طٰهٰ
Taha Suresi
مَٓا
اَنْزَلْنَا
عَلَيْكَ
الْقُرْاٰنَ
لِتَشْقٰىۙ
٢
Mâ enzelnâ ‘aleyke-lkur-âne liteşkâ
(Ey Muhammed!) Biz Kur'an'ı sana sıkıntı çekesin diye değil, ancak (Allah'ın azabından) korkacaklara bir öğüt (bir uyarı) olsun diye indirdik.
اِلَّا
تَذْكِرَةً
لِمَنْ
يَخْشٰىۙ
٣
İllâ teżkiraten limen yaḣşâ
(Ey Muhammed!) Biz Kur'an'ı sana sıkıntı çekesin diye değil, ancak (Allah'ın azabından) korkacaklara bir öğüt (bir uyarı) olsun diye indirdik.
تَنْز۪يلاً
مِمَّنْ
خَلَقَ
الْاَرْضَ
وَالسَّمٰوَاتِ
الْعُلٰىۜ
٤
Tenzîlen mimmen ḣaleka-l-arda ve-ssemâvâti-l’ulâ
(O) yüksek gökleri yaratanın katından peyderpey indirilmiştir.
اَلرَّحْمٰنُ
عَلَى
الْعَرْشِ
اسْتَوٰى
٥
Errahmânu ‘alâ-l’arşi-stevâ
Rahmân, Arş'a kurulmuştur.
لَهُ
مَا
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَمَا
فِي
الْاَرْضِ
وَمَا
بَيْنَهُمَا
وَمَا
تَحْتَ
الثَّرٰى
٦
Lehu mâ fî-ssemâvâti vemâ fî-l-ardi vemâ beynehumâ vemâ tahte-śśerâ
Göklerdeki, yerdeki bu ikisi arasındaki ve toprağın altındaki her şey, yalnızca O'nundur.
وَاِنْ
تَجْهَرْ
بِالْقَوْلِ
فَاِنَّهُ
يَعْلَمُ
السِّرَّ
وَاَخْفٰى
٧
Ve-in techer bilkavli fe-innehu ya’lemu-ssirra veaḣfâ
Sen sözü açığa vursan da, gizlesen de Allah için birdir. Çünkü O, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da.
اَللّٰهُ
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّا
هُوَۜ
لَهُ
الْاَسْمَٓاءُ
الْحُسْنٰى
٨
(A)llâhu lâ ilâhe illâ hu(ve)(s) lehu-l-esmâu-lhusnâ
Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayandır. En güzel isimler O'nundur.
وَهَلْ
اَتٰيكَ
حَد۪يثُ
مُوسٰىۢ
٩
Vehel etâke hadîśu mûsâ
Mûsâ'nın haberi sana ulaştı mı?
اِذْ
رَاٰ
نَاراً
فَقَالَ
لِاَهْلِهِ
امْكُـثُٓوا
اِنّ۪ٓي
اٰنَسْتُ
نَاراً
لَعَلّ۪ٓي
اٰت۪يكُمْ
مِنْهَا
بِقَبَسٍ
اَوْ
اَجِدُ
عَلَى
النَّارِ
هُدًى
١٠
İż raâ nâran fekâle li-ehlihi-mkuśû innî ânestu nâran le’allî âtîkum minhâ bikabesin ev ecidu ‘alâ-nnâri hudâ(n)
Hani bir ateş görmüştü de ailesine, "Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm (oraya gidiyorum). Umarım ondan size bir kor ateş getiririm, yahut ateşin başında, yol gösterecek birini bulurum" demişti.
فَلَمَّٓا
اَتٰيهَا
نُودِيَ
يَا
مُوسٰى
١١
Felemmâ etâhâ nûdiye yâ mûsâ
Ateşin yanına varınca, ona şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ!"
اِنّ۪ٓي
اَنَا۬
رَبُّكَ
فَاخْلَعْ
نَعْلَيْكَۚ
اِنَّكَ
بِالْوَادِ
الْمُقَدَّسِ
طُوًىۜ
١٢
İnnî enâ rabbuke faḣla’ na’leyk(e)(s) inneke bilvâdi-lmukaddesi tuvâ(n)
"Şüphe yok ki, ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ'dasın."
وَاَنَا
اخْتَرْتُكَ
فَاسْتَمِـعْ
لِمَا
يُوحٰى
١٣
Ve enâ-ḣtertuke festemi’ limâ yûhâ
"Ben seni (peygamber olarak) seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle."
اِنَّـن۪ٓي
اَنَا
اللّٰهُ
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّٓا
اَنَا۬
فَاعْبُدْن۪يۙ
وَاَقِمِ
الصَّلٰوةَ
لِذِكْر۪ي
١٤
İnnenî ena(A)llâhu lâ ilâhe illâ enâ fa’budnî veekimi-ssalâte liżikrî
"Şüphe yok ki ben Allah'ım. Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl."
اِنَّ
السَّاعَةَ
اٰتِيَةٌ
اَكَادُ
اُخْف۪يهَا
لِتُجْزٰى
كُلُّ
نَفْسٍ
بِمَا
تَسْعٰى
١٥
İnne-ssâ’ate âtiyetun ekâdu uḣfîhâ lituczâ kullu nefsin bimâ tes’â
"Kıyamet mutlaka gelecektir. Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, neredeyse onu gizleyecek (geleceğinden hiç söz etmeyecek)tim."
فَلَا
يَصُدَّنَّكَ
عَنْهَا
مَنْ
لَا
يُؤْمِنُ
بِهَا
وَاتَّـبَعَ
هَوٰيهُ
فَتَرْدٰى
١٦
Felâ yesuddenneke ‘anhâ men lâ yu/minu bihâ vettebe’a hevâhu feterdâ
"Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimseler seni ondan (ona hazırlanmaktan) sakın alıkoymasın, sonra helak olursun!"
وَمَا
تِلْكَ
بِيَم۪ينِكَ
يَا
مُوسٰى
١٧
Vemâ tilke biyemînike yâ mûsâ
"Şu sağ elindeki nedir ey Mûsâ?"
قَالَ
هِيَ
عَصَايَۚ
اَتَوَكَّـؤُ۬ا
عَلَيْهَا
وَاَهُشُّ
بِهَا
عَلٰى
غَنَم۪ي
وَلِيَ
ف۪يهَا
مَاٰرِبُ
اُخْرٰى
١٨
Kâle hiye ‘asâye etevekkeu ‘aleyhâ ve ehuşşu bihâ ‘alâ ġanemî veliye fîhâ meâribu uḣrâ
Mûsâ dedi ki: "O benim değneğimdir. Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Onunla başka işlerimi de görürüm."
قَالَ
اَلْقِهَا
يَا
مُوسٰى
١٩
Kâle elkihâ yâ mûsâ
Allah, "Onu yere at ey Mûsâ!" dedi.
فَاَلْقٰيهَا
فَاِذَا
هِيَ
حَيَّةٌ
تَسْعٰى
٢٠
Feelkâhâ fe-iżâ hiye hayyetun tes’â
Mûsâ da onu attı. Bir de ne görsün o, hızla akan bir yılan olmuş!
قَالَ
خُذْهَا
وَلَا
تَخَفْ۠
سَنُع۪يدُهَا
س۪يرَتَهَا
الْاُو۫لٰى
٢١
Kâle ḣużhâ velâ teḣaf(s) senu’îduhâ sîratehâ-l-ûlâ
Allah şöyle dedi: "Tut onu. Korkma! Biz onu yine eski durumuna döndüreceğiz."
وَاضْمُمْ
يَدَكَ
اِلٰى
جَنَاحِكَ
تَخْرُجْ
بَيْضَٓاءَ
مِنْ
غَيْرِ
سُٓوءٍ
اٰيَةً
اُخْرٰىۙ
٢٢
Vadmum yedeke ilâ cenâhike taḣruc beydâe min ġayri sû-in âyeten uḣrâ
"Sana büyük mucizelerimizden birini daha göstermemiz için elini koynuna sok ki bir başka mucize olarak, (alaca hastalığı gibi) bir hastalık sebebiyle olmaksızın bembeyaz bir halde çıksın."
لِنُرِيَكَ
مِنْ
اٰيَاتِنَا
الْكُبْرٰىۚ
٢٣
Linuriyeke min âyâtinâ-lkubrâ
"Sana büyük mucizelerimizden birini daha göstermemiz için elini koynuna sok ki bir başka mucize olarak, (alaca hastalığı gibi) bir hastalık sebebiyle olmaksızın bembeyaz bir halde çıksın."
اِذْهَبْ
اِلٰى
فِرْعَوْنَ
اِنَّهُ
طَغٰى۟
٢٤
İżheb ilâ fir’avne innehu taġâ
"Firavun'a git, çünkü o azmıştır."
قَالَ
رَبِّ
اشْرَحْ
ل۪ي
صَدْر۪يۙ
٢٥
Kâle rabbi-şrah lî sadrî
Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Gönlüme ferahlık ver."
وَاحْلُلْ
عُقْدَةً
مِنْ
لِسَان۪يۙ
٢٧
Vahlul ‘ukdeten min lisânî
"Dilimdeki tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar."
يَفْقَهُوا
قَوْل۪يۖ
٢٨
Yefkahû kavlî
"Dilimdeki tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar."
وَاجْعَلْ
ل۪ي
وَز۪يراً
مِنْ
اَهْل۪يۙ
٢٩
Vec’al lî vezîran min ehlî
"Bana ailemden birini yardımcı yap,"
كَيْ
نُسَبِّحَكَ
كَث۪يراًۙ
٣٣
Key nusebbihake keśîrâ(n)
"Seni çok tespih edelim diye",
اِنَّكَ
كُنْتَ
بِنَا
بَص۪يراً
٣٥
İnneke kunte binâ basîrâ(n)
"Çünkü sen bizi hakkıyla görmektesin."
قَالَ
قَدْ
اُو۫ت۪يتَ
سُؤْلَكَ
يَا
مُوسٰى
٣٦
Kâle kad ûtîte su/leke yâ mûsâ
Allah şöyle dedi: "İstediğin sana verildi ey Mûsâ!"
وَلَقَدْ
مَنَنَّا
عَلَيْكَ
مَرَّةً
اُخْرٰىۙ
٣٧
Velekad menennâ ‘aleyke merraten uḣrâ
"Andolsun, biz sana bir kere daha iyilikte bulunmuştuk."
اِذْ
اَوْحَيْنَٓا
اِلٰٓى
اُمِّكَ
مَا
يُوحٰىۙ
٣٨
İż evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ
"Hani annene ilham edilmesi gereken şeyleri ilham etmiştik:"
اَنِ
اقْذِف۪يهِ
فِي
التَّابُوتِ
فَاقْذِف۪يهِ
فِي
الْيَمِّ
فَلْيُلْقِهِ
الْيَمُّ
بِالسَّاحِلِ
يَأْخُذْهُ
عَدُوٌّ
ل۪ي
وَعَدُوٌّ
لَهُۜ
وَاَلْقَيْتُ
عَلَيْكَ
مَحَبَّةً
مِنّ۪يۚ
وَلِتُصْنَعَ
عَلٰى
عَيْن۪يۢ
٣٩
Eni-kżifîhi fî-ttâbûti fakżifîhi fî-lyemmi felyulkihi-lyemmu bi-ssâhili ye/ḣużhu ‘aduvvun lî ve’aduvvun leh(u)(c) veelkaytu ‘aleyke mehabbeten minnî velitusne’a ‘alâ ‘aynî
"Onu (bebek Mûsâ'yı) sandığın içine koy ve denize (Nil'e) bırak ki, deniz onu kıyıya atsın da kendisini, hem bana düşman, hem de ona düşman olan birisi (Firavun) alsın. Sana da, ey Mûsâ, sevilesin ve gözetimimizde yetiştirilesin diye tarafımızdan bir sevgi bırakmıştım."
اِذْ
تَمْش۪ٓي
اُخْتُكَ
فَتَقُولُ
هَلْ
اَدُلُّكُمْ
عَلٰى
مَنْ
يَكْفُلُهُۜ
فَرَجَعْنَاكَ
اِلٰٓى
اُمِّكَ
كَيْ
تَقَرَّ
عَيْنُهَا
وَلَا
تَحْزَنَۜ
وَقَتَلْتَ
نَفْساً
فَنَجَّيْنَاكَ
مِنَ
الْغَمِّ
وَفَتَنَّاكَ
فُتُوناً۠
فَلَبِثْتَ
سِن۪ينَ
ف۪ٓي
اَهْلِ
مَدْيَنَ
ثُمَّ
جِئْتَ
عَلٰى
قَدَرٍ
يَا
مُوسٰى
٤٠
İż temşî uḣtuke fetekûlu hel edullukum ‘alâ men yekfuluh(u)(s) feraca’nâke ilâ ummike key tekarra ‘aynuhâ velâ tahzen(e)(c) vekatelte nefsen fenecceynâke mine-lġammi vefetennâke futûnâ(en)(c) felebiśte sinîne fî ehli medyene śümme ci/te ‘alâ kaderin yâ mûsâ
"Hani kız kardeşin (Firavun ailesine) gidiyor ve "size onun bakımını üstlenecek kimseyi göstereyim mi?" diyordu. Derken, gözü aydın olsun, üzülmesin diye seni annene döndürdük. (Sana baktı, büyüdün) ve (kazara) bir cana kıydın da biz seni kederden kurtardık seni sıkı bir denemeden geçirdik (ve kaçıp Medyen'e gittin). Medyen halkı içinde yıllarca kaldın sonra (peygamber olman için) takdir edilmiş bir zamanda (Tûr'a) geldin ey Mûsâ!"
اِذْهَبْ
اَنْتَ
وَاَخُوكَ
بِاٰيَات۪ي
وَلَا
تَنِيَا
ف۪ي
ذِكْر۪يۚ
٤٢
İżheb ente veeḣûke bi-âyâtî velâ teniyâ fî żikrî
"Sen ve kardeşin mucizelerim ile (desteklenmiş olarak) gidin ve beni anmakta gevşeklik göstermeyin."
اِذْهَبَٓا
اِلٰى
فِرْعَوْنَ
اِنَّهُ
طَغٰىۚ
٤٣
İżhebâ ilâ fir’avne innehu taġâ
"Firavun'a gidin. Çünkü o azmıştır."
فَقُولَا
لَهُ
قَوْلاً
لَيِّناً
لَعَلَّهُ
يَتَذَكَّرُ
اَوْ
يَخْشٰى
٤٤
Fekûlâ lehu kavlen leyyinen le’allehu yeteżekkeru ev yaḣşâ
"Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar."
قَالَا
رَبَّـنَٓا
اِنَّـنَا
نَخَافُ
اَنْ
يَفْرُطَ
عَلَيْنَٓا
اَوْ
اَنْ
يَطْغٰى
٤٥
Kâlâ rabbenâ innenâ neḣâfu en yefruta ‘aleynâ ev en yatġâ
Mûsâ ve Hârûn şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz, onun bize karşı aşırı davranmasından yahut azmasından korkuyoruz."
قَالَ
لَا
تَخَافَٓا
اِنَّن۪ي
مَعَكُمَٓا
اَسْمَعُ
وَاَرٰى
٤٦
Kâle lâ teḣâfâ(s) innenî me’akumâ esme’u ve erâ
Allah şöyle dedi: "Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İşitirim ve görürüm."
فَأْتِيَاهُ
فَقُولَٓا
اِنَّا
رَسُولَا
رَبِّكَ
فَاَرْسِلْ
مَعَنَا
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
وَلَا
تُعَذِّبْهُمْۜ
قَدْ
جِئْنَاكَ
بِاٰيَةٍ
مِنْ
رَبِّكَۜ
وَالسَّلَامُ
عَلٰى
مَنِ
اتَّـبَعَ
الْهُدٰى
٤٧
Fe/tiyâhu fekûlâ innâ rasûlâ rabbike feersil me’anâ benî isrâ-île velâ tu’ażżibhum(s) kad ci/nâke bi-âyetin min rabbik(e)(s) ve-sselâmu ‘alâ meni-ttebe’a-lhudâ
"Ona gidin ve şöyle deyin: ‘Şüphesiz biz Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını (serbest bırak ve) bizimle gönder. Onlara işkence etme. Sana Rabbinin katından bir mucize getirdik. Selam, doğru yola uyanlara olsun.' "
اِنَّا
قَدْ
اُو۫حِيَ
اِلَيْنَٓا
اَنَّ
الْعَذَابَ
عَلٰى
مَنْ
كَذَّبَ
وَتَوَلّٰى
٤٨
İnnâ kad ûhiye ileynâ enne-l’ażâbe ‘alâ men keżżebe vetevellâ
"Şüphesiz bize, azabın yalanlayan ve yüz çevirenlere olacağı vahyolundu."
قَالَ
فَمَنْ
رَبُّكُمَا
يَا
مُوسٰى
٤٩
Kâle femen rabbukumâ yâ mûsâ
Firavun, "Sizin Rabbiniz kim, ey Mûsâ?" dedi.
قَالَ
رَبُّنَا
الَّـذ۪ٓي
اَعْطٰى
كُلَّ
شَيْءٍ
خَلْقَهُ
ثُمَّ
هَدٰى
٥٠
Kâle rabbunâ-lleżî a’tâ kulle şey-in ḣalkahu śümme hedâ
Mûsâ, "Rabbimiz her şeye hilkatini (yaratılış özelliklerini) veren, sonra onlara yol gösterendir" dedi.
قَالَ
فَمَا
بَالُ
الْقُرُونِ
الْاُو۫لٰى
٥١
Kâle femâ bâlu-lkurûni-l-ûlâ
Firavun, "Ya geçmiş nesillerin hali ne olacak?" dedi.
قَالَ
عِلْمُهَا
عِنْدَ
رَبّ۪ي
ف۪ي
كِتَابٍۚ
لَا
يَضِلُّ
رَبّ۪ي
وَلَا
يَنْسٰىۘ
٥٢
Kâle ‘ilmuhâ ‘inde rabbî fî kitâb(in)(s) lâ yadillu rabbî velâ yensâ
Mûsâ şöyle dedi: "Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin katında bir kitapta (levh-i mahfuzda yazılı)dır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz."
اَلَّذ۪ي
جَعَلَ
لَكُمُ
الْاَرْضَ
مَهْداً
وَسَلَكَ
لَكُمْ
ف۪يهَا
سُبُلاً
وَاَنْزَلَ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
مَٓاءًۜ
فَاَخْرَجْنَا
بِه۪ٓ
اَزْوَاجاً
مِنْ
نَبَاتٍ
شَتّٰى
٥٣
Elleżî ce’ale lekumu-l-arda mehden veseleke lekum fîhâ subulen veenzele mine-ssemâ-i mâen feaḣracnâ bihi ezvâcen min nebâtin şettâ
"Rabbim, yeryüzünü size beşik yapan, orada size yollar açan ve size gökten yağmur indirendir." Böylece onunla sizin için yerden türlü türlü bitkileri çift çift çıkardık.
كُلُوا
وَارْعَوْا
اَنْعَامَكُمْۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَاتٍ
لِاُو۬لِي
النُّهٰى۟
٥٤
Kulû ver’av en’âmekum(k) inne fî żâlike leâyâtin li-ulî-nnuhâ
Yiyin, hayvanlarınızı yayın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren) deliller vardır.
مِنْهَا
خَلَقْنَاكُمْ
وَف۪يهَا
نُع۪يدُكُمْ
وَمِنْهَا
نُخْرِجُكُمْ
تَارَةً
اُخْرٰى
٥٥
Minhâ ḣalaknâkum vefîhâ nu’îdukum veminhâ nuḣricukum târaten uḣrâ
(Ey insanlar!) Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.
وَلَقَدْ
اَرَيْنَاهُ
اٰيَاتِنَا
كُلَّهَا
فَكَذَّبَ
وَاَبٰى
٥٦
Velekad eraynâhu âyâtinâ kullehâ fekeżżebe veebâ
Andolsun, biz ona (Firavun'a) bütün mucizelerimizi gösterdik de o bunları yalanladı ve reddetti.
قَالَ
اَجِئْتَنَا
لِتُخْرِجَنَا
مِنْ
اَرْضِنَا
بِسِحْرِكَ
يَا
مُوسٰى
٥٧
Kâle eci/tenâ lituḣricenâ min ardinâ bisihrike yâ mûsâ
Şöyle dedi: "Ey Mûsâ! Sihrin ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?"
فَلَنَأْتِيَنَّكَ
بِسِحْرٍ
مِثْلِه۪
فَاجْعَلْ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَكَ
مَوْعِداً
لَا
نُخْلِفُهُ
نَحْنُ
وَلَٓا
اَنْتَ
مَكَاناً
سُوًى
٥٨
Felene/tiyenneke bisihrin miślihi fec’al beynenâ vebeyneke mev’iden lâ nuḣlifuhu nahnu velâ ente mekânen suvâ(n)
"Biz de mutlaka sana karşı onun gibi bir sihir yapacağız. Bunun için seninle bizim aramızda; uygun bir yerde, senin de, bizim de caymayacağımız bir buluşma vakti belirle."
قَالَ
مَوْعِدُكُمْ
يَوْمُ
الزّ۪ينَةِ
وَاَنْ
يُحْشَرَ
النَّاسُ
ضُحًى
٥٩
Kâle mev’idukum yevmu-zzîneti veen yuhşera-nnâsu duhâ(n)
Mûsâ, "Buluşma vaktimiz, bayram günü, insanların toplandığı kuşluk vaktidir" dedi.
فَتَوَلّٰى
فِرْعَوْنُ
فَجَمَعَ
كَيْدَهُ
ثُمَّ
اَتٰى
٦٠
Fetevellâ fir’avnu feceme’a keydehu śümme etâ
Bunun üzerine Firavun ayrılıp, hilesini kuracak sihirbazlarını topladı, sonra geldi.
قَالَ
لَهُمْ
مُوسٰى
وَيْلَكُمْ
لَا
تَفْتَرُوا
عَلَى
اللّٰهِ
كَذِباً
فَيُسْحِتَكُمْ
بِعَذَابٍۚ
وَقَدْ
خَابَ
مَنِ
افْتَرٰى
٦١
Kâle lehum mûsâ veylekum lâ tefterû ‘ala(A)llâhi keżiben feyushitekum bi’ażâb(in)(s) vekad ḣâbe meni-fterâ
Mûsâ onlara şöyle dedi: "Yazıklar olsun size! Allaha karşı yalan uydurmayın, yoksa sizi azap ile yok eder. Allah'a karşı yalan uyduran mutlaka hüsrana uğramıştır."
فَتَنَازَعُٓوا
اَمْرَهُمْ
بَيْنَهُمْ
وَاَسَرُّوا
النَّجْوٰى
٦٢
Fetenâze’û emrahum beynehum veeserrû-nnecvâ
Sihirbazlar, işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli gizli konuştular.
قَالُٓوا
اِنْ
هٰذَانِ
لَسَاحِرَانِ
يُر۪يدَانِ
اَنْ
يُخْرِجَاكُمْ
مِنْ
اَرْضِكُمْ
بِسِحْرِهِمَا
وَيَذْهَبَا
بِطَر۪يقَتِكُمُ
الْمُثْلٰى
٦٣
Kâlû in hâżâni lesâhirâni yurîdâni en yuḣricâkum min ardikum bisihrihimâ veyeżhebâ bitarîkatikumu-lmuślâ
Şöyle dediler: "Şüphesiz bu ikisi, sihirleri ile sizi yurdunuzdan çıkarmak ve en üstün olan dininizi ortadan kaldırmak isteyen birer sihirbazdırlar."
فَاَجْمِعُوا
كَيْدَكُمْ
ثُمَّ
ائْتُوا
صَفاًّۚ
وَقَدْ
اَفْلَحَ
الْيَوْمَ
مَنِ
اسْتَعْلٰى
٦٤
Feecmi’û keydekum śümme-/tû saffâ(en)(c) vekad efleha-lyevme meni-sta’lâ
"Öyleyse, hilelerinizi toplayın (birbirinize destek olun) sonra sıra halinde gelin. Bu gün üstün gelen muhakkak başarıya ulaşmıştır."
قَالُوا
يَا
مُوسٰٓى
اِمَّٓا
اَنْ
تُلْقِيَ
وَاِمَّٓا
اَنْ
نَكُونَ
اَوَّلَ
مَنْ
اَلْقٰى
٦٥
Kâlû yâ mûsâ immâ en tulkiye ve-immâ en nekûne evvele men elkâ
Sihirbazlar: "Ey Mûsâ! Ya önce atmayı tercih edersin, ya da ilk atan biz oluruz" dediler.
قَالَ
بَلْ
اَلْقُواۚ
فَاِذَا
حِبَالُهُمْ
وَعِصِيُّهُمْ
يُخَيَّلُ
اِلَيْهِ
مِنْ
سِحْرِهِمْ
اَنَّهَا
تَسْعٰى
٦٦
Kâle bel elkû(s) fe-iżâ hibâluhum ve’isiyyuhum yuḣayyelu ileyhi min sihrihim ennehâ tes’â
Mûsâ: "Yok, (önce) siz atın" dedi. Bir de ne görsün, onların ipleri ve değnekleri yaptıkları sihirden dolayı kendisine hızla sürünür gibi görünüyor.
فَاَوْجَسَ
ف۪ي
نَفْسِه۪
خ۪يفَةً
مُوسٰى
٦٧
Feevcese fî nefsihi ḣîfeten mûsâ
Bunun üzerine Mûsâ içinde bir korku hissetti.
قُلْنَا
لَا
تَخَفْ
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْاَعْلٰى
٦٨
Kulnâ lâ teḣaf inneke ente-l-a’lâ
Şöyle dedik: "Korkma (ey Mûsâ!). Çünkü, sensin en üstün olan."
وَاَلْقِ
مَا
ف۪ي
يَم۪ينِكَ
تَلْقَفْ
مَا
صَنَعُواۜ
اِنَّمَا
صَنَعُوا
كَيْدُ
سَاحِرٍۜ
وَلَا
يُفْلِحُ
السَّاحِرُ
حَيْثُ
اَتٰى
٦٩
Veelki mâ fî yemînike telkaf mâ sane’û(s) innemâ sane’û keydu sâhir(in)(s) velâ yuflihu-ssâhiru hayśu etâ
"Sağ elindekini (değneğini) at ki, onların yaptıklarını yutsun. Şüphesiz yaptıkları bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez."
فَاُلْقِيَ
السَّحَرَةُ
سُجَّداً
قَالُٓوا
اٰمَنَّا
بِرَبِّ
هٰرُونَ
وَمُوسٰى
٧٠
Feulkiye-sseharatu succeden kâlû âmennâ birabbi hârûne vemûsâ
(Mûsâ'nın değneği, sihirbazların ipleriyle değneklerini yutunca) sihirbazlar hemen secdeye kapandılar ve, "Hârûn ve Mûsâ'nın Rabbine inandık" dediler.
قَالَ
اٰمَنْتُمْ
لَهُ
قَبْلَ
اَنْ
اٰذَنَ
لَكُمْۜ
اِنَّهُ
لَكَب۪يرُكُمُ
الَّذ۪ي
عَلَّمَكُمُ
السِّحْرَۚ
فَلَاُقَطِّعَنَّ
اَيْدِيَكُمْ
وَاَرْجُلَكُمْ
مِنْ
خِلَافٍ
وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ
ف۪ي
جُذُوعِ
النَّخْلِۘ
وَلَتَعْلَمُنَّ
اَيُّـنَٓا
اَشَدُّ
عَذَاباً
وَاَبْقٰى
٧١
Kâle âmentum lehu kable en âżene lekum(s) innehu lekebîrukumu-lleżî ‘allemekumu-ssihr(a)(s) feleukatti’anne eydiyekum veerculekum min ḣilâfin veleusallibennekum fî cużû’i-nnaḣli veleta’lemunne eyyunâ eşeddu ‘ażâben ve ebkâ
Firavun, "Demek, ben size izin vermeden önce ona (Mûsâ'ya) inandınız ha! Şüphe yok, o size sihiri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi andolsun sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcıymış, mutlaka göreceksiniz."
قَالُوا
لَنْ
نُؤْثِرَكَ
عَلٰى
مَا
جَٓاءَنَا
مِنَ
الْبَيِّنَاتِ
وَالَّذ۪ي
فَطَرَنَا
فَاقْضِ
مَٓا
اَنْتَ
قَاضٍۜ
اِنَّمَا
تَقْض۪ي
هٰذِهِ
الْحَيٰوةَ
الدُّنْيَاۜ
٧٢
Kâlû len nu/śirake ‘alâ mâ câenâ mine-lbeyyinâti velleżî fetaranâ(s) fakdi mâ ente kâdin innemâ takdî hâżihi-lhayâte-ddunyâ
Sihirbazlar şöyle dediler: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin."
اِنَّٓا
اٰمَنَّا
بِرَبِّنَا
لِيَغْفِرَ
لَنَا
خَطَايَانَا
وَمَٓا
اَكْرَهْتَنَا
عَلَيْهِ
مِنَ
السِّحْرِۜ
وَاللّٰهُ
خَيْرٌ
وَاَبْقٰى
٧٣
İnnâ âmennâ birabbinâ liyaġfira lenâ ḣatâyânâ vemâ ekrahtenâ ‘aleyhi mine-ssihr(i)(k) va(A)llâhu ḣayrun ve ebkâ
"Şüphesiz ki biz; günahlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri affetmesi için, Rabbimize inandık. Allah'ın vereceği mükafat daha hayırlı ve daha kalıcıdır."
اِنَّهُ
مَنْ
يَأْتِ
رَبَّهُ
مُجْرِماً
فَاِنَّ
لَهُ
جَهَنَّمَۜ
لَا
يَمُوتُ
ف۪يهَا
وَلَا
يَحْيٰى
٧٤
İnnehu men ye/ti rabbehu mucrimen fe-inne lehu cehenneme lâ yemûtu fîhâ velâ yahyâ
Şüphesiz, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, kesinlikle ona cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de (güzel bir hayat) yaşar.
وَمَنْ
يَأْتِه۪
مُؤْمِناً
قَدْ
عَمِلَ
الصَّالِحَاتِ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
لَهُمُ
الدَّرَجَاتُ
الْعُلٰىۙ
٧٥
Vemen ye/tihi mu/minen kad ‘amile-ssâlihâti feulâ-ike lehumu-dderacâtu-l’ulâ
Her kim de O'na salih ameller işlemiş bir mü'min olarak varırsa, işte onlar için en yüksek dereceler, içinden ırmaklar akan, içinde ebediyyen kalacakları Adn cennetleri vardır. İşte bu günahlardan temizlenenlerin mükafatıdır.
جَنَّاتُ
عَدْنٍ
تَجْر۪ي
مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُ
خَالِد۪ينَ
ف۪يهَاۜ
وَذٰلِكَ
جَزٰٓؤُ۬ا
مَنْ
تَزَكّٰى۟
٧٦
Cennâtu ‘âdnin tecrî min tahtihâ-l-enhâru ḣâlidîne fîhâ(c) veżâlike cezâu men tezekkâ
Her kim de O'na salih ameller işlemiş bir mü'min olarak varırsa, işte onlar için en yüksek dereceler, içinden ırmaklar akan, içinde ebediyyen kalacakları Adn cennetleri vardır. İşte bu günahlardan temizlenenlerin mükafatıdır.
وَلَقَدْ
اَوْحَيْنَٓا
اِلٰى
مُوسٰٓى
اَنْ
اَسْرِ
بِعِبَاد۪ي
فَاضْرِبْ
لَهُمْ
طَر۪يقاً
فِي
الْبَحْرِ
يَبَساًۚ
لَا
تَخَافُ
دَرَكاً
وَلَا
تَخْشٰى
٧٧
Velekad evhaynâ ilâ mûsâ en esri bi’ibâdî fadrib lehum tarîkan fî-lbahri yebesen lâ teḣâfu deraken velâ taḣşâ
(Firavun'un imana yanaşmaması üzerine) Mûsâ'ya, "Kullarımı (İsrailoğullarını) geceleyin (Mısır'dan) yürütüp çıkar. Yakalanmaktan korkmaksızın, endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç" diye vahyettik.
فَاَتْبَعَهُمْ
فِرْعَوْنُ
بِجُنُودِه۪
فَغَشِيَهُمْ
مِنَ
الْيَمِّ
مَا
غَشِيَهُمْۜ
٧٨
Feetbe’ahum fir’avnu bicunûdihi feġaşiyehum mine-lyemmi mâ ġaşiyehum
Bunun üzerine Firavun askerleriyle birlikte onların peşine düştü de, deniz onları görülmedik bir şekilde kuşatıp yuttu.
وَاَضَلَّ
فِرْعَوْنُ
قَوْمَهُ
وَمَا
هَدٰى
٧٩
Veedalle fir’avnu kavmehu vemâ hedâ
Firavun halkını saptırdı, onlara doğru yolu göstermedi.
يَا
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
قَدْ
اَنْجَيْنَاكُمْ
مِنْ
عَدُوِّكُمْ
وَوٰعَدْنَاكُمْ
جَانِبَ
الطُّورِ
الْاَيْمَنَ
وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكُمُ
الْمَنَّ
وَالسَّلْوٰى
٨٠
Yâ benî isrâ-île kad enceynâkum min ‘aduvvikum ve vâ’adnâkum cânibe-ttûri-l-eymene venezzelnâ ‘aleykumu-lmenne ve-sselvâ
(Allah şöyle dedi:) "Ey İsrailoğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık, size Tûr'un sağ yanını vadettik ve size kudret helvası ile bıldırcın indirdik."
كُلُوا
مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَا
رَزَقْنَاكُمْ
وَلَا
تَطْغَوْا
ف۪يهِ
فَيَحِلَّ
عَلَيْكُمْ
غَضَب۪يۚ
وَمَنْ
يَحْلِلْ
عَلَيْهِ
غَضَب۪ي
فَقَدْ
هَوٰى
٨١
Kulû min tayyibâti mâ razaknâkum velâ tatġav fîhi feyehille ‘aleykum ġadabî(s) vemen yahlil ‘aleyhi ġadabî fekad hevâ
"Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz ve helal olanlarından yiyin. Bu konuda aşırı da gitmeyin, yoksa üzerinize gazabım iner. Gazabım da kimin üzerine inerse o muhakkak helak olmuş demektir."
وَاِنّ۪ي
لَغَفَّارٌ
لِمَنْ
تَابَ
وَاٰمَنَ
وَعَمِلَ
صَالِحاً
ثُمَّ
اهْتَدٰى
٨٢
Ve-innî leġaffârun limen tâbe veâmene ve’amile sâlihan śümme-htedâ
"Şüphe yok ki ben, tövbe edip inanan ve salih ameller işleyen, sonra da doğru yol üzere devam eden kimse için son derece affediciyim."
وَمَٓا
اَعْجَلَكَ
عَنْ
قَوْمِكَ
يَا
مُوسٰى
٨٣
Vemâ a’celeke ‘an kavmike yâ mûsâ
(Mûsâ Tûr'a varınca): "Seni, acele ile kavminden uzaklaştıran nedir, ey Mûsâ?" (dedik.)
قَالَ
هُمْ
اُو۬لَٓاءِ
عَلٰٓى
اَثَر۪ي
وَعَجِلْتُ
اِلَيْكَ
رَبِّ
لِتَرْضٰى
٨٤
Kâle hum ulâ-i ‘alâ eśerî ve’aciltu ileyke rabbi literdâ
Mûsâ şöyle dedi: "Onlar, işte onlar hemen arkamdalar. Rabbim! Sen hoşnut olasın diye, acele ederek sana geldim."
قَالَ
فَاِنَّا
قَدْ
فَتَنَّا
قَوْمَكَ
مِنْ
بَعْدِكَ
وَاَضَلَّهُمُ
السَّامِرِيُّ
٨٥
Kâle fe-innâ kad fetennâ kavmeke min ba’dike ve edallehumu-ssâmiriyy(u)
Allah, "Şüphesiz, biz senden sonra halkını sınadık; Sâmirî onları saptırdı" dedi.
فَرَجَعَ
مُوسٰٓى
اِلٰى
قَوْمِه۪
غَضْبَانَ
اَسِفاًۚ
قَالَ
يَا
قَوْمِ
اَلَمْ
يَعِدْكُمْ
رَبُّكُمْ
وَعْداً
حَسَناًۜ
اَفَطَالَ
عَلَيْكُمُ
الْعَهْدُ
اَمْ
اَرَدْتُمْ
اَنْ
يَحِلَّ
عَلَيْكُمْ
غَضَبٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
فَاَخْلَفْتُمْ
مَوْعِد۪ي
٨٦
Ferace’a mûsâ ilâ kavmihi ġadbâne esifâ(en)(c) kâle yâ kavmi elem ya’idkum rabbukum va’den hasenâ(en)(c) efetâle ‘aleykumu-l’ahdu em eradtum en yehille ‘aleykum ġadabun min rabbikum feaḣleftum mev’idî
Bunun üzerine Mûsâ öfke dolu ve üzgün bir halde halkına döndü. "Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? (Ayrılışımdan sonra) çok zaman mı geçti, yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazap inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze uymadınız (ve buzağıya taptınız)?" dedi.
قَالُوا
مَٓا
اَخْلَفْنَا
مَوْعِدَكَ
بِمَلْكِنَا
وَلٰكِنَّا
حُمِّلْـنَٓا
اَوْزَاراً
مِنْ
ز۪ينَةِ
الْقَوْمِ
فَقَذَفْنَاهَا
فَكَذٰلِكَ
اَلْقَى
السَّامِرِيُّۙ
٨٧
Kâlû mâ aḣlefnâ mev’ideke bimelkinâ velâkinnâ hummilnâ evzâran min zîneti-lkavmi fekażefnâhâ fekeżâlike elkâ-ssâmiriyy(u)
Şöyle dediler: "Sana verdiğimiz sözden kendi isteğimizle caymış değiliz. Fakat biz Mısır halkının mücevheratından yüklü miktarlarda takınmıştık. İşte onları ateşe attık. Samirî de aynı şekilde attı."
فَاَخْرَجَ
لَهُمْ
عِجْلاً
جَسَداً
لَهُ
خُوَارٌ
فَقَالُوا
هٰذَٓا
اِلٰهُكُمْ
وَاِلٰهُ
مُوسٰى
فَنَسِيَۜ
٨٨
Feaḣrace lehum ‘iclen ceseden lehu ḣuvârun fekâlû hâżâ ilâhukum ve-ilâhu mûsâ fenesiy(e)
Böylece (Samirî) onlar için böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. (Samirî ve adamları) "Bu sizin de ilahınızdır, Mûsâ'nın da ilahıdır. Öyle iken Mûsâ, (İlahını burada) unuttu (da onu Tûr'da aramaya gitti)" dediler.
اَفَلَا
يَرَوْنَ
اَلَّا
يَرْجِعُ
اِلَيْهِمْ
قَوْلاًۙ
وَلَا
يَمْلِكُ
لَهُمْ
ضَراًّ
وَلَا
نَفْعاً۟
٨٩
Efelâ yeravne ellâ yerci’u ileyhim kavlen velâ yemliku lehum darran velâ nef’â(n)
Onlar bu heykelin, sözlerine karşılık vermediğini, kendilerinden hiçbir zararı uzaklaştıramayacağını ve onlara hiçbir fayda sağlayamayacağını görmezler mi?
وَلَقَدْ
قَالَ
لَهُمْ
هٰرُونُ
مِنْ
قَبْلُ
يَا
قَوْمِ
اِنَّمَا
فُتِنْتُمْ
بِه۪ۚ
وَاِنَّ
رَبَّكُمُ
الرَّحْمٰنُ
فَاتَّبِعُون۪ي
وَاَط۪يعُٓوا
اَمْر۪ي
٩٠
Velekad kâle lehum hârûnu min kablu yâ kavmi innemâ futintum bih(i)(s) ve-inne rabbekumu-rrahmânu fettebi’ûnî ve etî’û emrî
Andolsun, Hârûn onlara daha önce şöyle demişti: "Ey kavmim! Siz bununla yalnızca imtihan edildiniz. Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân'dır. Öyleyse bana uyun ve emrime itaat edin."
قَالُوا
لَنْ
نَبْرَحَ
عَلَيْهِ
عَاكِف۪ينَ
حَتّٰى
يَرْجِعَ
اِلَيْنَا
مُوسٰى
٩١
Kâlû len nebraha ‘aleyhi ‘âkifîne hattâ yerci’a ileynâ mûsâ
Onlar da, "Mûsâ bize dönünceye kadar buzağıya ibadet etmeye devam edeceğiz" dediler.
قَالَ
يَا
هٰرُونُ
مَا
مَنَعَكَ
اِذْ
رَاَيْتَهُمْ
ضَلُّواۙ
٩٢
Kâle yâ hârûnu mâ mene’ake iż raeytehum dallû
Mûsâ: (Tûr'dan dönünce) şöyle dedi: "Ey Hârûn! Saptıklarını gördüğün zaman bana uymana ne engel oldu? Yoksa emrime karşı mı geldin?"
اَلَّا
تَتَّبِعَنِۜ
اَفَعَصَيْتَ
اَمْر۪ي
٩٣
Ellâ tettebi’an(i)(s) efe’asayte emrî
Mûsâ: (Tûr'dan dönünce) şöyle dedi: "Ey Hârûn! Saptıklarını gördüğün zaman bana uymana ne engel oldu? Yoksa emrime karşı mı geldin?"
قَالَ
يَبْنَؤُ۬مَّ
لَا
تَأْخُذْ
بِلِحْيَت۪ي
وَلَا
بِرَأْس۪يۚ
اِنّ۪ي
خَش۪يتُ
اَنْ
تَقُولَ
فَرَّقْتَ
بَيْنَ
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
وَلَمْ
تَرْقُبْ
قَوْل۪ي
٩٤
Kâle yebne umme lâ te/ḣuż bilihyetî velâ bira/sî(s) innî ḣaşîtu en tekûle ferrakte beyne benî isrâ-île velem terkub kavlî
Hârûn: "Ey anam oğlu! Saçımı sakalımı çekme. Şüphesiz ben, İsrailoğullarının arasını açtın, sözüme uymadın demenden korktum" dedi.
قَالَ
فَمَا
خَطْبُكَ
يَا
سَامِرِيُّ
٩٥
Kâle femâ ḣatbuke yâ sâmiriyy(u)
Mûsâ, "Ya senin derdin neydi ey Samirî?" dedi.
قَالَ
بَصُرْتُ
بِمَا
لَمْ
يَبْصُرُوا
بِه۪
فَقَبَضْتُ
قَبْضَةً
مِنْ
اَثَرِ
الرَّسُولِ
فَنَبَذْتُهَا
وَكَذٰلِكَ
سَوَّلَتْ
ل۪ي
نَفْس۪ي
٩٦
Kâle basurtu bimâ lem yebsurû bihi fekabedtu kabdaten min eśeri-rrasûli fenebeżtuhâ vekeżâlike sevvelet lî nefsî
Samirî şöyle dedi: "Ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi."
قَالَ
فَاذْهَبْ
فَاِنَّ
لَكَ
فِي
الْحَيٰوةِ
اَنْ
تَقُولَ
لَا
مِسَاسَۖ
وَاِنَّ
لَكَ
مَوْعِداً
لَنْ
تُخْلَفَهُۚ
وَانْظُرْ
اِلٰٓى
اِلٰهِكَ
الَّذ۪ي
ظَلْتَ
عَلَيْهِ
عَاكِفاًۜ
لَنُحَرِّقَنَّهُ
ثُمَّ
لَنَنْسِفَنَّهُ
فِي
الْيَمِّ
نَسْفاً
٩٧
Kâle feżheb fe-inne leke fî-lhayâti en tekûle lâ misâs(e)(s) ve-inne leke mev’iden len tuḣlefeh(u)(s) venzur ilâ ilâhike-lleżî zalte ‘aleyhi ‘âkifâ(en)(s) lenuharrikannehu śümme lenensifennehu fî-lyemmi nesfâ(n)
Mûsâ, "Çekil git! Artık sen hayatın boyunca (hastalanıp) "Bana dokunmak yok!" diyeceksin. Senin için, asla kaçamayacağın bir ceza daha var. Hele şu ibadet edip durduğun ilahına bak! Biz onu elbette yakacağız ve onu muhakkak denize savuracağız.
اِنَّـمَٓا
اِلٰهُكُمُ
اللّٰهُ
الَّذ۪ي
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّا
هُوَۜ
وَسِعَ
كُلَّ
شَيْءٍ
عِلْماً
٩٨
İnnemâ ilâhukumu(A)llâhu-lleżî lâ ilâhe illâ hu(ve)(c) vesi’a kulle şey-in ‘ilmâ(n)
Sizin ilahınız ancak kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah'tır. O ilmiyle her şeyi kuşatmıştır
كَذٰلِكَ
نَقُصُّ
عَلَيْكَ
مِنْ
اَنْـبَٓاءِ
مَا
قَدْ
سَبَقَۚ
وَقَدْ
اٰتَيْنَاكَ
مِنْ
لَدُنَّا
ذِكْراًۚ
٩٩
Keżâlike nakussu ‘aleyke min enbâ-i mâkad sebak(a)(c) vekad âteynâke min ledunnâ żikra(n)
(Ey Muhammed!) Sana geçmişin haberlerinden bir kısmını böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir (Kur'an) verdik.
مَنْ
اَعْرَضَ
عَنْهُ
فَاِنَّهُ
يَحْمِلُ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
وِزْراًۙ
١٠٠
Men a’rada ‘anhu fe-innehu yahmilu yevme-lkiyâmeti vizrâ(n)
Kim ondan yüz çevirirse şüphesiz ki o, kıyamet gününde ağır bir günah yükü yüklenecektir.
خَالِد۪ينَ
ف۪يهِۜ
وَسَٓاءَ
لَهُمْ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
حِمْلاًۙ
١٠١
Ḣâlidîne fîh(i)(s) vesâe lehum yevme-lkiyâmeti himlâ(n)
Onlar o günahın cezası içinde ebediyen kalacaklardır. Sûra üfürüleceği gün bu ağır yük onlar için ne kötü bir yüktür!
يَوْمَ
يُنْفَخُ
فِي
الصُّورِ
وَنَحْشُرُ
الْمُجْرِم۪ينَ
يَوْمَئِذٍ
زُرْقاًۚ
١٠٢
Yevme yunfeḣu fî-ssûri venahşuru-lmucrimîne yevme-iżin zurkâ(n)
O gün günahkârları, (gözleri korkudan donup) gömgök kesilmiş olarak haşredeceğiz.
يَتَخَافَتُونَ
بَيْنَهُمْ
اِنْ
لَبِثْتُمْ
اِلَّا
عَشْراً
١٠٣
Yeteḣâfetûne beynehum in lebiśtum illâ ‘aşrâ(n)
Aralarında birbirlerine "(Dünya'da) sadece on (gün) kaldınız" diye gizli gizli konuşacaklar. –Onların, hakkında konuşacakları şeyi biz daha iyi biliriz.- O vakit içlerinden en aklı başında olanları, "Siz sadece bir gün kaldınız" diyecektir.
نَحْنُ
اَعْلَمُ
بِمَا
يَقُولُونَ
اِذْ
يَقُولُ
اَمْثَلُهُمْ
طَر۪يقَةً
اِنْ
لَبِثْتُمْ
اِلَّا
يَوْماً۟
١٠٤
Nahnu a’lemu bimâ yekûlûne iż yekûlu emśeluhum tarîkaten in lebiśtum illâ yevmâ(n)
Aralarında birbirlerine "(Dünya'da) sadece on (gün) kaldınız" diye gizli gizli konuşacaklar. –Onların, hakkında konuşacakları şeyi biz daha iyi biliriz.- O vakit içlerinden en aklı başında olanları, "Siz sadece bir gün kaldınız" diyecektir.
وَيَسْـَٔلُونَكَ
عَنِ
الْجِبَالِ
فَقُلْ
يَنْسِفُهَا
رَبّ۪ي
نَسْفاًۙ
١٠٥
Veyes-elûneke ‘ani-lcibâli fekul yensifuhâ rabbî nesfâ(n)
(Ey Muhammed!) Sana dağların (kıyamet günündeki) halini soruyorlar. De ki: "Rabbim onları toz edip savuracak."
فَيَذَرُهَا
قَاعاً
صَفْصَفاًۙ
١٠٦
Feyeżeruhâ kâ’an safsafâ(n)
"Onların yerlerini dümdüz, boş bir alan halinde bırakacaktır."
لَا
تَرٰى
ف۪يهَا
عِوَجاً
وَلَٓا
اَمْتاً
١٠٧
Lâ terâ fîhâ ‘ivecen velâ emtâ(n)
"Orada hiçbir çukur, hiçbir tümsek göremeyeceksin."
يَوْمَئِذٍ
يَتَّبِعُونَ
الدَّاعِيَ
لَا
عِوَجَ
لَهُۚ
وَخَشَعَتِ
الْاَصْوَاتُ
لِلرَّحْمٰنِ
فَلَا
تَسْمَعُ
اِلَّا
هَمْساً
١٠٨
Yevme-iżin yettebi’ûne-ddâ’iye lâ ‘ivece leh(u)(s) veḣaşe’ati-l-asvâtu lirrahmâni felâ tesme’u illâ hemsâ(n)
O gün kendisinden yan çizmek mümkün olmayan davetçiye (İsrâfil'e) uyarlar. Sesler, Rahmân'ın azametinden dolayı kısılmıştır. Artık sadece fısıltı işitebilirsin.
يَوْمَئِذٍ
لَا
تَنْفَعُ
الشَّفَاعَةُ
اِلَّا
مَنْ
اَذِنَ
لَهُ
الرَّحْمٰنُ
وَرَضِيَ
لَهُ
قَوْلاً
١٠٩
Yevme-iżin lâ tenfe’u-şşefâ’atu illâ men eżine lehu-rrahmânu veradiye lehu kavlâ(n)
O gün, Rahmân'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.
يَعْلَمُ
مَا
بَيْنَ
اَيْد۪يهِمْ
وَمَا
خَلْفَهُمْ
وَلَا
يُح۪يطُونَ
بِه۪
عِلْماً
١١٠
Ya’lemu mâ beyne eydîhim vemâ ḣalfehum velâ yuhîtûne bihi ‘ilmâ(n)
O, önlerindekini ve arkalarındakini (dünyadaki ve ahiretteki durumlarını) bilir. Onların bilgisi ise Rahmân'ı kuşatamaz.
وَعَنَتِ
الْوُجُوهُ
لِلْحَيِّ
الْقَيُّومِۜ
وَقَدْ
خَابَ
مَنْ
حَمَلَ
ظُلْماً
١١١
Ve’aneti-lvucûhu lilhayyi-lkayyûm(i)(s) vekad ḣâbe men hamele zulmâ(n)
Bütün yüzler; diri, yaratıklarına hakim ve onları koruyup gözeten Allah'a boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen mutlaka hüsrana uğramıştır.
وَمَنْ
يَعْمَلْ
مِنَ
الصَّالِحَاتِ
وَهُوَ
مُؤْمِنٌ
فَلَا
يَخَافُ
ظُلْماً
وَلَا
هَضْماً
١١٢
Vemen ya’mel mine-ssâlihâti vehuve mu/minun felâ yeḣâfu zulmen velâ hedmâ(n)
Kim de inanmış olarak salih ameller işlerse o, ne zulme uğramaktan korkar, ne yoksun bırakılmaktan.
وَكَذٰلِكَ
اَنْزَلْنَاهُ
قُرْاٰناً
عَرَبِياًّ
وَصَرَّفْنَا
ف۪يهِ
مِنَ
الْوَع۪يدِ
لَعَلَّهُمْ
يَتَّقُونَ
اَوْ
يُحْدِثُ
لَهُمْ
ذِكْراً
١١٣
Vekeżâlike enzelnâhu kur-ânen ‘arabiyyen vesarrafnâ fîhi mine-lva’îdi le’allehum yettekûne ev yuhdiśu lehum żikrâ(n)
İşte böylece biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve Allah'a karşı gelmekten sakınsınlar, yahut onlara bir uyarı versin diye onda tehditleri teker teker sıraladık.
فَتَعَالَى
اللّٰهُ
الْمَلِكُ
الْحَقُّۚ
وَلَا
تَعْجَلْ
بِالْقُرْاٰنِ
مِنْ
قَبْلِ
اَنْ
يُقْضٰٓى
اِلَيْكَ
وَحْيُهُۘ
وَقُلْ
رَبِّ
زِدْن۪ي
عِلْماً
١١٤
Fete’âla(A)llâhu-lmeliku-lhakk(u)(k) velâ ta’cel bilkur-âni min kabli en yukdâ ileyke vahyuh(u)(s) vekul rabbi zidnî ‘ilmâ(n)
Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur'an'ı okumakta acele etme. "Rabbim! İlmimi arttır" de.
وَلَقَدْ
عَهِدْنَٓا
اِلٰٓى
اٰدَمَ
مِنْ
قَبْلُ
فَنَسِيَ
وَلَمْ
نَجِدْ
لَهُ
عَزْماً۟
١١٥
Velekad ‘ahidnâ ilâ âdeme min kablu fenesiye velem necid lehu ‘azmâ(n)
Andolsun, bundan önce biz Adem'e (cennetteki ağacın meyvesinden yeme diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.
وَاِذْ
قُلْنَا
لِلْمَلٰٓئِكَةِ
اسْجُدُوا
لِاٰدَمَ
فَسَجَدُٓوا
اِلَّٓا
اِبْل۪يسَۜ
اَبٰى
١١٦
Ve-iż kulnâ lilmelâ-iketi-scudû li-âdeme fesecedû illâ iblîse ebâ
Hani meleklere, "Adem için saygı ile eğilin" demiştik de, İblis'ten başka melekler hemen saygı ile eğilmişler; İblis bundan kaçınmıştı.
فَقُلْنَا
يَٓا
اٰدَمُ
اِنَّ
هٰذَا
عَدُوٌّ
لَكَ
وَلِزَوْجِكَ
فَلَا
يُخْرِجَنَّكُمَا
مِنَ
الْجَنَّةِ
فَتَشْقٰى
١١٧
Fekulnâ yâ âdemu inne hâżâ ‘aduvvun leke velizevcike felâ yuḣricennekumâ mine-lcenneti feteşkâ
Biz de şöyle dedik: "Ey Adem! Şüphesiz bu (İblis) sen ve eşin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra mutsuz olursun."
اِنَّ
لَكَ
اَلَّا
تَجُوعَ
ف۪يهَا
وَلَا
تَعْرٰىۙ
١١٨
İnne leke ellâ tecû’a fîhâ velâ ta’râ
"Şüphesiz senin için orada aç kalmak, çıplak kalmak yoktur."
وَاَنَّكَ
لَا
تَظْمَؤُ۬ا
ف۪يهَا
وَلَا
تَضْحٰى
١١٩
Veenneke lâ tazmeu fîhâ velâ tadhâ
"Orada ne susuzluk çekersin, ne de güneş altında kalırsın."
فَوَسْوَسَ
اِلَيْهِ
الشَّيْطَانُ
قَالَ
يَٓا
اٰدَمُ
هَلْ
اَدُلُّكَ
عَلٰى
شَجَرَةِ
الْخُلْدِ
وَمُلْكٍ
لَا
يَبْلٰى
١٢٠
Fevesvese ileyhi-şşeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke ‘alâ şecerati-lḣuldi vemulkin lâ yeblâ
Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: "Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?"
فَاَكَلَا
مِنْهَا
فَبَدَتْ
لَهُمَا
سَوْاٰتُهُمَا
وَطَفِقَا
يَخْصِفَانِ
عَلَيْهِمَا
مِنْ
وَرَقِ
الْجَنَّةِۘ
وَعَصٰٓى
اٰدَمُ
رَبَّهُ
فَغَوٰىۖ
١٢١
Feekelâ minhâ febedet lehumâ sev-âtuhumâ vetafikâ yaḣsifâni ‘aleyhimâ min veraki-lcenne(ti)(c) ve’asâ âdemu rabbehu feġavâ
Bunun üzerine onlar (Adem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Adem Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.
ثُمَّ
اجْتَبٰيهُ
رَبُّهُ
فَتَابَ
عَلَيْهِ
وَهَدٰى
١٢٢
Śumme-ctebâhu rabbuhu fetâbe ‘aleyhi vehedâ
Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.
قَالَ
اهْبِطَا
مِنْهَا
جَم۪يعاً
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ
عَدُوٌّۚ
فَاِمَّا
يَأْتِيَنَّكُمْ
مِنّ۪ي
هُدًى
فَمَنِ
اتَّـبَعَ
هُدَايَ
فَلَا
يَضِلُّ
وَلَا
يَشْقٰى
١٢٣
Kâle-hbitâ minhâ cemî’an ba’dukum liba’din ‘aduvv(un)(s) fe-immâ ye/tiyennekum minnî huden femeni-ttebe’a hudâye felâ yadillu velâ yeşkâ
Allah şöyle dedi: "Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Eğer tarafımdan size bir yol gösterici (kitap) gelir de, kim benim yol göstericime uyarsa artık o, ne (dünyada) sapar ne de (ahirette) sıkıntı çeker."
وَمَنْ
اَعْرَضَ
عَنْ
ذِكْر۪ي
فَاِنَّ
لَهُ
مَع۪يشَةً
ضَنْكاً
وَنَحْشُرُهُ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
اَعْمٰى
١٢٤
Vemen a’rada ‘an żikrî fe-inne lehu ma’îşeten dankân venahşuruhu yevme-lkiyâmeti a’mâ(n)
"Her kim de benim zikrimden (Kur'an'dan) yüz çevirirse mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz."
قَالَ
رَبِّ
لِمَ
حَشَرْتَـن۪ٓي
اَعْمٰى
وَقَدْ
كُنْتُ
بَص۪يراً
١٢٥
Kâle rabbi lime haşertenî a’mâ vekad kuntu basîrâ(n)
O da şöyle der: "Rabbim! Dünyada gören bir kimse olduğum halde, niçin beni kör olarak haşrettin?"
قَالَ
كَذٰلِكَ
اَتَتْكَ
اٰيَاتُنَا
فَـنَس۪يتَهَاۚ
وَكَذٰلِكَ
الْيَوْمَ
تُنْسٰى
١٢٦
Kâle keżâlike etetke âyâtunâ fenesîtehâ(s) vekeżâlike-lyevme tunsâ
Allah "Evet, öyle. Âyetlerimiz sana geldi de sen onları unuttun. Aynı şekilde bugün de sen unutuluyorsun" der.
وَكَذٰلِكَ
نَجْز۪ي
مَنْ
اَسْرَفَ
وَلَمْ
يُؤْمِنْ
بِاٰيَاتِ
رَبِّه۪ۜ
وَلَعَذَابُ
الْاٰخِرَةِ
اَشَدُّ
وَاَبْقٰى
١٢٧
Vekeżâlike neczî men esrafe velem yu/min bi-âyâti rabbih(i)(c) vele’ażâbu-l-âḣirati eşeddu veebkâ
Haddi aşan ve Rabbi'nin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Şüphesiz ahiret azabı daha şiddetli ve daha kalıcıdır.
اَفَلَمْ
يَهْدِ
لَهُمْ
كَمْ
اَهْلَكْنَا
قَبْلَهُمْ
مِنَ
الْقُرُونِ
يَمْشُونَ
ف۪ي
مَسَاكِنِهِمْۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَاتٍ
لِاُو۬لِي
النُّهٰى۟
١٢٨
Efelem yehdi lehum kem ehleknâ kablehum mine-lkurûni yemşûne fî mesâkinihim(k) inne fî żâlike leâyâtin li-ulî-nnuhâ
Yurtlarında dolaşıp durdukları, kendilerinden önceki nice nesilleri helak etmiş olmamız, onları doğru yola iletmedi mi? Şüphesiz bunda akıl sahipleri için ibretler vardır.
وَلَوْلَا
كَلِمَةٌ
سَبَقَتْ
مِنْ
رَبِّكَ
لَكَانَ
لِزَاماً
وَاَجَلٌ
مُسَمًّىۜ
١٢٩
Velevlâ kelimetun sebekat min rabbike lekâne lizâmen veecelun musemmâ(n)
Rabbin tarafından daha önce söylenmiş bir hüküm ve belirlenmiş bir süre olmasaydı onlar da hemen cezalandırılırlardı.
فَاصْبِرْ
عَلٰى
مَا
يَقُولُونَ
وَسَبِّحْ
بِحَمْدِ
رَبِّكَ
قَبْلَ
طُلُوعِ
الشَّمْسِ
وَقَبْلَ
غُرُوبِهَاۚ
وَمِنْ
اٰنَٓائِ
الَّيْلِ
فَسَبِّـحْ
وَاَطْرَافَ
النَّهَارِ
لَعَلَّكَ
تَرْضٰى
١٣٠
Fasbir ‘alâ mâ yekûlûne vesebbih bihamdi rabbike kable tulû’i-şşemsi vekable ġurûbihâ(s) vemin ânâ-i-lleyli fesebbih veatrâfe-nnehâri le’alleke terdâ
O halde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tespih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tespih et ki hoşnut olasın
وَلَا
تَمُدَّنَّ
عَيْنَيْكَ
اِلٰى
مَا
مَتَّعْنَا
بِه۪ٓ
اَزْوَاجاً
مِنْهُمْ
زَهْرَةَ
الْحَيٰوةِ
الدُّنْيَا
لِنَفْتِنَهُمْ
ف۪يهِۜ
وَرِزْقُ
رَبِّكَ
خَيْرٌ
وَاَبْقٰى
١٣١
Velâ temuddenne ‘ayneyke ilâ mâ metta’nâ bihi ezvâcen minhum zehrate-lhayâti-ddunyâ lineftinehum fîh(i)(c) verizku rabbike ḣayrun veebkâ
Onlardan bazı kesimlere, kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz şeylere gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
وَأْمُرْ
اَهْلَكَ
بِالصَّلٰوةِ
وَاصْطَبِرْ
عَلَيْهَاۜ
لَا
نَسْـَٔلُكَ
رِزْقاًۜ
نَحْنُ
نَرْزُقُكَۜ
وَالْعَاقِبَةُ
لِلتَّقْوٰى
١٣٢
Ve/mur ehleke bi-ssalâti vastabir ‘aleyhâ(s) lâ nes-eluke rizkâ(an)(s) nahnu nerzukuk(e)(k) vel’âkibetu littakvâ
Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et. Senden rızık istemiyoruz. Sana da biz rızık veriyoruz. Güzel sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.
وَقَالُوا
لَوْلَا
يَأْت۪ينَا
بِاٰيَةٍ
مِنْ
رَبِّه۪ۜ
اَوَلَمْ
تَأْتِهِمْ
بَيِّنَةُ
مَا
فِي
الصُّحُفِ
الْاُو۫لٰى
١٣٣
Ve kâlû levlâ ye/tînâ bi-âyetin min rabbih(i)(c) eve lem te/tihim beyyinetu mâ fî-ssuhufi-l-ûlâ
İnanmayanlar, "Doğru söylediğine dair bize Rabbinden açık bir delil (bir mucize) getirse ya!" dediler. Önceki kitaplarda olanların apaçık delili (olan Kur'an) onlara gelmedi mi?
وَلَوْ
اَنَّٓا
اَهْلَكْنَاهُمْ
بِعَذَابٍ
مِنْ
قَبْلِه۪
لَقَالُوا
رَبَّنَا
لَوْلَٓا
اَرْسَلْتَ
اِلَيْنَا
رَسُولاً
فَنَتَّبِعَ
اٰيَاتِكَ
مِنْ
قَبْلِ
اَنْ
نَذِلَّ
وَنَخْزٰى
١٣٤
Velev ennâ ehleknâhum bi’ażâbin min kablihi lekâlû rabbenâ levlâ erselte ileynâ rasûlen fenettebi’a âyâtike min kabli en neżille venaḣzâ
Eğer biz onları o Kur'an'dan önce bir azap ile helâk etseydik mutlaka, "Ey Rabbimiz! Keşke bize bir peygamber gönderseydin de alçalıp rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık" derlerdi.
قُلْ
كُلٌّ
مُتَرَبِّصٌ
فَتَرَبَّصُواۚ
فَسَتَعْلَمُونَ
مَنْ
اَصْحَابُ
الصِّرَاطِ
السَّوِيِّ
وَمَنِ
اهْتَدٰى
١٣٥
Kul kullun muterabbisun feterabbesû(s) feseta’lemûne men as-hâbu-ssirâti-sseviyyi vemeni-htedâ
Ey Muhammed, de ki: "Herkes beklemektedir, siz de bekleyin. Yakında kimin düz yolun sahipleri olduğunu, kimin doğru yolu bulduğunu bileceksiniz!"