ
وَمَنْ
ف۪يهَٓا
اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
٨٤
Lekad vu’idnâ nahnu ve âbâunâ hâżâ min kablu in hâżâ illâ esâtîru-l-evvelîn(e)
De ki: "Eğer biliyorsanız söyleyin: Yer ve yerde bulunanlar kime aittir?"
سَيَقُولُونَ
لِلّٰهِۜ
قُلْ
اَفَلَا
تَذَكَّرُونَ
٨٥
Seyekûlûne li(A)llâh(i)(c) kul efelâ teżekkerûn(e)
Allah'ındır" diyecekler. "Öyle ise siz hiç düşünüp öğüt almaz mısınız?" de.
قُلْ
مَنْ
رَبُّ
السَّمٰوَاتِ
السَّبْعِ
وَرَبُّ
الْعَرْشِ
الْعَظ۪يمِ
٨٦
Kul men rabbu-ssemâvâti-sseb’i verabbu-l’arşi-l’azîm(i)
De ki: "Yedi kat göklerin Rabbi, büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"
سَيَقُولُونَ
لِلّٰهِۜ
قُلْ
اَفَلَا
تَتَّقُونَ
٨٧
Seyekûlûne li(A)llâh(i)(c) kul efelâ tettekûn(e)
."Allah'ındır" diyecekler. "Öyle ise ona karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de.
قُلْ
مَنْ
بِيَدِه۪
مَلَكُوتُ
كُلِّ
شَيْءٍ
وَهُوَ
يُج۪يرُ
وَلَا
يُجَارُ
عَلَيْهِ
اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
٨٨
Kul men biyedihi melekûtu kulli şey-in vehuve yucîru velâ yucâru ‘aleyhi in kuntum ta’lemûn(e)
De ki: "Eğer biliyorsanız söyleyin: Her şeyin hükümranlığı elinde olan, kendisi koruyan, kendisine karşı korunulamaz olan kimdir?"
سَيَقُولُونَ
لِلّٰهِۜ
قُلْ
فَاَنّٰى
تُسْحَرُونَ
٨٩
Seyekûlûne li(A)llâh(i)(c) kul feennâ tusharûn(e)
"Allah'ındır" diyecekler. "Öyle ise nasıl aldanıyorsunuz?" de.
بَلْ
اَتَيْنَاهُمْ
بِالْحَقِّ
وَاِنَّهُمْ
لَكَاذِبُونَ
٩٠
Bel eteynâhum bilhakki ve-innehum lekâżibûn(e)
Hayır, biz onlara gerçeği getirdik, fakat onlar kesinlikle yalancıdırlar.
مَا
اتَّخَذَ
اللّٰهُ
مِنْ
وَلَدٍ
وَمَا
كَانَ
مَعَهُ
مِنْ
اِلٰهٍ
اِذاً
لَذَهَبَ
كُلُّ
اِلٰهٍ
بِمَا
خَلَقَ
وَلَعَلَا
بَعْضُهُمْ
عَلٰى
بَعْضٍۜ
سُبْحَانَ
اللّٰهِ
عَمَّا
يَصِفُونَۙ
٩١
Mâ-tteḣaża(A)llâhu min veledin vemâ kâne me’ahu min ilâh(in)(c) iżen leżehebe kullu ilâhin bimâ ḣaleka vele’alâ ba’duhum ‘alâ ba’d(in)(c) subhâna(A)llâhi ‘ammâ yasifûn(e)
Allah hiçbir çocuk edinmemiştir. Onunla birlikte başka hiçbir ilah yoktur. Öyle olsaydı her ilah kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Gaybı da, görülen âlemi de bilen Allah, onların yakıştırdığı nitelemelerden uzaktır. Onların koştukları ortaklardan çok yücedir.
عَالِمِ
الْغَيْبِ
وَالشَّهَادَةِ
فَتَعَالٰى
عَمَّا
يُشْرِكُونَ۟
٩٢
‘Âlimi-lġaybi ve-şşehâdeti fete’âlâ ‘ammâ yuşrikûn(e)
Allah hiçbir çocuk edinmemiştir. Onunla birlikte başka hiçbir ilah yoktur. Öyle olsaydı her ilah kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Gaybı da, görülen âlemi de bilen Allah, onların yakıştırdığı nitelemelerden uzaktır. Onların koştukları ortaklardan çok yücedir.
قُلْ
رَبِّ
اِمَّا
تُرِيَنّ۪ي
مَا
يُوعَدُونَۙ
٩٣
Kul rabbi immâ turiyennî mâ yû’adûn(e)
De ki: "Ey Rabbim! Onlara yöneltilen tehditleri bana mutlaka göstereceksen, beni o zalim milletin içinde bulundurma."
رَبِّ
فَلَا
تَجْعَلْن۪ي
فِي
الْقَوْمِ
الظَّالِم۪ينَ
٩٤
Rabbi felâ tec’alnî fî-lkavmi-zzâlimîn(e)
De ki: "Ey Rabbim! Onlara yöneltilen tehditleri bana mutlaka göstereceksen, beni o zalim milletin içinde bulundurma."
وَاِنَّا
عَلٰٓى
اَنْ
نُرِيَكَ
مَا
نَعِدُهُمْ
لَقَادِرُونَ
٩٥
Ve-innâ ‘alâ en nuriyeke mâ ne’iduhum lekâdirûn(e)
Bizim onlara yönelttiğimiz tehditleri sana göstermeye elbette gücümüz yeter.
اِدْفَعْ
بِالَّت۪ي
هِيَ
اَحْسَنُ
السَّيِّئَةَۜ
نَحْنُ
اَعْلَمُ
بِمَا
يَصِفُونَ
٩٦
İdfa’ billetî hiye ahsenu-sseyyi-e(te)(c) nahnu a’lemu bimâ yasifûn(e)
Kötülüğü, en güzel olan şeyle uzaklaştır. Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri daha iyi biliriz.
وَقُلْ
رَبِّ
اَعُوذُ
بِكَ
مِنْ
هَمَزَاتِ
الشَّيَاط۪ينِۙ
٩٧
Vekul rabbi e’ûżu bike min hemezâti-şşeyâtîn(i)
De ki: "Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım."
وَاَعُوذُ
بِكَ
رَبِّ
اَنْ
يَحْضُرُونِ
٩٨
Ve e’ûżu bike rabbi en yahdurûn(i)
"Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım."
حَتّٰٓى
اِذَا
جَٓاءَ
اَحَدَهُمُ
الْمَوْتُ
قَالَ
رَبِّ
ارْجِعُونِۙ
٩٩
Hattâ iżâ câe ehadehumu-lmevtu kâle rabbi-rci’ûn(i)
Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.
لَعَلّ۪ٓي
اَعْمَلُ
صَالِحاً
ف۪يمَا
تَرَكْتُ
كَلَّاۜ
اِنَّهَا
كَلِمَةٌ
هُوَ
قَٓائِلُهَاۜ
وَمِنْ
وَرَٓائِهِمْ
بَرْزَخٌ
اِلٰى
يَوْمِ
يُبْعَثُونَ
١٠٠
Le’allî a’melu sâlihan fîmâ terakt(u)(c) kellâ(c) innehâ kelimetun huve kâ-iluhâ(s) vemin verâ-ihim berzeḣun ilâ yevmi yub’aśûn(e)
Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.
فَاِذَا
نُفِـخَ
فِي
الصُّورِ
فَلَٓا
اَنْسَابَ
بَيْنَهُمْ
يَوْمَئِذٍ
وَلَا
يَتَسَٓاءَلُونَ
١٠١
Fe-iżâ nufiḣa fî-ssûri felâ ensâbe beynehum yevme-iżin velâ yetesâelûn(e)
Sûr'a üfürüldüğü zaman, (işte) o gün ne aralarında soy-sop yakınlığı kalacak, ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.
فَمَنْ
ثَقُلَتْ
مَوَاز۪ينُهُ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
١٠٢
Femen śekulet mevâzînuhu feulâ-ike humu-lmuflihûn(e)
Artık kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
وَمَنْ
خَفَّتْ
مَوَاز۪ينُهُ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
خَسِرُٓوا
اَنْفُسَهُمْ
ف۪ي
جَهَنَّمَ
خَالِدُونَۚ
١٠٣
Vemen ḣaffet mevâzînuhu feulâ-ike-lleżîne ḣasirû enfusehum fî cehenneme ḣâlidûn(e)
Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedi kalacaklardır.
تَلْفَحُ
وُجُوهَهُمُ
النَّارُ
وَهُمْ
ف۪يهَا
كَالِحُونَ
١٠٤
Telfehu vucûhehumu-nnâru vehum fîhâ kâlihûn(e)
Ateş yüzlerini yalar ve onlar orada sırıtır kalırlar.
اَلَمْ
تَكُنْ
اٰيَات۪ي
تُتْلٰى
عَلَيْكُمْ
فَكُنْتُمْ
بِهَا
تُكَذِّبُونَ
١٠٥
Elem tekun âyâtî tutlâ ‘aleykum fekuntum bihâ tukeżżibûn(e)
Allah, "Âyetlerim size okunuyordu da siz onları yalanlıyordunuz, değil mi?" der.
قَالُوا
رَبَّـنَا
غَلَبَتْ
عَلَيْنَا
شِقْوَتُنَا
وَكُنَّا
قَوْماً
ضَٓالّ۪ينَ
١٠٦
Kâlû rabbenâ ġalebet ‘aleynâ şikvetunâ vekunnâ kavmen dâllîn(e)
Onlar da şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Biz azgınlığımıza yenik düştük ve sapık bir toplum olduk."
رَبَّـنَٓا
اَخْرِجْنَا
مِنْهَا
فَاِنْ
عُدْنَا
فَاِنَّا
ظَالِمُونَ
١٠٧
Rabbenâ aḣricnâ minhâ fe-in ‘udnâ fe-innâ zâlimûn(e)
"Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (tekrar günaha) dönersek şüphesiz kendimize zulmetmiş oluruz."
قَالَ
اخْسَؤُ۫ا
ف۪يهَا
وَلَا
تُكَلِّمُونِ
١٠٨
Kâle-ḣseû fîhâ velâ tukellimûn(i)
Allah, "Aşağılık içinde kalın orada, artık benimle konuşmayın!" der.
اِنَّهُ
كَانَ
فَر۪يقٌ
مِنْ
عِبَاد۪ي
يَقُولُونَ
رَبَّـنَٓا
اٰمَنَّا
فَاغْفِرْ
لَنَا
وَارْحَمْنَا
وَاَنْتَ
خَيْرُ
الرَّاحِم۪ينَۚ
١٠٩
İnnehu kâne ferîkun min ‘ibâdî yekûlûne rabbenâ âmennâ faġfir lenâ verhamnâ veente ḣayru-rrâhimîn(e)
Kullarımdan, "Ey Rabbimiz! Biz inandık, bizi bağışla, bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın" diyen bir grup var idi.
فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ
سِخْرِياًّ
حَتّٰٓى
اَنْسَوْكُمْ
ذِكْر۪ي
وَكُنْتُمْ
مِنْهُمْ
تَضْحَكُونَ
١١٠
Fetteḣażtumûhum siḣriyyen hattâ ensevkum żikrî vekuntum minhum tedhakûn(e)
Siz ise onlarla alay ediyordunuz. O kadar ki onlar size beni anmayı unutturdu. Onlara hep gülüyordunuz.
اِنّ۪ي
جَزَيْتُهُمُ
الْيَوْمَ
بِمَا
صَبَرُٓواۙ
اَنَّهُمْ
هُمُ
الْفَٓائِزُونَ
١١١
İnnî cezeytuhumu-lyevme bimâ saberû ennehum humu-lfâ-izûn(e)
Sabretmiş olmaları sebebiyle, bugün ben onları mükafatlandırdım. Şüphesiz onlar başarıya erenlerin ta kendileridir.
قَالَ
كَمْ
لَبِثْتُمْ
فِي
الْاَرْضِ
عَدَدَ
سِن۪ينَ
١١٢
Kâle kem lebiśtum fî-l-ardi ‘adede sinîn(e)
Allah (inkarcılara) "Yeryüzünde kaç sene kaldınız?" diye sorar.
قَالُوا
لَبِثْنَا
يَوْماً
اَوْ
بَعْضَ
يَوْمٍ
فَسْـَٔلِ
الْعَٓادّ۪ينَ
١١٣
Kâlû lebiśnâ yevmen ev ba’da yevmin fes-eli-l’âddîn(e)
Onlar, "Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık. Hesap tutanlara sor" derler.
قَالَ
اِنْ
لَبِثْتُمْ
اِلَّا
قَل۪يلاً
لَوْ
اَنَّكُمْ
كُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
١١٤
Kâle in lebiśtum illâ kalîlâ(en)(s) lev ennekum kuntum ta’lemûn(e)
Allah şöyle der: "Çok az bir zaman kaldınız. Keşke bunu (daha önce) bilmiş olsaydınız."
اَفَحَسِبْتُمْ
اَنَّمَا
خَلَقْنَاكُمْ
عَبَثاً
وَاَنَّكُمْ
اِلَيْنَا
لَا
تُرْجَعُونَ
١١٥
Efehasibtum ennemâ ḣaleknâkum ‘abeśen veennekum ileynâ lâ turce’ûn(e)
"Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?"
فَتَعَالَى
اللّٰهُ
الْمَلِكُ
الْحَقُّۚ
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّا
هُوَۚ
رَبُّ
الْعَرْشِ
الْكَر۪يمِ
١١٦
Fete’âla(A)llâhu-lmeliku-lhakk(u)(c) lâ ilâhe illâ huve rabbu-l’arşi-lkerîm(i)
Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Ondan başka hiç ilah yoktur. O şerefli ve yüce arşın Rabbidir.
وَمَنْ
يَدْعُ
مَعَ
اللّٰهِ
اِلٰهاً
اٰخَرَۙ
لَا
بُرْهَانَ
لَهُ
بِه۪ۙ
فَاِنَّمَا
حِسَابُهُ
عِنْدَ
رَبِّه۪ۜ
اِنَّهُ
لَا
يُفْلِحُ
الْكَافِرُونَ
١١٧
Vemen yed’u me’a(A)llâhi ilâhen âḣara lâ burhâne lehu bihi fe-innemâ hisâbuhu ‘inde rabbih(i)(c) innehu lâ yuflihu-lkâfirûn(e)
Kim, hakkında hiçbir delili olmadığı halde Allah ile birlikte başka bir ilaha taparsa, onun hesabı ancak Rabbi katındadır. Şüphesiz kâfirler asla kurtuluşa eremezler.
وَقُلْ
رَبِّ
اغْفِرْ
وَارْحَمْ
وَاَنْتَ
خَيْرُ
الرَّاحِم۪ينَ
١١٨
Vekul rabbi-ġfir verham veente ḣayru-rrâhimîn(e)
De ki: "Rabbim! Bağışla, merhamet et. Çünkü sen merhamet edenlerin en hayırlısısın!"