الْبَقَرَةِ
bakara sûresi
bakara sûresi ayetleri: arapça yazılışı, türkçe okunuş ve açıklaması
ذٰلِكَ
الْكِتَابُ
لَا
رَيْبَۚۛ
ف۪يهِۚۛ
هُدًى
لِلْمُتَّق۪ينَۙ
٢
Żâlike-lkitâbu lâ raybe(*) fîhi(*) huden lilmuttekîn(e)
Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.
اَلَّذ۪ينَ
يُؤْمِنُونَ
بِالْغَيْبِ
وَيُق۪يمُونَ
الصَّلٰوةَ
وَمِمَّا
رَزَقْنَاهُمْ
يُنْفِقُونَۙ
٣
Elleżîne yuminûne bilġaybi veyukîmûne-ssalâte vemimmâ razeknâhum yunfikûn(e)
Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.
وَالَّذ۪ينَ
يُؤْمِنُونَ
بِمَٓا
اُنْزِلَ
اِلَيْكَ
وَمَٓا
اُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلِكَۚ
وَبِالْاٰخِرَةِ
هُمْ
يُوقِنُونَۜ
٤
Velleżîne yuminûne bimâ unzile ileyke vemâ unzile minkablike vebil-âḣirati hum yûkinûn(e)
Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.
اُو۬لٰٓئِكَ
عَلٰى
هُدًى
مِنْ
رَبِّهِمْ
وَاُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الْمُفْلِحُونَ
٥
Ulâ-ike ‘alâ huden min rabbihim(s) ve ulâ-ike humu-lmuflihûn(e)
İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
سَوَٓاءٌ
عَلَيْهِمْ
ءَاَنْذَرْتَهُمْ
اَمْ
لَمْ
تُنْذِرْهُمْ
لَا
يُؤْمِنُونَ
٦
İnne-lleżîne keferû sevâun ‘aleyhim eenżertehum em lem tunżirhum lâ yuminûn(e)
Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar.
خَتَمَ
اللّٰهُ
عَلٰى
قُلُوبِهِمْ
وَعَلٰى
سَمْعِهِمْۜ
وَعَلٰٓى
اَبْصَارِهِمْ
غِشَاوَةٌۘ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
عَظ۪يمٌ۟
٧
Ḣatema(A)llâhu ‘alâ kulûbihim ve’alâ sem’ihim(s) ve’alâ ebsârihim ġişâve(tun)(s) velehum ‘ażâbun ‘azîm(un)
Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ
يَقُولُ
اٰمَنَّا
بِاللّٰهِ
وَبِالْيَوْمِ
الْاٰخِرِ
وَمَا
هُمْ
بِمُؤْمِن۪ينَۢ
٨
Vemine-nnâsi men yekûlu âmennâ bi(A)llâhi ve bilyevmi-l-âḣiri vemâ hum bimuminîn(e)
İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır.
يُخَادِعُونَ
اللّٰهَ
وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُواۚ
وَمَا
يَخْدَعُونَ
اِلَّٓا
اَنْفُسَهُمْ
وَمَا
يَشْعُرُونَۜ
٩
Yuḣâdi’ûna(A)llâhe velleżîne âmenû vemâ yaḣde’ûne illâ enfusehum vemâ yeş’urûn(e)
Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.
ف۪ي
قُلُوبِهِمْ
مَرَضٌۙ
فَزَادَهُمُ
اللّٰهُ
مَرَضاًۚ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
اَل۪يمٌۙ
بِمَا
كَانُوا
يَكْذِبُونَ
١٠
Fî kulûbihim meradun fezâdehumu(A)llâhu merada(n)(s) velehum ‘ażâbun elîmun bimâ kânû yekżibûn(e)
Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır.
وَاِذَا
ق۪يلَ
لَهُمْ
لَا تُفْسِدُوا
فِي
الْاَرْضِۙ
قَالُٓوا
اِنَّمَا
نَحْنُ
مُصْلِحُونَ
١١
Ve-iżâ kîle lehum lâ tufsidû fi-l-ardi kâlû innemâ nahnu muslihûn(e)
Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler.
اَلَٓا
اِنَّهُمْ
هُمُ
الْمُفْسِدُونَ
وَلٰكِنْ
لَا
يَشْعُرُونَ
١٢
Elâ innehum humu-lmufsidûne velâkin lâ yeş’urûn(e)
İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.
وَاِذَا
ق۪يلَ
لَهُمْ
اٰمِنُوا
كَمَٓا
اٰمَنَ
النَّاسُ
قَالُٓوا
اَنُؤْمِنُ
كَمَٓا
اٰمَنَ
السُّفَـهَٓاءُۜ
اَلَٓا
اِنَّهُمْ
هُمُ
السُّفَـهَٓاءُ
وَلٰكِنْ
لَا
يَعْلَمُونَ
١٣
Ve-iżâ kîle lehum âminû kemâ âmene-nnâsu kâlû enuminu kemâ âmene-ssufehâ(u)(k) elâ innehum humu-ssufehâu velâkin lâ ya’lemûn(e)
Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.
وَاِذَا
لَقُوا
الَّذٖينَ
اٰمَنُوا
قَالُٓوا
اٰمَنَّاۚ
وَاِذَا
خَلَوْا
اِلٰى
شَيَاطٖينِهِمْۙ
قَالُٓوا
اِنَّا
مَعَكُمْۙ
اِنَّمَا
نَحْنُ
مُسْتَهْزِؤُ۫نَ
١٤
Ve-iżâ leku-lleżîne âmenû kâlû âmennâ ve-iżâ ḣalev ilâ şeyâtînihim kâlû innâ me’akum innemâ nahnu mustehzi-ûn(e)
İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz” derler.
اَللّٰهُ
يَسْتَهْزِئُ
بِهِمْ
وَيَمُدُّهُمْ
ف۪ي
طُغْيَانِهِمْ
يَعْمَهُونَ
١٥
(A)llâhu yestehzi-u bihim ve yemudduhum fî tuġyânihim ya’mehûn(e)
Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir.
اُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
اشْتَرَوُا
الضَّلَالَةَ
بِالْهُدٰىۖ
فَمَا
رَبِحَتْ
تِجَارَتُهُمْ
وَمَا
كَانُوا
مُهْتَد۪ينَ
١٦
Ulâ-ike-lleżîne-şteravu-ddalâlete bilhudâ femâ rabihat ticâratuhum vemâ kânû muhtedîn(e)
İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.
مَثَلُهُمْ
كَمَثَلِ
الَّذِي
اسْتَوْقَدَ
نَاراًۚ
فَلَمَّٓا
اَضَٓاءَتْ
مَا
حَوْلَهُ
ذَهَبَ
اللّٰهُ
بِنُورِهِمْ
وَتَرَكَهُمْ
ف۪ي
ظُلُمَاتٍ
لَا
يُبْصِرُونَ
١٧
Meśeluhum kemeśeli-lleżi-stevkade nâran felemmâ edâet mâ havlehu żeheba(A)llâhu binûrihim veterakehum fî zulumâtin lâ yubsirûn(e)
Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.
صُمٌّ
بُكْمٌ
عُمْيٌ
فَهُمْ
لَا
يَرْجِعُونَۙ
١٨
Summun bukmun ‘umyun fehum lâ yerci’ûn(e)
Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.
اَوْ
كَصَيِّبٍ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
ف۪يهِ
ظُلُمَاتٌ
وَرَعْدٌ
وَبَرْقٌۚ
يَجْعَلُونَ
اَصَابِعَهُمْ
ف۪ٓي
اٰذَانِهِمْ
مِنَ
الصَّوَاعِقِ
حَذَرَ
الْمَوْتِۜ
وَاللّٰهُ
مُح۪يطٌ
بِالْكَافِر۪ينَ
١٩
Ev kesayyibin mine-ssemâ-i fîhi zulumâtun vera’dun veberkun yec’alûne esâbi’ahum fî âżânihim mine-ssavâ’iki hażera-lmevt(i)(c) va(A)llâhu muhîtun bilkâfirîn(e)
Yahut onların durumu, gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak hâlinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, yıldırım seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
يَكَادُ
الْبَرْقُ
يَخْطَفُ
اَبْصَارَهُمْۜ
كُلَّمَٓا
اَضَٓاءَ
لَهُمْ
مَشَوْا
ف۪يهِۙ
وَاِذَٓا
اَظْلَمَ
عَلَيْهِمْ
قَامُواۜ
وَلَوْ
شَٓاءَ
اللّٰهُ
لَذَهَبَ
بِسَمْعِهِمْ
وَاَبْصَارِهِمْۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
قَد۪يرٌ۟
٢٠
Yekâdu-lberku yaḣtafu ebsârahum(s) kullemâ edâe lehum meşev fîhi ve-iżâ azleme ‘aleyhim kâmû(c) velev şâa(A)llâhu leżehebe bisem’ihim veebsârihim(c) inna(A)llâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlatışında ışığında yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
يَٓا
اَيُّهَا
النَّاسُ
اعْبُدُوا
رَبَّكُمُ
الَّذ۪ي
خَلَقَكُمْ
وَالَّذ۪ينَ
مِنْ
قَبْلِكُمْ
لَعَلَّكُمْ
تَتَّقُونَۙ
٢١
Yâ eyyuhe-nnâsu-’budû rabbekumu-lleżî ḣalekakum velleżîne min kablikum le’allekum tettekûn(e)
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız.
اَلَّذ۪ي
جَعَلَ
لَكُمُ
الْاَرْضَ
فِرَاشاً
وَالسَّمَٓاءَ
بِنَٓاءًۖ
وَاَنْزَلَ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
مَٓاءً
فَاَخْرَجَ
بِه۪
مِنَ
الثَّمَرَاتِ
رِزْقاً
لَكُمْۚ
فَلَا
تَجْعَلُوا
لِلّٰهِ
اَنْدَاداً
وَاَنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
٢٢
Elleżî ce’ale lekumu-l-arda firâşen ve-ssemâe binâen veenzele mine-ssemâ-i mâen feaḣrace bihi mine-śśemerâti rizkan lekum(s) felâ tec’alû li(A)llâhi endâden veentum ta’lemûn(e)
O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.
وَاِنْ
كُنْتُمْ
ف۪ي
رَيْبٍ
مِمَّا
نَزَّلْنَا
عَلٰى
عَبْدِنَا
فَأْتُوا
بِسُورَةٍ
مِنْ
مِثْلِه۪ۖ
وَادْعُوا
شُهَدَٓاءَكُمْ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
٢٣
Ve-in kuntum fî raybin mimmâ nezzelnâ ‘alâ ‘abdinâ fetû bisûratin min miślihi ved’û şuhedâekum min dûni(A)llâhi in kuntum sâdikîn(e)
Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).
فَاِنْ
لَمْ
تَفْعَلُوا
وَلَنْ
تَفْعَلُوا
فَاتَّقُوا
النَّارَ
الَّت۪ي
وَقُودُهَا
النَّاسُ
وَالْحِجَارَةُۚ
اُعِدَّتْ
لِلْكَافِر۪ينَ
٢٤
Fe-in lem tef’alû velen tef’alû fetteku-nnâra-lletî vekûduha-nnâsu velhicâra(tu)(s) u’iddet lilkâfirîn(e)
Eğer, yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.
وَبَشِّرِ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
اَنَّ
لَهُمْ
جَنَّاتٍ
تَجْر۪ي
مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُۜ
كُلَّمَا
رُزِقُوا
مِنْهَا
مِنْ
ثَمَرَةٍ
رِزْقاًۙ
قَالُوا
هٰذَا
الَّذ۪ي
رُزِقْنَا
مِنْ
قَبْلُ
وَاُتُوا
بِه۪
مُتَشَابِهاًۜ
وَلَهُمْ
ف۪يهَٓا
اَزْوَاجٌ
مُطَهَّرَةٌ
وَهُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَ
٢٥
Vebeşşiri-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti enne lehum cennâtin tecrî min tahtihe-l-enhâr(u)(s) kullemâ ruzikû minhâ min śemeratin rizkan(ﻻ) kâlû hâże-lleżî ruziknâ min kablu veutû bihi muteşâbihen velehum fîhâ ezvâcun mutahhera(tun)(s) vehum fîhâ ḣâlidûn(e)
İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, “Bu (tıpkı) daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!” diyecekler. Hâlbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
اِنَّ
اللّٰهَ
لَا
يَسْتَحْـي۪ٓ
اَنْ
يَضْرِبَ
مَثَلاً
مَا
بَعُوضَةً
فَمَا
فَوْقَهَاۜ
فَاَمَّا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
فَيَعْلَمُونَ
اَنَّهُ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّهِمْۚ
وَاَمَّا
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
فَيَقُولُونَ
مَاذَٓا
اَرَادَ
اللّٰهُ
بِهٰذَا
مَثَلاًۢ
يُضِلُّ
بِه۪
كَث۪يراً
وَيَهْد۪ي
بِه۪
كَث۪يراًۜ
وَمَا
يُضِلُّ
بِه۪ٓ
اِلَّا
الْفَاسِق۪ينَۙ
٢٦
İnna(A)llâhe lâ yestahyî en yadribe meśelen mâ be’ûdaten femâ fevkahâ(c) feemme-lleżîne âmenû feya’lemûne ennehu-lhakku min rabbihim(s) veemme-lleżîne keferû feyekûlûne mâżâ erâda(A)llâhu bihâżâ meśelen yudillu bihi keśîran veyehdî bihi keśîra(n)(c) vemâ yudillu bihi ille-lfâsikîn(e)
Allah, bir sivrisineği, ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez. İman edenler onun, Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre saplananlar ise, “Allah, örnek olarak bununla neyi kastetmiştir?” derler. (Allah) onunla birçoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.
اَلَّذ۪ينَ
يَنْقُضُونَ
عَهْدَ
اللّٰهِ
مِنْ
بَعْدِ
م۪يثَاقِه۪ۖ
وَيَقْطَعُونَ
مَٓا
اَمَرَ
اللّٰهُ
بِه۪ٓ
اَنْ
يُوصَلَ
وَيُفْسِدُونَ
فِي
الْاَرْضِۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الْخَاسِرُونَ
٢٧
Elleżîne yenkudûne ‘ahda(A)llâhi min ba’di mîśâkihi veyakta’ûne mâ emera(A)llâhu bihi en yûsale veyufsidûne fi-l-ard(i)(c) ulâ-ike humu-lḣâsirûn(e)
Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.
كَيْفَ
تَكْفُرُونَ
بِاللّٰهِ
وَكُنْتُمْ
اَمْوَاتاً
فَاَحْيَاكُمْۚ
ثُمَّ
يُم۪يتُكُمْ
ثُمَّ
يُحْي۪يكُمْ
ثُمَّ
اِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
٢٨
Keyfe tekfurûne bi(A)llâhi vekuntum emvâten feahyâkum(s) śumme yumîtukum śumme yuhyîkum śumme ileyhi turce’ûn(e)
Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.
هُوَ
الَّذ۪ي
خَلَقَ
لَكُمْ
مَا
فِي
الْاَرْضِ
جَم۪يعاً
ثُمَّ
اسْتَوٰٓى
اِلَى
السَّمَٓاءِ
فَسَوّٰيهُنَّ
سَبْعَ
سَمٰوَاتٍۜ
وَهُوَ
بِكُلِّ
شَيْءٍ
عَل۪يمٌ۟
٢٩
Huve-lleżî ḣaleka lekum mâ fi-l-ardi cemî’an śümme-stevâ ile-ssemâ-i fesevvâhunne seb’a semâvât(in)(c) vehuve bikulli şey-in ‘alîm(un)
O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.
وَاِذْ
قَالَ
رَبُّكَ
لِلْمَلٰٓئِكَةِ
اِنّ۪ي
جَاعِلٌ
فِي
الْاَرْضِ
خَل۪يفَةًۜ
قَالُٓوا
اَتَجْعَلُ
ف۪يهَا
مَنْ
يُفْسِدُ
ف۪يهَا
وَيَسْفِكُ
الدِّمَٓاءَۚ
وَنَحْنُ
نُسَبِّحُ
بِحَمْدِكَ
وَنُقَدِّسُ
لَكَۜ
قَالَ
اِنّ۪ٓي
اَعْلَمُ
مَا
لَا
تَعْلَمُونَ
٣٠
Ve-iż kâle rabbuke lilmelâ-iketi innî câ’ilun fi-l-ardi ḣalîfe(ten)(s) kâlû etec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ veyesfiku-ddimâe venahnu nusebbihu bihamdike venukaddisu lek(e)(s) kâle innî a’lemu mâ lâ ta’lemûn(e)
Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.
وَعَلَّمَ
اٰدَمَ
الْاَسْمَٓاءَ
كُلَّهَا
ثُمَّ
عَرَضَهُمْ
عَلَى
الْمَلٰٓئِكَةِ
فَقَالَ
اَنْبِؤُ۫ن۪ي
بِاَسْمَٓاءِ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
٣١
Ve’alleme âdeme-l-esmâe kullehâ śumme ‘aradahum ‘ale-lmelâ-iketi fekâle enbi-ûnî bi-asmâ-i hâulâ-i in kuntum sâdikîn(e)
Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.
قَالُوا
سُبْحَانَكَ
لَا
عِلْمَ
لَنَٓا
اِلَّا
مَا
عَلَّمْتَنَاۜ
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْعَل۪يمُ
الْحَك۪يمُ
٣٢
Kâlû subhâneke lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ(s) inneke ente-l’alîmu-lhakîm(u)
Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.
قَالَ
يَٓا
اٰدَمُ
اَنْبِئْهُمْ
بِاَسْمَٓائِهِمْۚ
فَلَمَّٓا
اَنْبَاَهُمْ
بِاَسْمَٓائِهِمْۙ
قَالَ
اَلَمْ
اَقُلْ
لَكُمْ
اِنّ۪ٓي
اَعْلَمُ
غَيْبَ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَاَعْلَمُ
مَا
تُبْدُونَ
وَمَا
كُنْتُمْ
تَكْتُمُونَ
٣٣
Kâle yâ âdemu enbihum bi-esmâ-ihim(s) felemmâ enbeehum bi-esmâ-ihim kâle elem ekul lekum innî a’lemu ġaybe-ssemâvâti vel-ardi vea’lemu mâ tubdûne vemâ kuntum tektumûn(e)
Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi.
وَاِذْ
قُلْنَا
لِلْمَلٰٓئِكَةِ
اسْجُدُوا
لِاٰدَمَ
فَسَجَدُٓوا
اِلَّٓا
اِبْل۪يسَۜ
اَبٰى
وَاسْتَكْبَرَ
وَكَانَ
مِنَ
الْكَافِر۪ينَ
٣٤
Ve-iż kulnâ lilmelâ-iketi-scudû li-âdeme fesecedû illâ iblîse ebâ vestekbera vekâne mine-lkâfirîn(e)
Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.
وَقُلْنَا
يَٓا
اٰدَمُ
اسْكُنْ
اَنْتَ
وَزَوْجُكَ
الْجَنَّةَ
وَكُلَا
مِنْهَا
رَغَداً
حَيْثُ
شِئْتُمَاۖ
وَلَا تَقْرَبَا
هٰذِهِ
الشَّجَرَةَ
فَتَكُونَا
مِنَ
الظَّالِم۪ينَ
٣٥
Vekulnâ yâ âdemu-skun ente vezevcuke-lcennete vekulâ minhâ raġaden hayśu şitumâ velâ takrabâ hâżihi-şşecerate fetekûnâ mine-zzâlimîn(e)
Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”
فَاَزَلَّهُمَا
الشَّيْطَانُ
عَنْهَا
فَاَخْرَجَهُمَا
مِمَّا
كَانَا
ف۪يهِۖ
وَقُلْنَا
اهْبِطُوا
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ
عَدُوٌّۚ
وَلَكُمْ
فِي
الْاَرْضِ
مُسْتَقَرٌّ
وَمَتَاعٌ
اِلٰى
ح۪ينٍ
٣٦
Fe ezellehume-şşeytânu ‘anhâ feaḣracehumâ mimmâ kânâ fîhi(s) vekulna-hbitû ba’dukum liba’din ‘aduvv(un)(s) velekum fi-l-ardi mustekarrun vemetâ’un ilâhîn(in)
Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” dedik.
فَتَلَقّٰٓى
اٰدَمُ
مِنْ
رَبِّه۪
كَلِمَاتٍ
فَتَابَ
عَلَيْهِۜ
اِنَّهُ
هُوَ
التَّوَّابُ
الرَّح۪يمُ
٣٧
Fetelakkâ âdemu min rabbihi kelimâtin fetâbe ‘aleyh(i)(c) innehu huve-ttevvâbu-rrahîm(u)
Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.
قُلْنَا
اهْبِطُوا
مِنْهَا
جَم۪يعاًۚ
فَاِمَّا
يَأْتِيَنَّكُمْ
مِنّ۪ي
هُدًى
فَمَنْ
تَبِعَ
هُدَايَ
فَلَا
خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا
هُمْ
يَحْزَنُونَ
٣٨
Kulna-hbitû minhâ cemî’a(n)(s) fe-immâ yetiyennekum minnî huden femen tebi’a hudâye felâ ḣavfun ‘aleyhim velâhum yahzenûn(e)
“İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik.
وَالَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
وَكَذَّبُوا
بِاٰيَاتِنَٓا
اُو۬لٰٓئِكَ
اَصْحَابُ
النَّارِۚ
هُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَ۟
٣٩
Velleżîne keferû vekeżżebû bi-âyâtinâ ulâ-ike ashâbu-nnâr(i)(s) hum fîhâ ḣâlidûn(e)
İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
يَا
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
اذْكُرُوا
نِعْمَتِيَ
الَّت۪ٓي
اَنْعَمْتُ
عَلَيْكُمْ
وَاَوْفُوا
بِعَهْد۪ٓي
اُو۫فِ
بِعَهْدِكُمْ
وَاِيَّايَ
فَارْهَبُونِ
٤٠
Yâ benî isrâ-île-żkurû ni’metiye-lletî en’amtu ‘aleykum veevfû bi’ahdî ûfi bi’ahdikum ve-iyyâye ferhebûn(i)
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Yalnız benden korkun.
وَاٰمِنُوا
بِمَٓا
اَنْزَلْتُ
مُصَدِّقاً
لِمَا
مَعَكُمْ
وَلَا
تَكُونُٓوا
اَوَّلَ
كَافِرٍ
بِه۪ۖ
وَلَا
تَشْتَرُوا
بِاٰيَات۪ي
ثَمَناً
قَل۪يلاًۘ
وَاِيَّايَ
فَاتَّقُونِ
٤١
Veâminû bimâ enzeltu musaddikan limâ me’akum velâ tekûnû avvele kâfirin bih(i)(s) velâ teşterû bi-âyâtî śemenen kalîlen ve-iyyâye fettekûn(i)
Elinizdeki Tevrat’ı tasdik edici olarak indirdiğimize (Kur’an’a) iman edin. Onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin ve bana karşı gelmekten sakının.
وَلَا
تَلْبِسُوا
الْحَقَّ
بِالْبَاطِلِ
وَتَكْتُمُوا
الْحَقَّ
وَاَنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
٤٢
Velâ telbisu-lhakka bilbâtili vetektumu-lhakka veentum ta’lemûn(e)
Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin.
وَاَق۪يمُوا
الصَّلٰوةَ
وَاٰتُوا
الزَّكٰوةَ
وَارْكَعُوا
مَعَ
الرَّاكِع۪ينَ
٤٣
Veakîmu-ssalâte veâtu-zzekâte verke’û me’a-rrâki’în(e)
Namazı kılın, zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.
اَتَأْمُرُونَ
النَّاسَ
بِالْبِرِّ
وَتَنْسَوْنَ
اَنْفُسَكُمْ
وَاَنْتُمْ
تَتْلُونَ
الْكِتَابَۜ
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
٤٤
Etemurûne-nnâse bilbirri vetensevne enfusekum veentum tetlûne-lkitâb(e)(c) efelâ ta’kilûn(e)
Siz Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?
وَاسْتَع۪ينُوا
بِالصَّبْرِ
وَالصَّلٰوةِۜ
وَاِنَّهَا
لَكَب۪يرَةٌ
اِلَّا
عَلَى
الْخَاشِع۪ينَۙ
٤٥
Veste’înû bi-ssabri ve-ssalâ(ti)(c) ve-innehâ lekebîratun illâ ‘ale-lḣâşi’în(e)
Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah’a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir.
اَلَّذ۪ينَ
يَظُنُّونَ
اَنَّهُمْ
مُلَاقُوا
رَبِّهِمْ
وَاَنَّهُمْ
اِلَيْهِ
رَاجِعُونَ۟
٤٦
Elleżîne yazunnûne ennehum mulâkû rabbihim veennehum ileyhi râci’ûn(e)
Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O’na döneceklerini çok iyi bilirler.
يَا
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
اذْكُرُوا
نِعْمَتِيَ
الَّت۪ٓي
اَنْعَمْتُ
عَلَيْكُمْ
وَاَنّ۪ي
فَضَّلْتُكُمْ
عَلَى
الْعَالَم۪ينَ
٤٧
Yâ benî isrâ-île-żkurû ni’metiye-lletî en’amtu ‘aleykum veennî faddaltukum ‘ale-l’âlemîn(e)
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın.
وَاتَّقُوا
يَوْماً
لَا
تَجْز۪ي
نَفْسٌ
عَنْ
نَفْسٍ
شَيْـٔاً
وَلَا
يُقْبَلُ
مِنْهَا
شَفَاعَةٌ
وَلَا
يُؤْخَذُ
مِنْهَا
عَدْلٌ
وَلَا
هُمْ
يُنْصَرُونَ
٤٨
Vettekû yevmen lâ teczî nefsun ‘an nefsin şey-en velâ yukbelu minhâ şefâ’atun velâ yuḣażu minhâ ‘adlun velâ hum yunsarûn(e)
Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez.
وَاِذْ
نَجَّيْنَاكُمْ
مِنْ
اٰلِ
فِرْعَوْنَ
يَسُومُونَكُمْ
سُٓوءَ
الْعَذَابِ
يُذَبِّحُونَ
اَبْنَٓاءَكُمْ
وَيَسْتَحْيُونَ
نِسَٓاءَكُمْۜ
وَف۪ي
ذٰلِكُمْ
بَلَٓاءٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
عَظ۪يمٌ
٤٩
Ve-iż necceynâkum min âli fir’avne yesûmûnekum sû-e-l’ażâbi yużebbihûne ebnâekum veyestehyûne nisâekum(c) vefî żâlikum belâun min rabbikum ‘azîm(un)
Hani, sizi azabın en kötüsüne uğratan, kadınlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştık. Bunda, size Rabbinizden (gelen) büyük bir imtihan vardı.
وَاِذْ
فَرَقْنَا
بِكُمُ
الْبَحْرَ
فَاَنْجَيْنَاكُمْ
وَاَغْرَقْـنَٓا
اٰلَ
فِرْعَوْنَ
وَاَنْتُمْ
تَنْظُرُونَ
٥٠
Ve-iż feraknâ bikumu-lbahra feenceynâkum veaġraknâ âle fir’avne veentum tenzurûn(e)
Hani, sizin için denizi yarmış, sizi kurtarmış, gözlerinizin önünde Firavun ailesini suda boğmuştuk.
وَاِذْ
وٰعَدْنَا
مُوسٰٓى
اَرْبَع۪ينَ
لَيْلَةً
ثُمَّ
اتَّخَذْتُمُ
الْعِجْلَ
مِنْ
بَعْدِه۪
وَاَنْتُمْ
ظَالِمُونَ
٥١
Ve-iż vâ’adnâ mûsâ erbe’îne leyleten śümme-tteḣażtumu-l’icle min ba’dihi veentum zâlimûn(e)
Hani, biz Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik. Sizler ise onun ardından (kendinize) zulmederek bir buzağıyı tanrı edinmiştiniz.
ثُمَّ
عَفَوْنَا
عَنْكُمْ
مِنْ
بَعْدِ
ذٰلِكَ
لَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
٥٢
Śumme ‘afevnâ ‘ankum min ba’di żâlike le’allekum teşkurûn(e)
Sonra bunun ardından şükredesiniz diye sizi affetmiştik.
وَاِذْ
اٰتَيْنَا
مُوسَى
الْكِتَابَ
وَالْفُرْقَانَ
لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ
٥٣
Ve-iż âteynâ mûsâ-lkitâbe velfurkâne le’allekum tehtedûn(e)
Hani, doğru yolu tutasınız diye Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) ve Furkan’ı vermiştik.
وَاِذْ
قَالَ
مُوسٰى
لِقَوْمِه۪
يَا
قَوْمِ
اِنَّكُمْ
ظَلَمْتُمْ
اَنْفُسَكُمْ
بِاتِّخَاذِكُمُ
الْعِجْلَ
فَتُوبُٓوا
اِلٰى
بَارِئِكُمْ
فَاقْتُلُٓوا
اَنْفُسَكُمْۜ
ذٰلِكُمْ
خَيْرٌ
لَكُمْ
عِنْدَ
بَارِئِكُمْۜ
فَتَابَ
عَلَيْكُمْۜ
اِنَّهُ
هُوَ
التَّوَّابُ
الرَّح۪يمُ
٥٤
Ve-iż kâle mûsâ likavmihi yâkavmi innekum zalemtum enfusekum bittiḣâżikumu-l’icle fetûbû ilâ bâri-ikum faktulû enfusekum żâlikum ḣayrun lekum ‘inde bâri-ikum fetâbe ‘aleykum(c) innehu huve-ttevvâbu-rrahîm(u)
Mûsâ, kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilâh edinmekle kendinize yazık ettiniz. Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün (kendinizi düzeltin). Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah da onların tövbesini kabul etti. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.”
وَاِذْ
قُلْتُمْ
يَا
مُوسٰى
لَنْ
نُؤْمِنَ
لَكَ
حَتّٰى
نَرَى
اللّٰهَ
جَهْرَةً
فَاَخَذَتْكُمُ
الصَّاعِقَةُ
وَاَنْتُمْ
تَنْظُرُونَ
٥٥
Ve-iż kultum yâ mûsâ len numine leke hattâ nera(A)llâhe cehraten feaḣażetkumu-ssâ’ikatu veentum tenzurûn(e)
Hani siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız” demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.
ثُمَّ
بَعَثْنَاكُمْ
مِنْ
بَعْدِ
مَوْتِكُمْ
لَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
٥٦
Śumme be’aśnâkum min ba’di mevtikum le’allekum teşkurûn(e)
Sonra, şükredesiniz diye ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik.
وَظَلَّلْنَا
عَلَيْكُمُ
الْغَمَامَ
وَاَنْزَلْنَا
عَلَيْكُمُ
الْمَنَّ
وَالسَّلْوٰىۜ
كُلُوا
مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَا
رَزَقْنَاكُمْۜ
وَمَا
ظَلَمُونَا
وَلٰكِنْ
كَانُٓوا
اَنْفُسَهُمْ
يَظْلِمُونَ
٥٧
Vezallelnâ ‘aleykumu-lġamâme veenzelnâ ‘aleykumu-lmenne ve-sselvâ(s) kulû min tayyibâti mâ razeknâkum(s) vemâ zalemûnâ velâkin kânû enfusehum yazlimûn(e)
Bulutu üstünüze gölge yaptık. Size, kudret helvası ile bıldırcın indirdik. “Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin” (dedik). Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmediyorlardı.
وَاِذْ
قُلْنَا
ادْخُلُوا
هٰذِهِ
الْقَرْيَةَ
فَكُلُوا
مِنْهَا
حَيْثُ
شِئْتُمْ
رَغَداً
وَادْخُلُوا
الْبَابَ
سُجَّداً
وَقُولُوا
حِطَّةٌ
نَغْفِرْ
لَكُمْ
خَطَايَاكُمْۜ
وَسَنَز۪يدُ
الْمُحْسِن۪ينَ
٥٨
Ve-iż kulne-dḣulû hâżihi-lkaryete fekulû minhâ hayśu şitum raġaden vedḣulu-lbâbe succeden vekûlû hittatun naġfir lekum ḣatâyâkum(c) vesenezîdu-lmuhsinîn(e)
Hani, “Şu memlekete girin. Orada dilediğiniz gibi, bol bol yiyin. Kapısından eğilerek tevazu ile girin ve “hıtta!” (Ya Rabbi, bizi affet) deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere ise daha da fazlasını vereceğiz” demiştik.
فَبَدَّلَ
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
قَوْلاً
غَيْرَ
الَّذ۪ي
ق۪يلَ
لَهُمْ
فَاَنْزَلْنَا
عَلَى
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
رِجْزاً
مِنَ
السَّمَٓاءِ
بِمَا
كَانُوا
يَفْسُقُونَ۟
٥٩
Febeddele-lleżîne zalemû kavlen ġayra-lleżî kîle lehum feenzelnâ ‘ale-lleżîne zalemû riczen mine-ssemâ-i bimâ kânû yefsukûn(e)
Derken, onların içindeki zalimler, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle, o zalimlere gökten bir azap indirdik.
وَاِذِ
اسْتَسْقٰى
مُوسٰى
لِقَوْمِه۪
فَقُلْنَا
اضْرِبْ
بِعَصَاكَ
الْحَجَرَۜ
فَانْفَجَرَتْ
مِنْهُ
اثْنَتَا
عَشْرَةَ
عَيْناًۜ
قَدْ
عَلِمَ
كُلُّ
اُنَاسٍ
مَشْرَبَهُمْۜ
كُلُوا
وَاشْرَبُوا
مِنْ
رِزْقِ
اللّٰهِ
وَلَا
تَعْثَوْا
فِي
الْاَرْضِ
مُفْسِد۪ينَ
٦٠
Ve-iżi-steskâ mûsâ likavmihi fekulna-drib bi’asâke-lhacer(a)(s) fenfecerat minhu iśnetâ ‘aşrate ‘aynâ(en)(s) kad ‘alime kullu unâsin meşrabehum(s) kulû veşrabû min rizki(A)llâhi velâ ta’śev fi-l-ardi mufsidîn(e)
Hani, Mûsâ kavmi için su dilemişti. Biz de, “Asanı kayaya vur” demiştik, böylece kayadan on iki pınar fışkırmış, her boy kendi su alacağı pınarı bilmişti. “Allah’ın rızkından yiyin, için. Yalnız, yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın” demiştik.
وَاِذْ
قُلْتُمْ
يَا
مُوسٰى
لَنْ
نَصْبِرَ
عَلٰى
طَعَامٍ
وَاحِدٍ
فَادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
يُخْرِجْ
لَنَا
مِمَّا
تُنْبِتُ
الْاَرْضُ
مِنْ
بَقْلِهَا
وَقِثَّٓائِهَا
وَفُومِهَا
وَعَدَسِهَا
وَبَصَلِهَاۜ
قَالَ
اَتَسْتَبْدِلُونَ
الَّذ۪ي
هُوَ
اَدْنٰى
بِالَّذ۪ي
هُوَ
خَيْرٌۜ
اِهْبِطُوا
مِصْراً
فَاِنَّ
لَكُمْ
مَا
سَاَلْتُمْۜ
وَضُرِبَتْ
عَلَيْهِمُ
الذِّلَّةُ
وَالْمَسْكَنَةُ
وَبَٓاؤُ۫
بِغَضَبٍ
مِنَ
اللّٰهِۜ
ذٰلِكَ
بِاَنَّهُمْ
كَانُوا
يَكْفُرُونَ
بِاٰيَاتِ
اللّٰهِ
وَيَقْتُلُونَ
النَّبِيّ۪نَ
بِغَيْرِ
الْحَقِّۜ
ذٰلِكَ
بِمَا
عَصَوْا
وَكَانُوا
يَعْتَدُونَ۟
٦١
Ve-iż kultum yâ mûsâ len nasbira ‘alâ ta’âmin vâhidin fed’u lenâ rabbeke yuḣric lenâ mimmâ tunbitu-l-ardu min baklihâ vekiśśâ-ihâ vefûmihâ ve’adesihâ vebesalihâ(s) kâle etestebdilûne-lleżî huve ednâ billeżî huve ḣayr(un)(c) ihbitû misran fe-inne lekum mâ seeltum veduribet ‘aleyhimu-żżilletu velmeskenetu vebâû biġadabin mina(A)llâh(i)(k) żâlike bi-ennehum kânû yekfurûne bi-âyâti(A)llâhi veyaktulûne-nnebiyyîne biġayri-lhakk(i)(k) żâlike bimâ ‘asav vekânû ya’tedûn(e)
Hani, “Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O hâlde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin” demiştiniz. O da size, “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var” demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah’ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi, onların; Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَالَّذ۪ينَ
هَادُوا
وَالنَّصَارٰى
وَالصَّابِـ۪ٔينَ
مَنْ
اٰمَنَ
بِاللّٰهِ
وَالْيَوْمِ
الْاٰخِرِ
وَعَمِلَ
صَالِحاً
فَلَهُمْ
اَجْرُهُمْ
عِنْدَ
رَبِّهِمْۖ
وَلَا
خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا
هُمْ
يَحْزَنُونَ
٦٢
İnne-lleżîne âmenû velleżîne hâdû ve-nnesârâ ve-ssâbi-îne men âmene bi(A)llâhi velyevmi-l-âḣiri ve’amile sâlihan felehum ecruhum ‘inde rabbihim velâ ḣavfun ‘aleyhim velâ hum yahzenûn(e)
Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden (her bir grubun kendi şeriatında) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır” (diye hükmedilmiştir).
وَاِذْ
اَخَذْنَا
م۪يثَاقَكُمْ
وَرَفَعْنَا
فَوْقَكُمُ
الطُّورَۜ
خُذُوا
مَٓا
اٰتَيْنَاكُمْ
بِقُوَّةٍ
وَاذْكُرُوا
مَا
ف۪يهِ
لَعَلَّكُمْ
تَتَّقُونَ
٦٣
Ve-iż eḣażnâ mîśâkakum verafa’nâ fevkakumu-ttûra ḣużû mâ âteynâkum bikuvvetin veżkurû mâ fîhi le’allekum tettekûn(e)
Hani, (Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağını da tepenize dikmiş ve “Sakınasınız diye, size verdiğimiz Kitab’ı sıkı tutun, onun içindekileri düşünün (gafil olmayın)” demiştik.
ثُمَّ
تَوَلَّيْتُمْ
مِنْ
بَعْدِ
ذٰلِكَۚ
فَلَوْلَا
فَضْلُ
اللّٰهِ
عَلَيْكُمْ
وَرَحْمَتُهُ
لَكُنْتُمْ
مِنَ
الْخَاسِر۪ينَ
٦٤
Śumme tevelleytum min ba’di żâlike felevlâ fadlu(A)llâhi ‘aleykum verahmetuhu lekuntum mine-lḣâsirîn(e)
Bundan sonra yine yüz çevirdiniz. Allah’ın bol nimeti ve merhameti olmasaydı, herhâlde ziyana uğrayanlardan olurdunuz.
وَلَقَدْ
عَلِمْتُمُ
الَّذ۪ينَ
اعْتَدَوْا
مِنْكُمْ
فِي
السَّبْتِ
فَقُلْنَا
لَهُمْ
كُونُوا
قِرَدَةً
خَاسِـ۪ٔينَۚ
٦٥
Velekad ‘alimtumu-lleżîna’tedev minkum fî-ssebti fekulnâ lehum kûnû kiradeten ḣâsi-în(e)
Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.
فَجَعَلْنَاهَا
نَكَالاً
لِمَا
بَيْنَ
يَدَيْهَا
وَمَا
خَلْفَهَا
وَمَوْعِظَةً
لِلْمُتَّق۪ينَ
٦٦
Fece’alnâhâ nekâlen limâ beyne yedeyhâ vemâ ḣalfehâ vemev’izaten lilmuttekîn(e)
Biz bunu, hem onu görenlere, hem de sonra geleceklere bir ibret ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara da bir öğüt kıldık.
وَاِذْ
قَالَ
مُوسٰى
لِقَوْمِه۪ٓ
اِنَّ
اللّٰهَ
يَأْمُرُكُمْ
اَنْ
تَذْبَحُوا
بَقَرَةًۜ
قَالُٓوا
اَتَتَّخِذُنَا
هُزُواًۜ
قَالَ
اَعُوذُ
بِاللّٰهِ
اَنْ
اَكُونَ
مِنَ
الْجَاهِل۪ينَ
٦٧
Ve-iż kâle mûsâ likavmihi inna(A)llâhe yemurukum en teżbehû bekara(ten)(s) kâlû etetteḣiżunâ huzuvâ(en)(s) kâle e’ûżu bi(A)llâhi en ekûne mine-lcâhilîn(e)
Hani Mûsâ kavmine, “Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor” demişti. Onlar da, “Sen bizimle eğleniyor musun?” demişlerdi. Mûsâ, “Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” demişti.
قَالُوا
ادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
يُبَيِّنْ
لَنَا
مَا
هِيَۜ
قَالَ
اِنَّهُ
يَقُولُ
اِنَّهَا
بَقَرَةٌ
لَا
فَارِضٌ
وَلَا
بِكْرٌۜ
عَوَانٌ
بَيْنَ
ذٰلِكَۜ
فَافْعَلُوا
مَا
تُؤْمَرُونَ
٦٨
Kâlû ud’u lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiy(e)(c) kâle innehu yekûlu innehâ bekaratun lâ fâridun velâ bikrun ‘avânun beyne żâlike(s) fef’alû mâ tumerûn(e)
“Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın.” dediler. Mûsâ şöyle dedi: “Rabbim diyor ki: O, ne yaşlı, ne körpe, ikisi arası bir sığırdır. Haydi, emrolunduğunuz işi yapın.”
قَالُوا
ادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
يُبَيِّنْ
لَنَا
مَا
لَوْنُهَاۜ
قَالَ
اِنَّهُ
يَقُولُ
اِنَّهَا
بَقَرَةٌ
صَفْرَٓاءُۙ
فَاقِعٌ
لَوْنُهَا
تَسُرُّ
النَّاظِر۪ينَ
٦٩
Kâlû ud’u lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ levnuhâ(c) kâle innehu yekûlu innehâ bekaratun safrâu fâki’un levnuhâ tesurru-nnâzirîn(e)
Onlar, “Bizim için Rabbine dua et de, rengi neymiş? açıklasın” dediler. Mûsâ şöyle dedi: “Rabbim diyor ki, o, sapsarı; rengi, bakanların içini açan bir sığırdır” dedi.
قَالُوا
ادْعُ
لَنَا
رَبَّكَ
يُبَيِّنْ
لَنَا
مَا
هِيَۙ
اِنَّ
الْبَقَرَ
تَشَابَهَ
عَلَيْنَاۜ
وَاِنَّٓا
اِنْ
شَٓاءَ
اللّٰهُ
لَمُهْتَدُونَ
٧٠
Kâlû-d’u lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiye inne-lbekara teşâbehe ‘aleynâ ve-innâ in şâa(A)llâhu lemuhtedûn(e)
“Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın. Çünkü sığırlar, bizce, birbirlerine benzemektedir. Ama Allah dilerse elbet buluruz” dediler.
قَالَ
اِنَّهُ
يَقُولُ
اِنَّهَا
بَقَرَةٌ
لَا
ذَلُولٌ
تُث۪يرُ
الْاَرْضَ
وَلَا
تَسْقِي
الْحَرْثَۚ
مُسَلَّمَةٌ
لَا
شِيَةَ
ف۪يهَاۜ
قَالُوا
الْـٰٔنَ
جِئْتَ
بِالْحَقِّۜ
فَذَبَحُوهَا
وَمَا
كَادُوا
يَفْعَلُونَ۟
٧١
Kâle innehu yekûlu innehâ bekaratun lâżelûlun tuśîru-l-arda velâ teski-lharśe musellemetun lâ şiyete fîhâ (c)kâlu-l-âne cite bilhakk(i)(c) feżebehûhâ vemâ kâdû yef’alûn(e)
Mûsâ şöyle dedi: “Rabbim diyor ki; o, çift sürmek, ekin sulamak için boyunduruğa vurulmamış, kusursuz, hiç alacası olmayan bir sığırdır.” Onlar, “İşte, şimdi tam doğrusunu bildirdin” dediler. Nihayet o sığırı kestiler. Neredeyse bunu yapmayacaklardı.
وَاِذْ
قَتَلْتُمْ
نَفْساً
فَادّٰرَءْتُمْ
ف۪يهَاۜ
وَاللّٰهُ
مُخْرِجٌ
مَا
كُنْتُمْ
تَكْتُمُونَۚ
٧٢
Ve-iż kateltum nefsen feddâratum fîhâ(s) ve(A)llâhu muḣricun mâ kuntum tektumûn(e)
Hani, bir kimseyi öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üstüne atmıştınız. Hâlbuki Allah, gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktı.
فَقُلْنَا
اضْرِبُوهُ
بِبَعْضِهَاۜ
كَذٰلِكَ
يُحْـيِ
اللّٰهُ
الْمَوْتٰى
وَيُر۪يكُمْ
اٰيَاتِه۪
لَعَلَّكُمْ
تَعْقِلُونَ
٧٣
Fekulnâ-dribûhu biba’dihâ(c) keżâlike yuhyi(A)llâhu-lmevtâ veyurîkum âyâtihi le’allekum ta’kilûn(e)
“Sığırın bir parçası ile öldürülene vurun” dedik. (Denileni yaptılar ve ölü dirildi.) İşte, Allah ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir.
ثُمَّ
قَسَتْ
قُلُوبُكُمْ
مِنْ
بَعْدِ
ذٰلِكَ
فَهِيَ
كَالْحِجَارَةِ
اَوْ
اَشَدُّ
قَسْوَةًۜ
وَاِنَّ
مِنَ
الْحِجَارَةِ
لَمَا
يَتَفَجَّرُ
مِنْهُ
الْاَنْهَارُۜ
وَاِنَّ
مِنْهَا
لَمَا
يَشَّقَّقُ
فَيَخْرُجُ
مِنْهُ
الْمَٓاءُۜ
وَاِنَّ
مِنْهَا
لَمَا
يَهْبِطُ
مِنْ
خَشْيَةِ
اللّٰهِۜ
وَمَا
اللّٰهُ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
٧٤
Śumme kaset kulûbukum min ba’di żâlike fehiye kelhicârati ev eşeddu kasve(ten)(c) ve-inne mine-lhicârati lemâ yetefecceru minhu-l-anhâr(u)(c) ve-inne minhâ lemâ yeşşekkaku feyeḣrucu minhu-lmâ(u)(c) ve-inne minhâ lemâ yehbitu min ḣaşyeti(A)llâh(i)(k) vema(A)llâhu biġâfilin ‘ammâ ta’melûn(e)
Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah, yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.
اَفَتَطْمَعُونَ
اَنْ
يُؤْمِنُوا
لَكُمْ
وَقَدْ
كَانَ
فَر۪يقٌ
مِنْهُمْ
يَسْمَعُونَ
كَلَامَ
اللّٰهِ
ثُمَّ
يُحَرِّفُونَهُ
مِنْ
بَعْدِ
مَا
عَقَلُوهُ
وَهُمْ
يَعْلَمُونَ
٧٥
Efetetme’ûne en yuminû lekum vekad kâne ferîkun minhum yesme’ûne kelâma(A)llâhi śümme yuharrifûnehu min ba’di mâ ‘akalûhu vehum ya’lemûn(e)
Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden birtakımı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.
وَاِذَا
لَقُوا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
قَالُٓوا
اٰمَنَّاۚ
وَاِذَا
خَلَا
بَعْضُهُمْ
اِلٰى
بَعْضٍ
قَالُٓوا
اَتُحَدِّثُونَهُمْ
بِمَا
فَتَحَ
اللّٰهُ
عَلَيْكُمْ
لِيُحَٓاجُّوكُمْ
بِه۪
عِنْدَ
رَبِّكُمْۜ
اَفَلَا
تَعْقِلُونَ
٧٦
Ve-iżâ leku-lleżîne âmenû kâlû âmennâ ve-iżâ ḣalâ ba’duhum ilâ ba’din kâlû etuhaddiśûnehum bimâ feteha(A)llâhu ‘aleykum liyuhâccûkum bihi ‘inde rabbikum(c) efelâ ta’kilûn(e)
Onlar iman edenlerle karşılaşınca, “İman ettik” derler. Birbirleriyle baş başa kaldıklarında da şöyle derler: “Rabbinizin huzurunda delil olarak kullanıp sizi sustursunlar diye mi, Allah’ın (Tevrat’ta) size bildirdiklerini onlara söylüyorsunuz? (Bu kadarcık şeye) akıl erdiremiyor musunuz?”
اَوَلَا
يَعْلَمُونَ
اَنَّ
اللّٰهَ
يَعْلَمُ
مَا
يُسِرُّونَ
وَمَا
يُعْلِنُونَ
٧٧
Eve lâ ya’lemûne enna(A)llâhe ya’lemu mâ yusirrûne vemâ yu’linûn(e)
Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizli tuttuklarını da bilir, açığa vurduklarını da.
وَمِنْهُمْ
اُمِّيُّونَ
لَا
يَعْلَمُونَ
الْكِتَابَ
اِلَّٓا
اَمَانِيَّ
وَاِنْ
هُمْ
اِلَّا
يَظُنُّونَ
٧٨
Veminhum ummiyyûne lâ ya’lemûne-lkitâbe illâ emâniyye ve-in hum illâ yazunnûn(e)
Bunların bir de ümmî takımı vardır; Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Onların bütün bildikleri bir sürü kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunurlar.
فَوَيْلٌ
لِلَّذ۪ينَ
يَكْتُبُونَ
الْكِتَابَ
بِاَيْد۪يهِمْ
ثُمَّ
يَقُولُونَ
هٰذَا
مِنْ
عِنْدِ
اللّٰهِ
لِيَشْتَرُوا
بِه۪
ثَمَناً
قَل۪يلاًۜ
فَوَيْلٌ
لَهُمْ
مِمَّا
كَتَبَتْ
اَيْد۪يهِمْ
وَوَيْلٌ
لَهُمْ
مِمَّا
يَكْسِبُونَ
٧٩
Feveylun lilleżîne yektubûne-lkitâbe bi-eydîhim śümme yekûlûne hâżâ min ‘indi(A)llâhi liyeşterû bihi śemenen kalîlâ(en)(s) feveylun lehum mimmâ ketebet eydîhim veveylun lehum mimmâ yeksibûn(e)
Vay o kimselere ki, elleriyle Kitab’ı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların hâline! Vay kazandıklarından dolayı onların hâline!
وَقَالُوا
لَنْ
تَمَسَّنَا
النَّارُ
اِلَّٓا
اَيَّاماً
مَعْدُودَةًۜ
قُلْ
اَتَّخَذْتُمْ
عِنْدَ
اللّٰهِ
عَهْداً
فَلَنْ
يُخْلِفَ
اللّٰهُ
عَهْدَهُٓ
اَمْ
تَقُولُونَ
عَلَى
اللّٰهِ
مَا
لَا
تَعْلَمُونَ
٨٠
Ve kâlû len temessene-nnâru illâ eyyâmen ma’dûde(ten)(c) kul etteḣażtum ‘inda(A)llâhi ‘ahden felen yuḣlifa(A)llâhu ‘ahdeh(u)(s) em tekûlûne ‘ala(A)llâhi mâ lâ ta’lemûn(e)
Bir de dediler ki: “Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.” Sen onlara de ki: “Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? -Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
بَلٰى
مَنْ
كَسَبَ
سَيِّئَةً
وَاَحَاطَتْ
بِه۪
خَط۪ٓيـَٔتُهُ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
اَصْحَابُ
النَّارِۚ
هُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَ
٨١
Belâ men kesebe seyyi-eten veehâtat bihi ḣatî-etuhu feulâ-ike as-hâbu annâr(i)(s) hum fîhâ ḣâlidûn(e)
Evet, kötülük işleyip suçu benliğini kaplamış (ve böylece şirke düşmüş) olan kimseler var ya, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
اُو۬لٰٓئِكَ
اَصْحَابُ
الْجَنَّةِۚ
هُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَ۟
٨٢
Velleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti ulâ-ike as-hâbu-lcenne(ti)(s) hum fîhâ ḣâlidûn(e)
İman edip salih ameller işleyenler ise cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
وَاِذْ
اَخَذْنَا
م۪يثَاقَ
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
لَا
تَعْبُدُونَ
اِلَّا
اللّٰهَ
وَبِالْوَالِدَيْنِ
اِحْسَاناً
وَذِي
الْقُرْبٰى
وَالْيَتَامٰى
وَالْمَسَاك۪ينِ
وَقُولُوا
لِلنَّاسِ
حُسْناً
وَاَق۪يمُوا
الصَّلٰوةَ
وَاٰتُوا
الزَّكٰوةَۜ
ثُمَّ
تَوَلَّيْتُمْ
اِلَّا
قَل۪يلاً
مِنْكُمْ
وَاَنْتُمْ
مُعْرِضُونَ
٨٣
Ve-iż eḣażnâ mîśâka benî isrâ-île lâ ta’budûne illa(A)llâhe vebilvâlideyni ihsânen veżi-lkurbâ velyetâmâ velmesâkîni vekûlû linnâsi husnen veakîmû-ssalâte veâtû-zzekâte śümme tevelleytum illâ kalîlen minkum veentum mu’ridûn(e)
Hani, biz İsrailoğulları’ndan, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, herkese güzel sözler söyleyeceksiniz, namazı kılacaksınız, zekâtı vereceksiniz” diye söz almıştık. Sonra pek azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz.
وَاِذْ
اَخَذْنَا
م۪يثَاقَكُمْ
لَا
تَسْفِكُونَ
دِمَٓاءَكُمْ
وَلَا
تُخْرِجُونَ
اَنْفُسَكُمْ
مِنْ
دِيَارِكُمْ
ثُمَّ
اَقْرَرْتُمْ
وَاَنْتُمْ
تَشْهَدُونَ
٨٤
Ve-iż eḣażnâ mîśâkakum lâ tesfikûne dimâekum velâ tuḣricûne enfusekum min diyârikum śumme akrartum veentum teşhedûn(e)
Hani, “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız” diye de sizden kesin söz almıştık. Sonra bunu böylece kabul etmiştiniz. Kendiniz de buna hâlâ şahitlik etmektesiniz.
ثُمَّ
اَنْتُمْ
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ
تَقْتُلُونَ
اَنْفُسَكُمْ
وَتُخْرِجُونَ
فَر۪يقاً
مِنْكُمْ
مِنْ
دِيَارِهِمْۘ
تَظَاهَرُونَ
عَلَيْهِمْ
بِالْاِثْمِ
وَالْعُدْوَانِۜ
وَاِنْ
يَأْتُوكُمْ
اُسَارٰى
تُفَادُوهُمْ
وَهُوَ
مُحَرَّمٌ
عَلَيْكُمْ
اِخْرَاجُهُمْۜ
اَفَتُؤْمِنُونَ
بِبَعْضِ
الْكِتَابِ
وَتَكْفُرُونَ
بِبَعْضٍۚ
فَمَا
جَزَٓاءُ
مَنْ
يَفْعَلُ
ذٰلِكَ
مِنْكُمْ
اِلَّا
خِزْيٌ
فِي
الْحَيٰوةِ
الدُّنْيَاۚ
وَيَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
يُرَدُّونَ
اِلٰٓى
اَشَدِّ
الْعَذَابِۜ
وَمَا
اللّٰهُ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
٨٥
Śumme entum hâulâ-i taktulûne enfusekum vetuḣricûne ferîkan minkum min diyârihim tezâherûne ‘aleyhim bil-iśmi vel’udvâni ve-in yetûkum usârâ tufâdûhum vehuve muharramun ‘aleykum iḣrâcuhum(c) efetuminûne biba’di-lkitâbi vetekfurûne biba’d(in)(c) femâ cezâu men yef’alu żâlike minkum illâ ḣizyun fi-lhayâti-ddunyâ veyevme-lkiyâmeti yuraddûne ilâ eşeddi-l’ażâb(i)(k) vema(A)llâhu biġâfilin ‘ammâ ta’melûn(e)
Ama siz, birbirinizi öldüren, içinizden bir kesime karşı kötülük ve zulümde yardımlaşarak; size haram olduğu hâlde onları yurtlarından çıkaran, size esir olarak geldiklerinde ise, fidye verip kendilerini kurtaran kimselersiniz. Yoksa siz Kitab’ın (Tevrat’ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
اُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
اشْتَرَوُا
الْحَيٰوةَ
الدُّنْيَا
بِالْاٰخِرَةِۘ
فَلَا
يُخَفَّفُ
عَنْهُمُ
الْعَذَابُ
وَلَا
هُمْ
يُنْصَرُونَ۟
٨٦
Ulâ-ike-lleżîne-şteravu-lhayâte-ddunyâ bil-âḣirat(i)(s) felâ yuḣaffefu ‘anhumu-l’ażâbu velâ hum yunsarûn(e)
Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez.
وَلَقَدْ
اٰتَيْنَا
مُوسَى
الْكِتَابَ
وَقَفَّيْنَا
مِنْ
بَعْدِه۪
بِالرُّسُلِ
وَاٰتَيْنَا
ع۪يسَى
ابْنَ
مَرْيَمَ
الْبَيِّنَاتِ
وَاَيَّدْنَاهُ
بِرُوحِ
الْقُدُسِۜ
اَفَكُلَّمَا
جَٓاءَكُمْ
رَسُولٌ
بِمَا
لَا
تَهْوٰٓى
اَنْفُسُكُمُ
اسْتَكْبَرْتُمْۚ
فَفَر۪يقاً
كَذَّبْتُمْۘ
وَفَر۪يقاً
تَقْتُلُونَ
٨٧
Velekad âteynâ mûsâ-lkitâbe vekaffeynâ min ba’dihi bi-rrusul(i)(c) veâteynâ ‘îsâ-bne meryeme-lbeyyinâti veeyyednâhu birûhi-lkudus(i)(k) efekullemâ câekum rasûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumu-stekbertum feferîkan keżżebtum veferîkan taktulûn(e)
Andolsun, Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra ard arda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya mucizeler verdik. Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Size herhangi bir peygamber, hoşunuza gitmeyen bir şey getirdikçe, kibirlenip (onların) bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?
وَقَالُوا
قُلُوبُنَا
غُلْفٌۜ
بَلْ
لَعَنَهُمُ
اللّٰهُ
بِكُفْرِهِمْ
فَقَل۪يلاً
مَا
يُؤْمِنُونَ
٨٨
Ve kâlû kulûbunâ ġulf(un)(c) bel le’anehumu(A)llâhu bikufrihim fekalîlen mâ yuminûn(e)
“Kalplerimiz muhafazalıdır” dediler. Öyle değil. İnkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Bu yüzden pek az iman ederler.
وَلَمَّا
جَٓاءَهُمْ
كِتَابٌ
مِنْ
عِنْدِ
اللّٰهِ
مُصَدِّقٌ
لِمَا
مَعَهُمْۙ
وَكَانُوا
مِنْ
قَبْلُ
يَسْتَفْتِحُونَ
عَلَى
الَّذ۪ينَ
كَفَرُواۚ
فَلَمَّا
جَٓاءَهُمْ
مَا
عَرَفُوا
كَفَرُوا
بِه۪ۘ
فَلَعْنَةُ
اللّٰهِ
عَلَى
الْكَافِر۪ينَ
٨٩
Velemmâ câehum kitâbun min ‘indi(A)llâhi musaddikun limâ me’ahum vekânû min kablu yesteftihûne ‘ale-lleżîne keferû felemmâ câehum mâ ‘arafû keferû bih(i)(c) fela’netu(A)llâhi ‘ale-lkâfirîn(e)
Kendilerine ellerindekini (Tevrat’ı) tasdik eden bir kitap (Kur’an) gelince onu inkâr ettiler. Oysa, daha önce (bu kitabı getirecek peygamber ile) inkârcılara (Arap müşriklerine) karşı yardım istiyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (bu peygamber) kendilerine gelince ise onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti inkârcıların üzerine olsun.
بِئْسَمَا
اشْتَرَوْا
بِه۪ٓ
اَنْفُسَهُمْ
اَنْ
يَكْفُرُوا
بِمَٓا
اَنْزَلَ
اللّٰهُ
بَغْياً
اَنْ
يُنَزِّلَ
اللّٰهُ
مِنْ
فَضْلِه۪
عَلٰى
مَنْ
يَشَٓاءُ
مِنْ
عِبَادِه۪ۚ
فَبَٓاؤُ۫
بِغَضَبٍ
عَلٰى
غَضَبٍۜ
وَلِلْكَافِر۪ينَ
عَذَابٌ
مُه۪ينٌ
٩٠
Bisemâ-şterav bihi enfusehum en yekfurû bimâ enzela(A)llâhu baġyen en yunezzila(A)llâhu min fadlihi ‘alâ men yeşâu min ‘ibâdih(i)(s) febâû biġadabin ‘alâ ġadab(in)(c) velilkâfirîne ‘ażâbun muhîn(un)
Karşılığında nefislerini sattıkları şeyi kıskançlıkları sebebiyle Allah’ın, kullarından dilediğine lütfuyla indirdiği vahyi inkâr etmeleri ne kötüdür! Bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. İnkâr edenlere alçaltıcı bir azap vardır.
وَاِذَا
ق۪يلَ
لَهُمْ
اٰمِنُوا
بِمَٓا
اَنْزَلَ
اللّٰهُ
قَالُوا
نُؤْمِنُ
بِمَٓا
اُنْزِلَ
عَلَيْنَا
وَيَكْفُرُونَ
بِمَا
وَرَٓاءَهُ
وَهُوَ
الْحَقُّ
مُصَدِّقاً
لِمَا
مَعَهُمْۜ
قُلْ
فَلِمَ
تَقْتُلُونَ
اَنْبِيَٓاءَ
اللّٰهِ
مِنْ
قَبْلُ
اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
٩١
Ve-iżâ kîle lehum âminû bimâ enzela(A)llâhu kâlû numinu bimâ unzile ‘aleynâ veyekfurûne bimâ verâehu vehuve-lhakku musaddikan limâ me’ahum(k) kul felime taktulûne enbiyâa(A)llâhi min kablu in kuntum muminîn(e)
Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin” denilince, “Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız” deyip, ondan sonra geleni (Kur’an’ı) inkâr ederler. Hâlbuki o, ellerinde bulunanı (Tevrat’ı) tasdik eden hak bir kitaptır. De ki: “Eğer inanan kimseler idiyseniz, daha önce niçin Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?”
وَلَقَدْ
جَٓاءَكُمْ
مُوسٰى
بِالْبَيِّنَاتِ
ثُمَّ
اتَّخَذْتُمُ
الْعِجْلَ
مِنْ
بَعْدِه۪
وَاَنْتُمْ
ظَالِمُونَ
٩٢
Velekad câekum mûsâ bilbeyyinâti śumme-tteḣażtumu-l’icle min ba’dihi veentum zâlimûn(e)
Andolsun, Mûsâ size açık mucizeler getirmişti de, arkasından sizler nefislerinize zulüm ederek buzağıyı ilâh edinmiştiniz.
وَاِذْ
اَخَذْنَا
م۪يثَاقَكُمْ
وَرَفَعْنَا
فَوْقَكُمُ
الطُّورَۜ
خُذُوا
مَٓا
اٰتَيْنَاكُمْ
بِقُوَّةٍ
وَاسْمَعُواۜ
قَالُوا
سَمِعْنَا
وَعَصَيْنَا
وَاُشْرِبُوا
ف۪ي
قُلُوبِهِمُ
الْعِجْلَ
بِكُفْرِهِمْۜ
قُلْ
بِئْسَمَا
يَأْمُرُكُمْ
بِه۪ٓ
ا۪يمَانُكُمْ
اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
٩٣
Ve-iż eḣażnâ mîśâkakum verafa’nâ fevkakumu-ttûra ḣużû mââteynâkum bikuvvetin vesme’û(s) kâlû semi’nâ ve’asaynâ ve uşribû fî kulûbihimu-l’icle bikufrihim(c) kul bisemâ yemurukum bihi îmânukum in kuntum muminîn(e)
Hani, Tûr’u tepenize dikerek sizden söz almıştık, “Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin” demiştik. Onlar, “Dinledik, karşı geldik” demişlerdi. İnkârları yüzünden buzağı sevgisi onların kalplerine sindirilmişti. Onlara de ki: (Tevrat’a beslediğinizi iddia ettiğiniz) imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür, eğer inanan kimselerseniz!
قُلْ
اِنْ
كَانَتْ
لَكُمُ
الدَّارُ
الْاٰخِرَةُ
عِنْدَ
اللّٰهِ
خَالِصَةً
مِنْ
دُونِ
النَّاسِ
فَتَمَنَّوُا
الْمَوْتَ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
٩٤
Kul in kânet lekumu-ddâru-l-âḣiratu ‘inda(A)llâhi ḣâlisaten min dûni-nnâsi fetemennevu-lmevte in kuntum sâdikîn(e)
De ki: “Eğer (iddia ettiğiniz gibi) Allah katındaki ahiret yurdu (cennet) diğer insanlar için değil de, yalnız sizinse ve doğru söyleyenler iseniz haydi ölümü temenni edin!”
وَلَنْ
يَتَمَنَّوْهُ
اَبَداً
بِمَا
قَدَّمَتْ
اَيْد۪يهِمْۜ
وَاللّٰهُ
عَل۪يمٌ
بِالظَّالِم۪ينَ
٩٥
Velen yetemennevhu ebeden bimâkaddemet eydîhim(k) va(A)llâhu ‘alîmun bi-zzâlimîn(e)
Fakat kendi elleriyle önceden yaptıkları işler yüzünden ölümü hiçbir zaman temenni edemezler. Allah, o zalimleri hakkıyla bilendir.
وَلَتَجِدَنَّهُمْ
اَحْرَصَ
النَّاسِ
عَلٰى
حَيٰوةٍۚ
وَمِنَ
الَّذ۪ينَ
اَشْرَكُوا
يَوَدُّ
اَحَدُهُمْ
لَوْ
يُعَمَّرُ
اَلْفَ
سَنَةٍۚ
وَمَا
هُوَ
بِمُزَحْزِحِه۪
مِنَ
الْعَذَابِ
اَنْ
يُعَمَّرَۜ
وَاللّٰهُ
بَص۪يرٌ
بِمَا
يَعْمَلُونَ۟
٩٦
Veletecidennehum ehrasa-nnâsi ‘alâ hayâtin vemine-lleżîne eşrakû(c) yeveddu ehaduhum lev yu’ammeru elfe senetin vemâ huve bimuzehzihihi mine-l’ażâbi en yu’ammer(a)(c) va(A)llâhu basîrun bimâ ya’melûn(e)
Andolsun, sen onların, yaşamaya, bütün insanlardan; hatta Allah’a ortak koşanlardan bile daha düşkün olduklarını görürsün. Onların her biri bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki uzun yaşamak, onları azaptan kurtaracak değildir. Allah, onların bütün işlediklerini görür.
قُلْ
مَنْ
كَانَ
عَدُواًّ
لِجِبْر۪يلَ
فَاِنَّهُ
نَزَّلَهُ
عَلٰى
قَلْبِكَ
بِاِذْنِ
اللّٰهِ
مُصَدِّقاً
لِمَا
بَيْنَ
يَدَيْهِ
وَهُدًى
وَبُشْرٰى
لِلْمُؤْمِن۪ينَ
٩٧
Kul men kâne ‘aduvven licibrîle fe-innehu nezzelehu ‘alâ kalbike bi-iżni(A)llâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi vehuden vebuşrâ lilmuminîn(e)
De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.”
مَنْ
كَانَ
عَدُواًّ
لِلّٰهِ
وَمَلٰٓئِكَتِه۪
وَرُسُلِه۪
وَجِبْر۪يلَ
وَم۪يكَالَ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
عَدُوٌّ
لِلْكَافِر۪ينَ
٩٨
Men kâne ‘aduvven li(A)llâhi vemelâ-iketihi verusulihi vecibrîle vemîkâle fe-inna(A)llâhe ‘aduvvun lilkâfirîn(e)
Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mîkâil’e düşman olursa bilsin ki, Allah da inkâr edenlerin düşmanıdır.
وَلَقَدْ
اَنْزَلْـنَٓا
اِلَيْكَ
اٰيَاتٍ
بَيِّنَاتٍۚ
وَمَا
يَكْفُرُ
بِهَٓا
اِلَّا
الْفَاسِقُونَ
٩٩
Velekad enzelnâ ileyke âyâtin beyyinât(in)(s) vemâ yekfuru bihâ ille-lfâsikûn(e)
Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları ancak fasıklar inkâr eder.
اَوَكُلَّمَا
عَاهَدُوا
عَهْداً
نَبَذَهُ
فَر۪يقٌ
مِنْهُمْۜ
بَلْ
اَكْثَرُهُمْ
لَا
يُؤْمِنُونَ
١٠٠
Eve kullemâ ‘âhedû ‘ahden nebeżehu ferîkun minhum(c) bel ekśeruhum lâ yuminûn(e)
Onlar ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, içlerinden birtakımı o antlaşmayı bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.
وَلَمَّا
جَٓاءَهُمْ
رَسُولٌ
مِنْ
عِنْدِ
اللّٰهِ
مُصَدِّقٌ
لِمَا
مَعَهُمْ
نَبَذَ
فَر۪يقٌ
مِنَ
الَّذ۪ينَ
اُو۫تُوا
الْكِتَابَۗ
كِتَابَ
اللّٰهِ
وَرَٓاءَ
ظُهُورِهِمْ
كَاَنَّهُمْ
لَا
يَعْلَمُونَ
١٠١
Velemmâ câehum rasûlun min ‘indi(A)llâhi musaddikun limâ me’ahum nebeże ferîkun mine-lleżîne ûtu-lkitâbe kitâba(A)llâhi verâe zuhûrihim keennehum lâ ya’lemûn(e)
Onlara, Allah katından ellerinde bulunan Kitab’ı (Tevrat’ı) doğrulayıcı bir peygamber gelince, kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı, sanki bilmiyorlarmış gibi Allah’ın Kitab’ını (Tevrat’ı) arkalarına attılar.
وَاتَّـبَعُوا
مَا
تَتْلُوا
الشَّيَاط۪ينُ
عَلٰى
مُلْكِ
سُلَيْمٰنَۚ
وَمَا
كَفَرَ
سُلَيْمٰنُ
وَلٰكِنَّ
الشَّيَاط۪ينَ
كَفَرُوا
يُعَلِّمُونَ
النَّاسَ
السِّحْرَۗ
وَمَٓا
اُنْزِلَ
عَلَى
الْمَلَكَيْنِ
بِبَابِلَ
هَارُوتَ
وَمَارُوتَۜ
وَمَا
يُعَلِّمَانِ
مِنْ
اَحَدٍ
حَتّٰى
يَقُولَٓا
اِنَّمَا
نَحْنُ
فِتْنَةٌ
فَلَا
تَكْفُرْۜ
فَيَتَعَلَّمُونَ
مِنْهُمَا
مَا
يُفَرِّقُونَ
بِه۪
بَيْنَ
الْمَرْءِ
وَزَوْجِه۪ۜ
وَمَا
هُمْ
بِضَٓارّ۪ينَ
بِه۪
مِنْ
اَحَدٍ
اِلَّا
بِاِذْنِ
اللّٰهِۜ
وَيَتَعَلَّمُونَ
مَا
يَضُرُّهُمْ
وَلَا
يَنْفَعُهُمْۜ
وَلَقَدْ
عَلِمُوا
لَمَنِ
اشْتَرٰيهُ
مَا
لَهُ
فِي
الْاٰخِرَةِ
مِنْ
خَلَاقٍ۠
وَلَبِئْسَ
مَا
شَرَوْا
بِه۪ٓ
اَنْفُسَهُمْۜ
لَوْ
كَانُوا
يَعْلَمُونَ
١٠٢
Vettebe’û mâ tetlû-şşeyâtînu ‘alâ mulki suleymân(e)(s) vemâ kefera suleymânu velâkinne-şşeyâtîne keferû yu’allimûne-nnâse-ssihra vemâ unzile ‘ale-lmelekeyni bibâbile hârûte vemârût(e)(c) vemâ yu’allimâni min ehadin hattâ yekûlâ innemâ nahnu fitnetun felâ tekfur(s) feyete’allemûne minhumâ mâ yuferrikûne bihi beyne-lmer-i vezevcih(i)(c) vemâ hum bidârrîne bihi min ehadin illâ bi-iżni(A)llâh(i)(c) veyete’allemûne mâ yedurruhum velâ yenfe’uhum(c) velekad ‘alimû lemeni-şterâhu mâ lehu fi-l-âḣirati min ḣalâk(in)(c) velebise mâ şerav bihi enfusehum(c) lev kânû ya’lemûn(e)
Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetli insanların) uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki Hârût ve Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Hâlbuki o iki melek, “Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz görüp de) sakın küfre girme” demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi!
وَلَوْ
اَنَّهُمْ
اٰمَنُوا
وَاتَّقَوْا
لَمَثُوبَةٌ
مِنْ
عِنْدِ
اللّٰهِ
خَيْرٌۜ
لَوْ
كَانُوا
يَعْلَمُونَ۟
١٠٣
Velev ennehum âmenû vettekav lemeśûbetun min ‘indi(A)llâhi ḣayr(un)(s) lev kânû ya’lemûn(e)
Eğer onlar iman edip Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakınmış olsalardı, Allah katında kazanacakları sevap kendileri için daha hayırlı olacaktı. Keşke bilselerdi!
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
لَا
تَقُولُوا
رَاعِنَا
وَقُولُوا
انْظُرْنَا
وَاسْمَعُواۜ
وَلِلْكَافِر۪ينَ
عَذَابٌ
اَل۪يمٌ
١٠٤
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû lâ tekûlû râ’inâ vekûlû-nzurnâ vesme’û(k) velilkâfirîne ‘ażâbun elîm(un)
Ey iman edenler! “Râ’inâ (bizi gözet)” demeyin, “unzurnâ (bize bak)” deyin ve dinleyin. Kâfirler için acıklı bir azap vardır.
مَا
يَوَدُّ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
مِنْ
اَهْلِ
الْكِتَابِ
وَلَا الْمُشْرِك۪ينَ
اَنْ
يُنَزَّلَ
عَلَيْكُمْ
مِنْ
خَيْرٍ
مِنْ
رَبِّكُمْۜ
وَاللّٰهُ
يَخْتَصُّ
بِرَحْمَتِه۪
مَنْ
يَشَٓاءُۜ
وَاللّٰهُ
ذُوالْفَضْلِ
الْعَظ۪يمِ
١٠٥
Mâ yeveddu-lleżîne keferû min ehli-lkitâbi vele-lmuşrikîne en yunezzele ‘aleykum min ḣayrin min rabbikum(k) va(A)llâhu yaḣtessu birahmetihi men yeşâu va(A)llâhu żu-lfadli-l’azîm(i)
Ne Kitab ehlinden inkâr edenler ve ne de Allah’a ortak koşanlar, Rabbinizden size bir iyilik gelmesini isterler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.
مَا
نَنْسَخْ
مِنْ
اٰيَةٍ
اَوْ
نُنْسِهَا
نَأْتِ
بِخَيْرٍ
مِنْهَٓا
اَوْ
مِثْلِهَاۜ
اَلَمْ
تَعْلَمْ
اَنَّ
اللّٰهَ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
قَد۪يرٌ
١٠٦
Mâ nensaḣ min âyetin ev nunsihâ neti biḣayrin minhâ ev miślihâ(k) elem ta’lem enna(A)llâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
Biz herhangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz. Allah’ın gücünün her şeye hakkıyla yettiğini bilmez misin?
اَلَمْ
تَعْلَمْ
اَنَّ
اللّٰهَ
لَهُ
مُلْكُ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِۜ
وَمَا
لَكُمْ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
مِنْ
وَلِيٍّ
وَلَا
نَص۪يرٍ
١٠٧
Elem ta’lem enna(A)llâhe lehu mulku-ssemâvâti vel-ard(i)(k) vemâ lekum min dûni(A)llâhi min veliyyin velâ nesîr(in)
Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
اَمْ
تُر۪يدُونَ
اَنْ
تَسْـَٔلُوا
رَسُولَكُمْ
كَمَا
سُئِلَ
مُوسٰى
مِنْ
قَبْلُۜ
وَمَنْ
يَتَبَدَّلِ
الْكُفْرَ
بِالْا۪يمَانِ
فَقَدْ
ضَلَّ
سَوَٓاءَ
السَّب۪يلِ
١٠٨
Em turîdûne en tes-elû rasûlekum kemâ su-ile mûsâ min kabl(u)(k) vemen yetebeddeli-lkufra bil-îmâni fekad dalle sevâe-ssebîl(i)
Yoksa daha önce Mûsâ’nın sorguya çekildiği gibi, siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Her kim imanı küfre değişirse, o artık doğru yoldan sapmış olur.
وَدَّ
كَث۪يرٌ
مِنْ
اَهْلِ
الْكِتَابِ
لَوْ
يَرُدُّونَكُمْ
مِنْ
بَعْدِ
ا۪يمَانِكُمْ
كُفَّاراًۚ
حَسَداً
مِنْ
عِنْدِ
اَنْفُسِهِمْ
مِنْ
بَعْدِ
مَا
تَبَيَّنَ
لَهُمُ
الْحَقُّۚ
فَاعْفُوا
وَاصْفَحُوا
حَتّٰى
يَأْتِيَ
اللّٰهُ
بِاَمْرِه۪ۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
قَد۪يرٌ
١٠٩
Vedde keśîrun min ehli-lkitâbi lev yeruddûnekum min ba’di îmânikum kuffâran haseden min ‘indi enfusihim min ba’di mâ tebeyyene lehumu-lhakk(u)(s) fa’fû vesfehû hattâ yetiya(A)llâhu bi-emrih(i)(s) inna(A)llâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirdikten sonra dahi, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Siz şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, gücü her şeye hakkıyla yetendir.
وَاَق۪يمُوا
الصَّلٰوةَ
وَاٰتُوا
الزَّكٰوةَۜ
وَمَا
تُقَدِّمُوا
لِاَنْفُسِكُمْ
مِنْ
خَيْرٍ
تَجِدُوهُ
عِنْدَ
اللّٰهِۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَص۪يرٌ
١١٠
Veekîmû assalâte veâtû-zzekâ(te)(c) vemâ tukaddimû li-enfusikum min ḣayrin tecidûhu ‘inda(A)llâh(i)(k) inna(A)llâhe bimâ ta’melûne basîr(un)
Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görür.
وَقَالُوا
لَنْ
يَدْخُلَ
الْجَنَّةَ
اِلَّا
مَنْ
كَانَ
هُوداً
اَوْ
نَصَارٰىۜ
تِلْكَ
اَمَانِيُّهُمْۜ
قُلْ
هَاتُوا
بُرْهَانَكُمْ
اِنْ
كُنْتُمْ
صَادِق۪ينَ
١١١
Ve kâlû len yedḣule-lcennete illâ men kâne hûden ev nesârâ(k) tilke emâniyyuhum(k) kul hâtû burhânekum in kuntum sâdikîn(e)
Bir de; “Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek” dediler. Bu, onların kuruntuları! De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz (iddianızı ispat edecek) delilinizi getirin.”
بَلٰى
مَنْ
اَسْلَمَ
وَجْهَهُ
لِلّٰهِ
وَهُوَ
مُحْسِنٌ
فَلَهُٓ
اَجْرُهُ
عِنْدَ
رَبِّه۪ۖ
وَلَا
خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا
هُمْ
يَحْزَنُونَ۟
١١٢
Belâ men esleme vechehu li(A)llâhi vehuve muhsinun felehu ecruhu ‘inde rabbihi velâ ḣavfun ‘aleyhim velâ hum yahzenûn(e)
Hayır, öyle değil! Kim “ihsan” derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
وَقَالَتِ
الْيَهُودُ
لَيْسَتِ
النَّصَارٰى
عَلٰى
شَيْءٍۖ
وَقَالَتِ
النَّصَارٰى
لَيْسَتِ
الْيَهُودُ
عَلٰى
شَيْءٍۙ
وَهُمْ
يَتْلُونَ
الْكِتَابَۜ
كَذٰلِكَ
قَالَ
الَّذ۪ينَ
لَا
يَعْلَمُونَ
مِثْلَ
قَوْلِهِمْۚ
فَاللّٰهُ
يَحْكُمُ
بَيْنَهُمْ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
ف۪يمَا
كَانُوا
ف۪يهِ
يَخْتَلِفُونَ
١١٣
Vekâleti-lyehûdu leyseti-nnesârâ ‘alâ şey-in vekâleti-nnesârâ leyseti-lyehûdu ‘alâ şey-in vehum yetlûne-lkitâb(e)(k) keżâlikekâle-lleżîne lâ ya’lemûne miśle kavlihim(c) fe(A)llâhu yahkumu beynehum yevme-lkiyâmeti fîmâ kânû fîhi yaḣtelifûn(e)
Yahudiler, “Hıristiyanlar bir temel üzerinde değiller” dediler. Hıristiyanlar da, “Yahudiler bir temel üzerinde değiller” dediler. Oysa hepsi Kitab’ı okuyorlar. (Kitab'ı) bilmeyenler de tıpkı bunların söyledikleri gibi demişti. Artık onların aralarında uyuşamadıkları davada, kıyamet gününde hükmü Allah verecektir.
وَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنْ
مَنَعَ
مَسَاجِدَ
اللّٰهِ
اَنْ
يُذْكَرَ
ف۪يهَا
اسْمُهُ
وَسَعٰى
ف۪ي
خَرَابِهَاۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
مَا
كَانَ
لَهُمْ
اَنْ
يَدْخُلُوهَٓا
اِلَّا
خَٓائِف۪ينَۜ
لَهُمْ
فِي
الدُّنْيَا
خِزْيٌ
وَلَهُمْ
فِي
الْاٰخِرَةِ
عَذَابٌ
عَظ۪يمٌ
١١٤
Vemen azlemu mimmen mene’a mesâcida(A)llâhi en yużkera fîhâ-smuhu vese’â fî ḣarâbihâ(c) ulâ-ike mâ kâne lehum en yedḣulûhâ illâ ḣâ-ifîn(e)(c) lehum fî-ddunyâ ḣizyun velehum fi-l-âḣirati ‘ażâbun ‘azîm(un)
Allah’ın mescitlerinde onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir. Böyleleri oralara (eğer girerlerse) ancak korka korka girebilmelidirler. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.
وَلِلّٰهِ
الْمَشْرِقُ
وَالْمَغْرِبُ
فَاَيْنَمَا
تُوَلُّوا
فَثَمَّ
وَجْهُ
اللّٰهِۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
وَاسِعٌ
عَل۪يمٌ
١١٥
Veli(A)llâhi-lmeşriku velmaġrib(u)(c) feeynemâ tuvellû feśemme vechu(A)llâh(i)(c) inna(A)llâhe vâsi’un ‘alîm(un)
Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
وَقَالُوا
اتَّخَذَ
اللّٰهُ
وَلَداًۙ
سُبْحَانَهُۜ
بَلْ
لَهُ
مَا
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِۜ
كُلٌّ
لَهُ
قَانِتُونَ
١١٦
Ve kâlû-teḣaża(A)llâhu veledâ(en)(k) subhâneh(u)(s) bel lehu mâ fî-ssemâvâti vel-ard(i)(s) kullun lehu kânitûn(e)
“Allah, çocuk edindi” dediler. O, bundan uzaktır. Hayır! Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ındır. Hepsi O’na boyun eğmiştir.
بَد۪يعُ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِۜ
وَاِذَا
قَضٰٓى
اَمْراً
فَاِنَّمَا
يَقُولُ
لَهُ
كُنْ
فَيَكُونُ
١١٧
Bedî’u assemâvâti vel-ard(i)(c) ve-iżâ kadâ emran fe-innemâ yekûlu lehu kun feyekûn(u)
O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
وَقَالَ
الَّذ۪ينَ
لَا
يَعْلَمُونَ
لَوْلَا
يُكَلِّمُنَا
اللّٰهُ
اَوْ
تَأْت۪ينَٓا
اٰيَةٌۜ
كَذٰلِكَ
قَالَ
الَّذ۪ينَ
مِنْ
قَبْلِهِمْ
مِثْلَ
قَوْلِهِمْۜ
تَشَابَهَتْ
قُلُوبُهُمْۜ
قَدْ
بَيَّنَّا
الْاٰيَاتِ
لِقَوْمٍ
يُوقِنُونَ
١١٨
Vekâle-lleżîne lâ ya’lemûne levlâ yukellimuna(A)llâhu ev tetînâ âye(tun)(k) keżâlike kâle-lleżîne min kablihim miśle kavlihim teşâbehet kulûbuhum(k) kad beyyenne-l-âyâti likavmin yûkinûn(e)
Bilmeyenler, “Allah bizimle konuşsa, ya da bize bir mucize gelse ya!” derler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişti. Onların kalpleri (anlayışları) birbirine benziyor. Biz âyetleri, kesin olarak inanacak bir toplum için açıkladık.
اِنَّٓا
اَرْسَلْنَاكَ
بِالْحَقِّ
بَش۪يراً
وَنَذ۪يراًۙ
وَلَا
تُسْـَٔلُ
عَنْ
اَصْحَابِ
الْجَح۪يمِ
١١٩
İnnâ erselnâke bilhakki beşîran veneżîrâ(an)(s) velâ tus-elu ‘an ashâbi-lcehîm(i)
Şüphesiz biz seni hak ile; müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemlik olanlardan sorumlu tutulacak değilsin.
وَلَنْ
تَرْضٰى
عَنْكَ
الْيَهُودُ
وَلَا
النَّصَارٰى
حَتّٰى
تَتَّبِعَ
مِلَّتَهُمْۜ
قُلْ
اِنَّ
هُدَى
اللّٰهِ
هُوَ
الْهُدٰىۜ
وَلَئِنِ
اتَّبَعْتَ
اَهْوَٓاءَهُمْ
بَعْدَ
الَّذ۪ي
جَٓاءَكَ
مِنَ
الْعِلْمِۙ
مَا
لَكَ
مِنَ
اللّٰهِ
مِنْ
وَلِيٍّ
وَلَا
نَص۪يرٍ
١٢٠
Velen terdâ ‘anke-lyehûdu velâ-nnesârâ hattâ tettebi’a milletehum(k) kul inne huda(A)llâhi huve-lhudâ(k) vele-ini-tteba’te ehvâehum ba’de-lleżî câeke mine-l’ilmi(ﻻ) mâ leke mina(A)llâhi min veliyyin velâ nasîr(in)
Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: “Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.” Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.
اَلَّذ۪ينَ
اٰتَيْنَاهُمُ
الْكِتَابَ
يَتْلُونَهُ
حَقَّ
تِلَاوَتِه۪ۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
يُؤْمِنُونَ
بِه۪ۜ
وَمَنْ
يَكْفُرْ
بِه۪
فَاُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الْخَاسِرُونَ۟
١٢١
Elleżîne âteynâhumu-lkitâbe yetlûnehu hakka tilâvetihi ulâ-ike yuminûne bih(i)(k) vemen yekfur bihi feulâ-ike humu-lḣâsirûn(e)
Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar ona inanırlar. Onu inkâr edenlere gelince, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.
يَا
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
اذْكُرُوا
نِعْمَتِيَ
الَّت۪ٓي
اَنْعَمْتُ
عَلَيْكُمْ
وَاَنّ۪ي
فَضَّلْتُكُمْ
عَلَى
الْعَالَم۪ينَ
١٢٢
Yâ benî isrâ-île-żkurû ni’metiye-lletî en’amtu ‘aleykum veennî faddaltukum ‘ale-l’âlemîn(e)
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi cümle âleme üstün tuttuğumu hatırlayın.
وَاتَّقُوا
يَوْماً
لَا
تَجْز۪ي
نَفْسٌ
عَنْ
نَفْسٍ
شَيْـٔاً
وَلَا
يُقْبَلُ
مِنْهَا
عَدْلٌ
وَلَا
تَنْفَعُهَا
شَفَاعَةٌ
وَلَا
هُمْ
يُنْصَرُونَ
١٢٣
Vettekû yevmen lâ teczî nefsun ‘an nefsin şey-en velâ yukbelu minhâ ‘adlun velâ tenfe’uhâ şefâ’atun velâ hum yunsarûn(e)
Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin (aracılığın) yarar sağlamayacağı ve hiç kimsenin hiçbir taraftan yardım göremeyeceği günden sakının.
وَاِذِ
ابْتَلٰٓى
اِبْرٰه۪يمَ
رَبُّهُ
بِكَلِمَاتٍ
فَاَتَمَّهُنَّۜ
قَالَ
اِنّ۪ي
جَاعِلُكَ
لِلنَّاسِ
اِمَاماًۜ
قَالَ
وَمِنْ
ذُرِّيَّت۪يۜ
قَالَ
لَا
يَنَالُ
عَهْدِي
الظَّالِم۪ينَ
١٢٤
Ve-iżi-btelâ ibrâhîme rabbuhu bikelimâtin feetemmehun(ne)(s) kâle innî câ’iluke linnâsi imâmâ(en)(s) kâle vemin żurriyyetî(c) kâle lâ yenâlu ‘ahdî-zzâlimîn(e)
Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: “Ben seni insanlara önder yapacağım.” İbrahim de, “Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)” demişti. Bunun üzerine Rabbi, “Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz” demişti.
وَاِذْ
جَعَلْنَا
الْبَيْتَ
مَثَابَةً
لِلنَّاسِ
وَاَمْناًۜ
وَاتَّخِذُوا
مِنْ
مَقَامِ
اِبْرٰه۪يمَ
مُصَلًّىۜ
وَعَهِدْنَٓا
اِلٰٓى
اِبْرٰه۪يمَ
وَاِسْمٰع۪يلَ
اَنْ
طَهِّرَا
بَيْتِيَ
لِلطَّٓائِف۪ينَ
وَالْعَاكِف۪ينَ
وَالرُّكَّعِ
السُّجُودِ
١٢٥
Ve-iż ce’alne-lbeyte meśâbeten linnâsi veemnen vetteḣiżû min mekâmi ibrâhîme musallâ(en)(s) ve’ahidnâ ilâ ibrâhîme ve-ismâ’île en tahhirâ beytiye littâ-ifîne vel’âkifîne ve-rrukke’i-ssucûd(i)
Hani, biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e şöyle emretmiştik: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi (Kâbe’yi) tertemiz tutun.”
وَاِذْ
قَالَ
اِبْرٰه۪يمُ
رَبِّ
اجْعَلْ
هٰذَا
بَلَداً
اٰمِناً
وَارْزُقْ
اَهْلَهُ
مِنَ
الثَّمَرَاتِ
مَنْ
اٰمَنَ
مِنْهُمْ
بِاللّٰهِ
وَالْيَوْمِ
الْاٰخِرِۜ
قَالَ
وَمَنْ
كَفَرَ
فَاُمَتِّعُهُ
قَل۪يلاً
ثُمَّ
اَضْطَرُّهُٓ
اِلٰى
عَذَابِ
النَّارِۜ
وَبِئْسَ
الْمَص۪يرُ
١٢٦
Ve-iż kâle ibrâhîmu rabbi-c’al hâżâ beleden âminen verzuk ehlehu mine-śśemerâti men âmene minhum bi(A)llâhi velyevmi-l-âḣir(i)(s) kâle vemen kefera feumetti’uhu kalîlen śumme edtarruhu ilâ ‘ażâbi annâr(i)(s) vebise-lmasîr(u)
Hani İbrahim, “Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır” demişti. Allah da, “İnkâr edeni bile az bir süre, (bu geçici kısa hayatta) rızıklandırır; sonra onu cehennem azabına girmek zorunda bırakırım. Ne kötü varılacak yerdir orası!” demişti.
وَاِذْ
يَرْفَعُ
اِبْرٰه۪يمُ
الْقَوَاعِدَ
مِنَ
الْبَيْتِ
وَاِسْمٰع۪يلُۜ
رَبَّنَا
تَقَبَّلْ
مِنَّاۜ
اِنَّكَ
اَنْتَ
السَّم۪يعُ
الْعَل۪يمُ
١٢٧
Ve-iż yerfe’u ibrâhîmu-lkavâ’ide mine-lbeyti ve-ismâ’îlu rabbenâ tekabbel minnâ(s) inneke ente-ssemî’u-l’alîm(u)
Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı.
رَبَّنَا
وَاجْعَلْنَا
مُسْلِمَيْنِ
لَكَ
وَمِنْ
ذُرِّيَّتِنَٓا
اُمَّةً
مُسْلِمَةً
لَكَۖ
وَاَرِنَا
مَنَاسِكَنَا
وَتُبْ
عَلَيْنَاۚ
اِنَّكَ
اَنْتَ
التَّوَّابُ
الرَّح۪يمُ
١٢٨
Rabbenâ vec’alnâ muslimeyni leke vemin żurriyyetinâ ummeten muslimeten leke veerinâ menâsikenâ vetub ‘aleynâ(s) inneke ente-ttevvâbu-rrahîm(u)
“Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın.”
رَبَّنَا
وَابْعَثْ
ف۪يهِمْ
رَسُولاً
مِنْهُمْ
يَتْلُوا
عَلَيْهِمْ
اٰيَاتِكَ
وَيُعَلِّمُهُمُ
الْكِتَابَ
وَالْحِكْمَةَ
وَيُزَكّ۪يهِمْۜ
اِنَّكَ
اَنْتَ
الْعَز۪يزُ
الْحَك۪يمُ۟
١٢٩
Rabbenâ veb’aś fîhim rasûlen minhum yetlû ‘aleyhim âyâtike veyu’allimuhumu-lkitâbe velhikmete veyuzekkîhim(c) inneke ente-l’azîzu-lhakîm(u)
“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.”
وَمَنْ
يَرْغَبُ
عَنْ
مِلَّةِ
اِبْرٰه۪يمَ
اِلَّا
مَنْ
سَفِهَ
نَفْسَهُۜ
وَلَقَدِ
اصْطَفَيْنَاهُ
فِي
الدُّنْيَاۚ
وَاِنَّهُ
فِي
الْاٰخِرَةِ
لَمِنَ
الصَّالِح۪ينَ
١٣٠
Vemen yerġabu ‘an milleti ibrâhîme illâ men sefihe nefseh(u)(c) velekadi-stafeynâhu fî-ddunyâ(c) ve-innehu fi-l-âḣirati lemine-ssâlihîn(e)
Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz İbrahim’i bu dünyada seçkin kıldık. Şüphesiz o ahirette de iyilerdendir.
اِذْ
قَالَ
لَهُ
رَبُّهُٓ
اَسْلِمْۙ
قَالَ
اَسْلَمْتُ
لِرَبِّ
الْعَالَم۪ينَ
١٣١
İż kâle lehu rabbuhu eslim(s) kâle eslemtu lirabbi-l’âlemîn(e)
Rabbi ona “Teslim ol” dediğinde, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti.
وَوَصّٰى
بِهَٓا
اِبْرٰه۪يمُ
بَن۪يهِ
وَيَعْقُوبُۜ
يَا
بَنِيَّ
اِنَّ
اللّٰهَ
اصْطَفٰى
لَكُمُ
الدّ۪ينَ
فَلَا
تَمُوتُنَّ
اِلَّا
وَاَنْتُمْ
مُسْلِمُونَۜ
١٣٢
Vevassâ bihâ ibrâhîmu benîhi veya’kûbu yâ beniyye inna(A)llâhe-stafâ lekumu-ddîne felâ temûtunne illâ veentum muslimûn(e)
İbrahim, bunu kendi oğullarına da vasiyet etti, Yakub da öyle: “Oğullarım! Allah, sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. Siz de ancak müslümanlar olarak ölün” dedi.
اَمْ
كُنْتُمْ
شُهَدَٓاءَ
اِذْ
حَضَرَ
يَعْقُوبَ
الْمَوْتُۙ
اِذْ
قَالَ
لِبَن۪يهِ
مَا
تَعْبُدُونَ
مِنْ
بَعْد۪يۜ
قَالُوا
نَعْبُدُ
اِلٰهَكَ
وَاِلٰهَ
اٰبَٓائِكَ
اِبْرٰه۪يمَ
وَاِسْمٰع۪يلَ
وَاِسْحٰقَ
اِلٰهاً
وَاحِداًۚ
وَنَحْنُ
لَهُ
مُسْلِمُونَ
١٣٣
Em kuntum şuhedâe iż hadara ya’kûbe-lmevtu iż kâle libenîhi mâ ta’budûne min ba’dî kâlû na’budu ilâheke ve-ilâhe âbâ-ike ibrâhîme ve-ismâ’île ve-ishâka ilâhen vâhiden venahnu lehu muslimûn(e)
Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” dediği, onların da, “Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek bir ilâha ibadet edeceğiz; bizler O’na boyun eğmiş müslümanlarız.” dedikleri zaman orada hazır mı bulunuyordunuz?
تِلْكَ
اُمَّةٌ
قَدْ
خَلَتْۚ
لَهَا
مَا
كَسَبَتْ
وَلَكُمْ
مَا
كَسَبْتُمْۚ
وَلَا
تُسْـَٔلُونَ
عَمَّا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ
١٣٤
Tilke ummetun kad ḣalet(s) lehâ mâ kesebet velekum mâ kesebtum(s) velâ tus-elûne ‘ammâ kânu ya’melûn(e)
Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.
وَقَالُوا
كُونُوا
هُوداً
اَوْ
نَصَارٰى
تَهْتَدُواۜ
قُلْ
بَلْ
مِلَّةَ
اِبْرٰه۪يمَ
حَن۪يفاًۜ
وَمَا
كَانَ
مِنَ
الْمُشْرِك۪ينَ
١٣٥
Ve kâlû kûnû hûden ev nasârâ tehtedû(k) kul bel millete ibrâhîme hanîfâ(en)(s) vemâ kâne mine-lmuşrikîn(e)
(Yahudiler) “Yahudi olun ve (Hıristiyanlar da) "Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” dediler. De ki: “Hayır, hakka yönelen İbrahim’in dinine uyarız. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.”
قُولُٓوا
اٰمَنَّا
بِاللّٰهِ
وَمَٓا
اُنْزِلَ
اِلَيْنَا
وَمَٓا
اُنْزِلَ
اِلٰٓى
اِبْرٰه۪يمَ
وَاِسْمٰع۪يلَ
وَاِسْحٰقَ
وَيَعْقُوبَ
وَالْاَسْبَاطِ
وَمَٓا
اُو۫تِيَ
مُوسٰى
وَع۪يسٰى
وَمَٓا
اُو۫تِيَ
النَّبِيُّونَ
مِنْ
رَبِّهِمْۚ
لَا
نُفَرِّقُ
بَيْنَ
اَحَدٍ
مِنْهُمْۘ
وَنَحْنُ
لَهُ
مُسْلِمُونَ
١٣٦
Kûlû âmennâ bi(A)llâhi vemâ unzile ileynâ vemâ unzile ilâ ibrâhîme ve-ismâ’île ve-ishâka veya’kûbe vel-esbâti vemâ ûtiye mûsâ ve’îsâ vemâ ûtiye-nnebiyyûne min rabbihim lâ nuferriku beyne ehadin minhum venahnu lehu muslimûn(e)
Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.”
فَاِنْ
اٰمَنُوا
بِمِثْلِ
مَٓا
اٰمَنْتُمْ
بِه۪
فَقَدِ
اهْتَدَوْاۚ
وَاِنْ
تَوَلَّوْا
فَاِنَّمَا
هُمْ
ف۪ي
شِقَاقٍۚ
فَسَيَكْف۪يكَهُمُ
اللّٰهُۚ
وَهُوَ
السَّم۪يعُ
الْعَل۪يمُۜ
١٣٧
Fe-in âmenû bimiśli mâ âmentum bihi fekadi-htedev(s) ve-in tevellev fe-innemâ hum fî şikâk(in)(s) feseyekfîkehumu(A)llâh(u)(c) vehuve-ssemî’u-l’alîm(u)
Eğer onlar böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, gerçekten doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse onlar elbette derin bir ayrılığa düşmüş olurlar. Allah, onlara karşı seni koruyacaktır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
صِبْغَةَ
اللّٰهِۚ
وَمَنْ
اَحْسَنُ
مِنَ
اللّٰهِ
صِبْغَةًۘ
وَنَحْنُ
لَهُ
عَابِدُونَ
١٣٨
Sibġata(A)llâh(i)(c) vemen ahsenu mina(A)llâhi sibġa(ten)(c) venahnu lehu ‘âbidûn(e)
“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz ona ibadet edenleriz” (deyin).
قُلْ
اَتُحَٓاجُّونَنَا
فِي
اللّٰهِ
وَهُوَ
رَبُّنَا
وَرَبُّكُمْۚ
وَلَـنَٓا
اَعْمَالُنَا
وَلَكُمْ
اَعْمَالُكُمْۚ
وَنَحْنُ
لَهُ
مُخْلِصُونَۙ
١٣٩
Kul etuhâccûnenâ fi(A)llâhi vehuve rabbunâ verabbukum velenâ a’mâlunâ velekum a’mâlukum venahnu lehu muḣlisûn(e)
Onlara de ki: “Allah hakkında mı bizimle tartışıp duruyorsunuz? Hâlbuki O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz size aittir. Biz O’na gönülden bağlanmış kimseleriz.”
اَمْ
تَقُولُونَ
اِنَّ
اِبْرٰه۪يمَ
وَاِسْمٰع۪يلَ
وَاِسْحٰقَ
وَيَعْقُوبَ
وَالْاَسْبَاطَ
كَانُوا
هُوداً
اَوْ
نَصَارٰىۜ
قُلْ
ءَاَنْتُمْ
اَعْلَمُ
اَمِ
اللّٰهُۜ
وَمَنْ
اَظْلَمُ
مِمَّنْ
كَتَمَ
شَهَادَةً
عِنْدَهُ
مِنَ
اللّٰهِۜ
وَمَا
اللّٰهُ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
١٤٠
Em tekûlûne inne ibrâhîme ve-ismâ’île ve-ishâka veya’kûbe vel-esbâta kânû hûden ev nasârâ(k) kul eentum a’lemu emi(A)llâhu vemen azlemu mimmen keteme şehâdeten ‘indehu mina(A)llâh(i)(k) vema(A)llâhu biġâfilin ‘ammâ ta’melûn(e)
Yoksa siz, “İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakub ile Yakuboğulları da yahudi, ya da hıristiyan idiler” mi diyorsunuz? De ki: “Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Allah tarafından kendisine ulaşan bir gerçeği gizleyen kimseden daha zalim kimdir? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
تِلْكَ
اُمَّةٌ
قَدْ
خَلَتْۚ
لَهَا
مَا
كَسَبَتْ
وَلَكُمْ
مَا
كَسَبْتُمْۚ
وَلَا
تُسْـَٔلُونَ
عَمَّا
كَانُوا
يَعْمَلُونَ۟
١٤١
Tilke ummetun kad ḣalet lehâ mâ kesebet velekum mâ kesebtum(s) velâ tus-elûne ‘ammâ kânû ya’melûn(e)
Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.
سَيَقُولُ
السُّفَـهَٓاءُ
مِنَ
النَّاسِ
مَا
وَلّٰيهُمْ
عَنْ
قِبْلَتِهِمُ
الَّت۪ي
كَانُوا
عَلَيْهَاۜ
قُلْ
لِلّٰهِ
الْمَشْرِقُ
وَالْمَغْرِبُۜ
يَهْد۪ي
مَنْ
يَشَٓاءُ
اِلٰى
صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ
١٤٢
Seyekûlu-ssufehâu mine-nnâsi mâ vellâhum ‘an kibletihimu-lletî kânû ‘aleyhâ(c) kul li(A)llâhi-lmeşriku velmaġribu yehdî men yeşâu ilâ sirâtin mustekîm(in)
Birtakım kendini bilmez insanlar, “Onları (müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da, Batı da Allah’ındır. Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir.”
وَكَذٰلِكَ
جَعَلْنَاكُمْ
اُمَّةً
وَسَطاً
لِتَكُونُوا
شُهَدَٓاءَ
عَلَى
النَّاسِ
وَيَكُونَ
الرَّسُولُ
عَلَيْكُمْ
شَه۪يداًۜ
وَمَا
جَعَلْنَا
الْقِبْلَةَ
الَّت۪ي
كُنْتَ
عَلَيْهَٓا
اِلَّا
لِنَعْلَمَ
مَنْ
يَتَّبِـعُ
الرَّسُولَ
مِمَّنْ
يَنْقَلِبُ
عَلٰى
عَقِبَيْهِۜ
وَاِنْ
كَانَتْ
لَكَب۪يرَةً
اِلَّا
عَلَى
الَّذ۪ينَ
هَدَى
اللّٰهُۜ
وَمَا
كَانَ
اللّٰهُ
لِيُض۪يعَ
ا۪يمَانَكُمْۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
بِالنَّاسِ
لَرَؤُ۫فٌ
رَح۪يمٌ
١٤٣
Vekeżâlike ce’alnâkum ummeten vesetan litekûnû şuhedâe ‘alâ-nnâsi veyekûne-rrasûlu ‘aleykum şehîd(en)(k) vemâ ce’alne-lkiblete-lletî kunte ‘aleyhâ illâ lina’leme men yettebi’u-rrasûle mimmen yenkalibu ‘alâ ‘akibeyh(i)(c) ve-in kânet lekebîraten illâ ‘ale-lleżîne heda(A)llâhu vemâ kâna(A)llâh(u)(k) liyudî’a îmânekum(c) inna(A)llâhe bi-nnâsi leraûfun rahîm(un)
Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Resûl’e tabi olanlarla, gerisingeriye dönecekleri ayırd edelim diye kıble yaptık. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.
قَدْ
نَرٰى
تَقَلُّبَ
وَجْهِكَ
فِي
السَّمَٓاءِۚ
فَلَنُوَلِّيَنَّكَ
قِبْلَةً
تَرْضٰيهَاۖ
فَوَلِّ
وَجْهَكَ
شَطْرَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِۜ
وَحَيْثُ
مَا
كُنْتُمْ
فَوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ
شَطْرَهُۜ
وَاِنَّ
الَّذ۪ينَ
اُو۫تُوا
الْكِتَابَ
لَيَعْلَمُونَ
اَنَّهُ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّهِمْۜ
وَمَا
اللّٰهُ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
يَعْمَلُونَ
١٤٤
Kad nerâ tekallube vechike fî-ssemâ-(i)(s) felenuvelliyenneke kibleten terdâhâ(c) fevelli vecheke şetra-lmescidi-lharâm(i)(c) vehayśu mâ kuntum fevellû vucûhekum şetrah(u)(k) ve-inne-lleżîne ûtu-lkitâbe leya’lemûne ennehu-lhakku min rabbihim(k) vema(A)llâhu biġâfilin ‘ammâ ya’melûn(e)
(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.
وَلَئِنْ
اَتَيْتَ
الَّذ۪ينَ
اُو۫تُوا
الْكِتَابَ
بِكُلِّ
اٰيَةٍ
مَا
تَبِعُوا
قِبْلَتَكَۚ
وَمَٓا
اَنْتَ
بِتَابِـعٍ
قِبْلَتَهُمْۚ
وَمَا
بَعْضُهُمْ
بِتَابِـعٍ
قِبْلَةَ
بَعْضٍۜ
وَلَئِنِ
اتَّبَعْتَ
اَهْوَٓاءَهُمْ
مِنْ
بَعْدِ
مَا
جَٓاءَكَ
مِنَ
الْعِلْمِۙ
اِنَّكَ
اِذاً
لَمِنَ
الظَّالِم۪ينَۢ
١٤٥
Vele-in eteyte-lleżîne ûtu-lkitâbe bikulli âyetin mâ tebi’û kibletek(e)(c) vemâ ente bitâbi’in kibletehum(c) vemâ ba’duhum bitâbi’in kiblete ba’d(in)(c) vele-ini itteba’te ehvâehum min ba’di mâ câeke mine-l’ilmi(ﻻ) inneke iżen lemine-zzâlimîn(e)
Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun.
اَلَّذ۪ينَ
اٰتَيْنَاهُمُ
الْكِتَابَ
يَعْرِفُونَهُ
كَمَا
يَعْرِفُونَ
اَبْنَٓاءَهُمْۜ
وَاِنَّ
فَر۪يقاً
مِنْهُمْ
لَيَكْتُمُونَ
الْحَقَّ
وَهُمْ
يَعْلَمُونَ
١٤٦
Elleżîne âteynâhumu-lkitâbe ya’rifûnehu kemâ ya’rifûne ebnâehum(s) ve-inne ferîkan minhum leyektumûne-lhakka vehum ya’lemûn(e)
Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Peygamberi) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden birtakımı bile bile gerçeği gizlerler.
اَلْحَقُّ
مِنْ
رَبِّكَ
فَلَا
تَكُونَنَّ
مِنَ
الْمُمْتَر۪ينَ۟
١٤٧
Elhakku min rabbik(e)(s) felâ tekûnenne mine-lmumterîn(e)
Hak (ancak) Rabbindendir. Artık, sakın şüpheye düşenlerden olma!
وَلِكُلٍّ
وِجْهَةٌ
هُوَ
مُوَلّ۪يهَا
فَاسْتَبِقُوا
الْخَيْرَاتِۜ
اَيْنَ
مَا
تَكُونُوا
يَأْتِ
بِكُمُ
اللّٰهُ
جَم۪يعاًۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
قَد۪يرٌ
١٤٨
Velikullin vichetun huve muvellîhâ(s) festebiku-lḣayrât(i)(c) eynemâ tekûnû yeti bikumu(A)llâhu cemî’â(an)(c) inna(A)llâhe ‘alâ kulli sey-in kadîr(un)
Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.
وَمِنْ
حَيْثُ
خَرَجْتَ
فَوَلِّ
وَجْهَكَ
شَطْرَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِۜ
وَاِنَّهُ
لَلْحَقُّ
مِنْ
رَبِّكَۜ
وَمَا
اللّٰهُ
بِغَافِلٍ
عَمَّا
تَعْمَلُونَ
١٤٩
Vemin hayśu ḣaracte fevelli vecheke şetra-lmescidi-lharâm(i)(s) ve-innehu lelhakku min rabbik(e)(k) vema(A)llâhu biġâfilin ‘ammâ ta’melûn(e)
(Ey Muhammed!) Nereden yola çıkarsan çık, (namazda) Mescid-i Haram’a doğru dön. Bu, elbette Rabbinden gelen gerçek bir emirdir. Allah, sizin işlediklerinizden asla habersiz değildir.
وَمِنْ
حَيْثُ
خَرَجْتَ
فَوَلِّ
وَجْهَكَ
شَطْرَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِۜ
وَحَيْثُ
مَا
كُنْتُمْ
فَوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ
شَطْرَهُۙ
لِئَلَّا
يَكُونَ
لِلنَّاسِ
عَلَيْكُمْ
حُجَّةٌۗ
اِلَّا
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُوا
مِنْهُمْ
فَلَا
تَخْشَوْهُمْ
وَاخْشَوْن۪ي
وَلِاُتِمَّ
نِعْمَت۪ي
عَلَيْكُمْ
وَلَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَۙ
١٥٠
Vemin hayśu ḣaracte fevelli vecheke şetra-lmescidi-lharâm(i)(c) vehayśu mâ kuntum fevellû vucûhekum şetrahu li-ellâ yekûne linnâsi ‘aleykum huccetun ille-lleżîne zalemû minhum felâ taḣşevhum vaḣşevnî veli-utimme ni’metî ‘aleykum vele’allekum tehtedûn(e)
(Ey Muhammed!) Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. (Ey mü’minler!) Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin ki, zalimlerin dışındaki insanların elinde (size karşı) bir koz olmasın. Zalimlerden korkmayın, benden korkun. Böylece size nimetlerimi tamamlayayım ve doğru yolu bulasınız.
كَمَٓا
اَرْسَلْنَا
ف۪يكُمْ
رَسُولاً
مِنْكُمْ
يَتْلُوا
عَلَيْكُمْ
اٰيَاتِنَا
وَيُزَكّ۪يكُمْ
وَيُعَلِّمُكُمُ
الْكِتَابَ
وَالْحِكْمَةَ
وَيُعَلِّمُكُمْ
مَا
لَمْ
تَكُونُوا
تَعْلَمُونَۜ
١٥١
Kemâ erselnâ fîkum rasûlen minkum yetlû ‘aleykum âyâtinâ veyuzekkîkum veyu’allimukumu-lkitâbe velhikmete veyu’allimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(e)
Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.
فَاذْكُرُون۪ٓي
اَذْكُرْكُمْ
وَاشْكُرُوا
ل۪ي
وَلَا
تَكْفُرُونِ۟
١٥٢
Feżkurûnî eżkurkum veşkurû lî velâ tekfurûn(i)
Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
اسْتَع۪ينُوا
بِالصَّبْرِ
وَالصَّلٰوةِۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
مَعَ
الصَّابِر۪ينَ
١٥٣
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû-ste’înû bi-ssabri ve-ssalât(i)(c) inna(A)llâhe me’a-ssâbirîn(e)
Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.
وَلَا
تَقُولُوا
لِمَنْ
يُقْتَلُ
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
اَمْوَاتٌۜ
بَلْ
اَحْيَٓاءٌ
وَلٰكِنْ
لَا
تَشْعُرُونَ
١٥٤
Velâ tekûlû limen yuktelu fî sebîli(A)llâhi emvât(un)(c) bel ahyâun velâkin lâ teş’urûn(e)
Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ
بِشَيْءٍ
مِنَ
الْخَوْفِ
وَالْجُوعِ
وَنَقْصٍ
مِنَ
الْاَمْوَالِ
وَالْاَنْفُسِ
وَالثَّمَرَاتِۜ
وَبَشِّرِ
الصَّابِر۪ينَۙ
١٥٥
Velenebluvennekum bişey-in mine-lḣavfi velcû’i venaksin mine-l-emvâli vel-enfusi ve-śśemerât(i)(k) vebeşşiri-ssâbirîn(e)
Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.
اَلَّذ۪ينَ
اِذَٓا
اَصَابَتْهُمْ
مُص۪يبَةٌۙ
قَالُٓوا
اِنَّا
لِلّٰهِ
وَاِنَّٓا
اِلَيْهِ
رَاجِعُونَۜ
١٥٦
Elleżîne iżâ esâbet-hum musîbetun kâlû innâ li(A)llâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn(e)
Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.
اُو۬لٰٓئِكَ
عَلَيْهِمْ
صَلَوَاتٌ
مِنْ
رَبِّهِمْ
وَرَحْمَةٌ
وَاُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الْمُهْتَدُونَ
١٥٧
Ulâ-ike ‘aleyhim salevâtun min rabbihim verahme(tun)(s) veulâ-ike humu-lmuhtedûn(e)
İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.
اِنَّ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةَ
مِنْ
شَعَٓائِرِ
اللّٰهِۚ
فَمَنْ
حَجَّ
الْبَيْتَ
اَوِ
اعْتَمَرَ
فَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْهِ
اَنْ
يَطَّوَّفَ
بِهِمَاۜ
وَمَنْ
تَطَوَّعَ
خَيْراًۙ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
شَاكِرٌ
عَل۪يمٌ
١٥٨
İnne-ssafâ velmervete min şe’â-iri(A)llâh(i)(s) femen hacce-lbeyte evi-’temera felâ cunâha ‘aleyhi en yettavvefe bihimâ(c) vemen tetavve’a ḣayran fe-inna(A)llâhe şâkirun ‘alîm(un)
Şüphesiz Safa ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac ve umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse, bunda bir günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
يَكْتُمُونَ
مَٓا
اَنْزَلْنَا
مِنَ
الْبَيِّنَاتِ
وَالْهُدٰى
مِنْ
بَعْدِ
مَا
بَيَّنَّاهُ
لِلنَّاسِ
فِي
الْكِتَابِۙ
اُو۬لٰٓئِكَ
يَلْعَنُهُمُ
اللّٰهُ
وَيَلْعَنُهُمُ
اللَّاعِنُونَۙ
١٥٩
İnne-lleżîne yektumûne mâ enzelnâ mine-lbeyyinâti velhudâ min ba’di mâ beyyennâhu linnâsi fi-lkitâbi(ﻻ) ulâ-ike yel’anuhumu(A)llâhu veyel’anuhumu-llâ’inûn(e)
İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder.
اِلَّا
الَّذ۪ينَ
تَابُوا
وَاَصْلَحُوا
وَبَيَّنُوا
فَاُو۬لٰٓئِكَ
اَتُوبُ
عَلَيْهِمْۚ
وَاَنَا
التَّوَّابُ
الرَّح۪يمُ
١٦٠
İlle-lleżîne tâbû veaslehû vebeyyenû feulâ-ike etûbu ‘aleyhim(c) ve enâ-ttevvâbu-rrahîm(u)
Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar (lânetlenmekten) kurtulmuşlardır. Çünkü ben onların tövbelerini kabul ederim. Zira ben tövbeleri çok kabul edenim, çok merhamet edenim.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
وَمَاتُوا
وَهُمْ
كُفَّارٌ
اُو۬لٰٓئِكَ
عَلَيْهِمْ
لَعْنَةُ
اللّٰهِ
وَالْمَلٰٓئِكَةِ
وَالنَّاسِ
اَجْمَع۪ينَۙ
١٦١
İnne-lleżîne keferû vemâtû vehum kuffârun ulâ-ike ‘aleyhim la’netu(A)llâhi velmelâ-iketi ve-nnâsi ecme’în(e)
Fakat âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir.
خَالِد۪ينَ
ف۪يهَاۚ
لَا
يُخَفَّفُ
عَنْهُمُ
الْعَذَابُ
وَلَا
هُمْ
يُنْظَرُونَ
١٦٢
Ḣâlidîne fîhâ(s) lâ yuḣaffefu ‘anhumu-l’ażâbu velâ hum yunzarûn(e)
Onlar ebedî olarak lânet içinde kalırlar. Artık ne kendilerinden azap hafifletilir, ne de yüzlerine bakılır.
وَاِلٰهُكُمْ
اِلٰهٌ
وَاحِدٌۚ
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّا
هُوَ
الرَّحْمٰنُ
الرَّح۪يمُ۟
١٦٣
Ve-ilâhukum ilâhun vâhid(un)(s) lâ ilâhe illâ huve-rrahmânu-rrahîm(u)
Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.
اِنَّ
ف۪ي
خَلْقِ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِ
وَاخْتِلَافِ
الَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
وَالْفُلْكِ
الَّت۪ي
تَجْر۪ي
فِي
الْبَحْرِ
بِمَا
يَنْفَعُ
النَّاسَ
وَمَٓا
اَنْزَلَ
اللّٰهُ
مِنَ
السَّمَٓاءِ
مِنْ
مَٓاءٍ
فَاَحْيَا
بِهِ
الْاَرْضَ
بَعْدَ
مَوْتِهَا
وَبَثَّ
ف۪يهَا
مِنْ
كُلِّ
دَٓابَّةٍۖ
وَتَصْر۪يفِ
الرِّيَاحِ
وَالسَّحَابِ
الْمُسَخَّرِ
بَيْنَ
السَّمَٓاءِ
وَالْاَرْضِ
لَاٰيَاتٍ
لِقَوْمٍ
يَعْقِلُونَ
١٦٤
İnne fî ḣalki-ssemâvâti vel-ardi vaḣtilâfi-lleyli ve-nnehâri velfulki-lletî tecrî fi-lbahri bimâ yenfe’u-nnâse vemâ enzela(A)llâhu mine-ssemâ-i min mâ-in feahyâ bihi-l-arda ba’de mevtihâ vebeśśe fîhâ min kulli dâbbetin vetasrîfi-rriyâhi ve-ssehâbi-lmuseḣḣari beyne-ssemâ-i vel-ardi leâyâtin likavmin ya’kilûn(e)
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ
يَتَّخِذُ
مِنْ
دُونِ
اللّٰهِ
اَنْدَاداً
يُحِبُّونَهُمْ
كَحُبِّ
اللّٰهِۜ
وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُٓوا
اَشَدُّ
حُباًّ
لِلّٰهِۜ
وَلَوْ
يَرَى
الَّذ۪ينَ
ظَلَمُٓوا
اِذْ
يَرَوْنَ
الْعَذَابَۙ
اَنَّ
الْقُوَّةَ
لِلّٰهِ
جَم۪يعاًۙ
وَاَنَّ
اللّٰهَ
شَد۪يدُ
الْعَذَابِ
١٦٥
Vemine-nnâsi men yetteḣiżu min dûni(A)llâhi endâden yuhibbûnehum kehubbi(A)llâh(i)(s) velleżîne âmenû eşeddu hubben li(A)llâh(i)(k) velev yera-lleżîne zalemû iż yeravne-l’ażâbe enne-lkuvvete li(A)llâhi cemî’an veenna(A)llâhe şedîdu-l’ażâb(i)
İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp da O’na ortak koşanlar vardır. Onları, Allah’ı severcesine severler. Mü’minlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir. Zulmedenler azaba uğrayacakları zaman bütün kuvvetin Allah’ın olduğunu ve Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu bir bilselerdi!
اِذْ
تَبَرَّاَ
الَّذ۪ينَ
اتُّبِعُوا
مِنَ
الَّذ۪ينَ
اتَّبَعُوا
وَرَاَوُا
الْعَذَابَ
وَتَقَطَّعَتْ
بِهِمُ
الْاَسْبَابُ
١٦٦
İż teberrae-lleżîne-ttubi’û mine-lleżîne-ttebe’û veraevu-l’ażâbe vetekatta’at bihimu-l-esbâb(u)
Kendilerine uyulanlar o gün azabı görünce, kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklar, aralarındaki bütün bağlar kopacaktır.
وَقَالَ
الَّذ۪ينَ
اتَّبَعُوا
لَوْ
اَنَّ
لَنَا
كَرَّةً
فَنَتَبَرَّاَ
مِنْهُمْ
كَمَا
تَبَرَّؤُ۫ا
مِنَّاۜ
كَذٰلِكَ
يُر۪يهِمُ
اللّٰهُ
اَعْمَالَهُمْ
حَسَرَاتٍ
عَلَيْهِمْۜ
وَمَا
هُمْ
بِخَارِج۪ينَ
مِنَ
النَّارِ۟
١٦٧
Vekâle-lleżîne-ttebe’û lev enne lenâ kerraten feneteberrae minhum kemâ teberraû minnâ(k) keżâlike yurîhimu(A)llâhu a’mâlehum haserâtin ‘aleyhim(s) vemâ hum biḣâricîne mine-nnâr(i)
Uyanlar şöyle derler: “Keşke dünyaya bir dönüşümüz olsaydı da onların şimdi bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsaydık.” Böylece Allah, onlara işledikleri fiilleri pişmanlık kaynağı olarak gösterir. Onlar ateşten çıkacak da değillerdir.
يَٓا
اَيُّهَا
النَّاسُ
كُلُوا
مِمَّا
فِي
الْاَرْضِ
حَـلَالاً
طَـيِّباًۘ
وَلَا
تَتَّبِعُوا
خُطُوَاتِ
الشَّيْطَانِۜ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُب۪ينٌ
١٦٨
Yâ eyyuhâ-nnâsu kulû mimmâ fi-l-ardi halâlen tayyiben velâ tettebi’û ḣutuvâti-şşeytân(i)(c) innehu lekum ‘aduvvun mubîn(un)
Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin! Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.
اِنَّمَا
يَأْمُرُكُمْ
بِالسُّٓوءِ
وَالْفَحْشَٓاءِ
وَاَنْ
تَقُولُوا
عَلَى
اللّٰهِ
مَا
لَا
تَعْلَمُونَ
١٦٩
İnnemâ yemurukum bi-ssû-i velfahşâ-i veen tekûlû ‘ala(A)llâhi mâ lâ ta’lemûn(e)
O, size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
وَاِذَا
ق۪يلَ
لَهُمُ
اتَّبِعُوا
مَٓا
اَنْزَلَ
اللّٰهُ
قَالُوا
بَلْ
نَـتَّبِـعُ
مَٓا
اَلْفَيْنَا
عَلَيْهِ
اٰبَٓاءَنَاۜ
اَوَلَوْ
كَانَ
اٰبَٓاؤُ۬هُمْ
لَا
يَعْقِلُونَ
شَيْـٔاً
وَلَا
يَهْتَدُونَ
١٧٠
Ve-iżâ kîle lehumu-ttebi’û mâ enzela(A)llâhu kâlû bel nettebi’u mâ elfeynâ ‘aleyhi âbâenâ(k) eve lev kâne âbâuhum lâ ya’kilûne şey-en velâ yehtedûn(e)
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?
وَمَثَلُ
الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
كَمَثَلِ
الَّذ۪ي
يَنْعِقُ
بِمَا
لَا
يَسْمَعُ
اِلَّا
دُعَٓاءً
وَنِدَٓاءًۜ
صُمٌّ
بُكْمٌ
عُمْيٌ
فَهُمْ
لَا يَعْقِلُونَ
١٧١
Vemeśelu-lleżîne keferû kemeśeli-lleżî yen’iku bimâ lâ yesme’u illâ du’âen venidâ(en)(c) summun bukmun ‘umyun fehum lâ ya’kilûn(e)
İnkâr edenleri imana çağıran (peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı anlamazlar.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
كُلُوا
مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَا
رَزَقْنَاكُمْ
وَاشْكُرُوا
لِلّٰهِ
اِنْ
كُنْتُمْ
اِيَّاهُ
تَعْبُدُونَ
١٧٢
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû kulû min tayyibâti mâ razeknâkum veşkurû li(A)llâhi in kuntum iyyâhu ta’budûn(e)
Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin.
اِنَّمَا
حَرَّمَ
عَلَيْكُمُ
الْمَيْتَةَ
وَالدَّمَ
وَلَحْمَ
الْخِنْز۪يرِ
وَمَٓا
اُهِلَّ
بِه۪
لِغَيْرِ
اللّٰهِۚ
فَمَنِ
اضْطُرَّ
غَيْرَ
بَاغٍ
وَلَا
عَادٍ
فَلَٓا
اِثْمَ
عَلَيْهِۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
غَفُورٌ
رَح۪يمٌ
١٧٣
İnnemâ harrame ‘aleykumu-lmeytete ve-ddeme velahme-lḣinzîri vemâ uhille bihi liġayri(A)llâh(i)(s) femeni-dturra ġayra bâġin velâ ‘âdin felâ iśme ‘aleyh(i)(c) inna(A)llâhe ġafûrun rahîm(un)
Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
يَكْتُمُونَ
مَٓا
اَنْزَلَ
اللّٰهُ
مِنَ
الْكِتَابِ
وَيَشْتَرُونَ
بِه۪
ثَمَناً
قَل۪يلاًۙ
اُو۬لٰٓئِكَ
مَا
يَأْكُلُونَ
ف۪ي
بُطُونِهِمْ
اِلَّا
النَّارَ
وَلَا
يُكَلِّمُهُمُ
اللّٰهُ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِ
وَلَا
يُزَكّ۪يهِمْۚ
وَلَهُمْ
عَذَابٌ
اَل۪يمٌ
١٧٤
İnne-lleżîne yektumûne mâ enzela(A)llâhu mine-lkitâbi veyeşterûne bihi śemenen kalîlen(ﻻ) ulâ-ike mâ yekulûne fî butûnihim illâ-nnâra velâ yukellimuhumu(A)llâhu yevme-lkiyâmeti velâ yuzekkîhim velehum ‘ażâbun elîm(un)
Allah’ın indirdiği kitaptan bir kısmını gizleyip onu az bir bedel ile değişenler (var ya); işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah, onlarla ne konuşacak, ne de onları arıtacaktır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.
اُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
اشْتَرَوُا
الضَّلَالَةَ
بِالْهُدٰى
وَالْعَذَابَ
بِالْمَغْفِرَةِۚ
فَمَٓا
اَصْبَرَهُمْ
عَلَى
النَّارِ
١٧٥
Ulâ-ike-lleżîne-şteravû-ddalâlete bilhudâ vel’ażâbe bilmaġfirat(i)(c) femâ asberahum ‘alâ-nnâr(i)
İşte bunlar hidayeti verip sapıklığı, bağışlanmayı verip azabı satın alanlardır. Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar(!)
ذٰلِكَ
بِاَنَّ
اللّٰهَ
نَزَّلَ
الْكِتَابَ
بِالْحَقِّۜ
وَاِنَّ
الَّذ۪ينَ
اخْتَلَفُوا
فِي
الْكِتَابِ
لَف۪ي
شِقَاقٍ
بَع۪يدٍ۟
١٧٦
Żâlike bi-enna(A)llâhe nezzele-lkitâbe bilhakk(i)(k) ve-inne-lleżîna-ḣtelefû fi-lkitâbi lefî şikâkin ba’îd(in)
Bu (azab) da, Allah’ın, Kitab’ı hak olarak indirmiş olması (ve onların bunu inkâr etmesi) sebebiyledir. Kitap konusunda anlaşmazlığa düşenler ise derin bir ayrılık içindedirler.
لَيْسَ
الْبِرَّ
اَنْ
تُوَلُّوا
وُجُوهَكُمْ
قِبَلَ
الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ
وَلٰكِنَّ
الْبِرَّ
مَنْ
اٰمَنَ
بِاللّٰهِ
وَالْيَوْمِ
الْاٰخِرِ
وَالْمَلٰٓئِكَةِ
وَالْكِتَابِ
وَالنَّبِيّ۪نَۚ
وَاٰتَى
الْمَالَ
عَلٰى
حُبِّه۪
ذَوِي
الْقُرْبٰى
وَالْيَتَامٰى
وَالْمَسَاك۪ينَ
وَابْنَ
السَّب۪يلِ
وَالسَّٓائِل۪ينَ
وَفِي
الرِّقَابِۚ
وَاَقَامَ
الصَّلٰوةَ
وَاٰتَى
الزَّكٰوةَۚ
وَالْمُوفُونَ
بِعَهْدِهِمْ
اِذَا
عَاهَدُواۚ
وَالصَّابِر۪ينَ
فِي
الْبَأْسَٓاءِ
وَالضَّرَّٓاءِ
وَح۪ينَ
الْبَأْسِۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
الَّذ۪ينَ
صَدَقُواۜ
وَاُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الْمُتَّقُونَ
١٧٧
Leyse-lbirra en tuvellû vucûhekum kibele-lmeşriki velmaġribi velâkinne-lbirra men âmene bi(A)llâhi velyevmi-l-âḣiri velmelâ-iketi velkitâbi ve-nnebiyyîne veâte-lmâle ‘alâ hubbihi żevi-lkurbâ velyetâmâ velmesâkîne vebne-ssebîli ve-ssâ-ilîne vefî-rrikâbi veekâme-ssalâte veâtâ ezzekâte velmûfûne bi’ahdihim iżâ ‘âhedû(s) ve-ssâbirîne fi-lbesâ-i ve-ddarrâ-i vehîne-lbes(i)(k) ulâ-ike-lleżîne sadekû(i)(s) veulâ-ike humu-lmuttekûn(e)
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
كُتِبَ
عَلَيْكُمُ
الْقِصَاصُ
فِي
الْقَتْلٰىۜ
اَلْحُرُّ
بِالْحُرِّ
وَالْعَبْدُ
بِالْعَبْدِ
وَالْاُنْثٰى
بِالْاُنْثٰىۜ
فَمَنْ
عُفِيَ
لَهُ
مِنْ
اَخ۪يهِ
شَيْءٌ
فَاتِّبَاعٌ
بِالْمَعْرُوفِ
وَاَدَٓاءٌ
اِلَيْهِ
بِاِحْسَانٍۜ
ذٰلِكَ
تَخْف۪يفٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
وَرَحْمَةٌۜ
فَمَنِ
اعْتَدٰى
بَعْدَ
ذٰلِكَ
فَلَهُ
عَذَابٌ
اَل۪يمٌ
١٧٨
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû kutibe ‘aleykumu-lkisâsu fi-lkatl(e)(s)-lhurru bilhurri vel’abdu bil’abdi velunśâ bilunśâ(c) femen ‘ufiye lehu min eḣîhi şey-un fettibâ’un bilma’rûfi veedâun ileyhi bi-ihsân(in)(k) żâlike taḣfîfun min rabbikum verahme(tun)(k) femeni-’tedâ ba’de żâlike felehu ‘ażâbun elîm(un)
Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem dolu bir azap vardır.
وَلَكُمْ
فِي
الْقِصَاصِ
حَيٰوةٌ
يَٓا
اُو۬لِي
الْاَلْبَابِ
لَعَلَّكُمْ
تَتَّقُونَ
١٧٩
Velekum fi-lkisâsi hayâtun yâ uli-l-elbâbi le’allekum tettekûn(e)
Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.
كُتِبَ
عَلَيْكُمْ
اِذَا
حَضَرَ
اَحَدَكُمُ
الْمَوْتُ
اِنْ
تَرَكَ
خَيْراًۚ
اَلْوَصِيَّةُ
لِلْوَالِدَيْنِ
وَالْاَقْرَب۪ينَ
بِالْمَعْرُوفِۚ
حَقاًّ
عَلَى
الْمُتَّق۪ينَۜ
١٨٠
Kutibe ‘aleykum iżâ hadara ehadekumu-lmevtu in terake ḣayran elvasiyyetu lilvâlideyni vel-akrabîne bilma’rûf(i)(s) hakkan ‘ale-lmuttekîn(e)
Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal) bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşru bir tarzda vasiyette bulunması -Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir hak olarak- size farz kılındı.
فَمَنْ
بَدَّلَهُ
بَعْدَ
مَا
سَمِعَهُ
فَاِنَّمَٓا
اِثْمُهُ
عَلَى
الَّذ۪ينَ
يُبَدِّلُونَهُۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
سَم۪يعٌ
عَل۪يمٌۜ
١٨١
Femen beddelehu ba’de mâ semi’ahu fe-innemâ iśmuhu ‘ale-lleżîne yubeddilûneh(u)(c) inna(A)llâhe semî’un ‘alîm(un)
Her kim işittikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı ancak onu değiştirenlerin boynunadır. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
فَمَنْ
خَافَ
مِنْ
مُوصٍ
جَنَفاً
اَوْ
اِثْماً
فَاَصْلَحَ
بَيْنَهُمْ
فَلَٓا
اِثْمَ
عَلَيْهِۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
غَفُورٌ
رَح۪يمٌ۟
١٨٢
Femen ḣâfe min mûsin cenefen ev iśmen feasleha beynehum felâ iśme ‘aleyh(i)(c) inna(A)llâhe ġafûrun rahîm(un)
Vasiyet edenin hataya meyletmesinden ve günaha girmesinden korkan bir kimse, (tarafların) aralarını düzeltirse ona hiçbir günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
كُتِبَ
عَلَيْكُمُ
الصِّيَامُ
كَمَا
كُتِبَ
عَلَى
الَّذ۪ينَ
مِنْ
قَبْلِكُمْ
لَعَلَّكُمْ
تَتَّقُونَۙ
١٨٣
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû kutibe ‘aleykumu-ssiyâmu kemâ kutibe ‘ale-lleżîne min kablikum le’allekum tettekûn(e)
Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.
اَيَّاماً
مَعْدُودَاتٍۜ
فَمَنْ
كَانَ
مِنْكُمْ
مَر۪يضاً
اَوْ
عَلٰى
سَفَرٍ
فَعِدَّةٌ
مِنْ
اَيَّامٍ
اُخَرَۜ
وَعَلَى
الَّذ۪ينَ
يُط۪يقُونَهُ
فِدْيَةٌ
طَعَامُ
مِسْك۪ينٍۜ
فَمَنْ
تَطَوَّعَ
خَيْراً
فَهُوَ
خَيْرٌ
لَهُۜ
وَاَنْ
تَصُومُوا
خَيْرٌ
لَكُمْ
اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
١٨٤
Eyyâmen ma’dûdât(in)(c) femen kâne minkum merîdan ev ‘alâ seferin fe’iddetun min eyyâmin uḣar(e)(c) ve’ale-lleżîne yutîkûnehu fidyetun ta’âmu miskîn(in)(s) femen tetavve’a ḣayran fehuve ḣayrun leh(u)(c) veen tesûmû ḣayrun lekum in kuntum ta’lemûn(e)
Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
شَهْرُ
رَمَضَانَ
الَّذ۪ٓي
اُنْزِلَ
ف۪يهِ
الْقُرْاٰنُ
هُدًى
لِلنَّاسِ
وَبَيِّنَاتٍ
مِنَ
الْهُدٰى
وَالْفُرْقَانِۚ
فَمَنْ
شَهِدَ
مِنْكُمُ
الشَّهْرَ
فَلْيَصُمْهُۜ
وَمَنْ
كَانَ
مَر۪يضاً
اَوْ
عَلٰى
سَفَرٍ
فَعِدَّةٌ
مِنْ
اَيَّامٍ
اُخَرَۜ
يُر۪يدُ
اللّٰهُ
بِكُمُ
الْيُسْرَ
وَلَا يُر۪يدُ
بِكُمُ
الْعُسْرَۘ
وَلِتُكْمِلُوا
الْعِدَّةَ
وَلِتُكَبِّرُوا
اللّٰهَ
عَلٰى
مَا
هَدٰيكُمْ
وَلَعَلَّكُمْ
تَشْكُرُونَ
١٨٥
şehru ramadâne-lleżî unzile fîhi-lkur-ânu huden linnâsi vebeyyinâtin mine-lhudâ velfurkân(i)(c) femen şehide minkumu-şşehra felyesumh(u)(s) vemen kâne merîdan ev ‘alâ seferin fe’iddetun min eyyâmin uḣar(a)(k) yurîdu(A)llâhu bikumu-lyusra velâ yurîdu bikumu-l’usra velitukmilu-l’iddete velitukebbirû(A)llâhe ‘alâ mâ hedâkum vele’allekum teşkurûn(e)
(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.
وَاِذَا
سَاَلَكَ
عِبَاد۪ي
عَنّ۪ي
فَاِنّ۪ي
قَر۪يبٌۜ
اُج۪يبُ
دَعْوَةَ
الدَّاعِ
اِذَا
دَعَانِۙ
فَلْيَسْتَج۪يبُوا
ل۪ي
وَلْيُؤْمِنُوا
ب۪ي
لَعَلَّهُمْ
يَرْشُدُونَ
١٨٦
Ve-iżâ seeleke ‘ibâdî ‘annî fe-innî karîb(un)(s) ucîbu da’vete-ddâ’i iżâ de’ân(i)(s) felyestecîbû lî velyuminû bî le’allehum yerşudûn(e)
Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.
اُحِلَّ
لَكُمْ
لَيْلَةَ
الصِّيَامِ
الرَّفَثُ
اِلٰى
نِسَٓائِكُمْۜ
هُنَّ
لِبَاسٌ
لَكُمْ
وَاَنْتُمْ
لِبَاسٌ
لَهُنَّۜ
عَلِمَ
اللّٰهُ
اَنَّكُمْ
كُنْتُمْ
تَخْتَانُونَ
اَنْفُسَكُمْ
فَتَابَ
عَلَيْكُمْ
وَعَفَا
عَنْكُمْۚ
فَالْـٰٔنَ
بَاشِرُوهُنَّ
وَابْتَغُوا
مَا
كَتَبَ
اللّٰهُ
لَكُمْۖ
وَكُلُوا
وَاشْرَبُوا
حَتّٰى
يَتَبَيَّنَ
لَكُمُ
الْخَيْطُ
الْاَبْيَضُ
مِنَ
الْخَيْطِ
الْاَسْوَدِ
مِنَ
الْفَجْرِۖ
ثُمَّ
اَتِمُّوا
الصِّيَامَ
اِلَى
الَّيْلِۚ
وَلَا
تُبَاشِرُوهُنَّ
وَاَنْتُمْ
عَاكِفُونَۙ
فِي
الْمَسَاجِدِۜ
تِلْكَ
حُدُودُ
اللّٰهِ
فَلَا
تَقْرَبُوهَاۜ
كَذٰلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّٰهُ
اٰيَاتِه۪
لِلنَّاسِ
لَعَلَّهُمْ
يَتَّقُونَ
١٨٧
Uhille lekum leylete-ssiyâmi-rrafeśu ilâ nisâ-ikum(c) hunne libâsun lekum veentum libâsun lehun(ne)(k) ‘alima(A)llâhu ennekum kuntum taḣtânûne enfusekum fetâbe ‘aleykum ve’afâ ‘ankum(s) fel-âne bâşirûhunne vebteġû mâ keteba(A)llâhu lekum(c) vekulû veşrabû hattâ yetebeyyene lekumu-lḣaytu-l-ebyedu mine-lḣayti-l-esvedi mine-lfecr(i)(s) śümme etimmû-ssiyâme ile-lleyl(i)(c) velâ tubâşirûhunne veentum ‘âkifûne fi-lmesâcid(i)(k) tilke hudûdu(A)llâhi felâ takrabûhâ(c) keżâlike yubeyyinu(A)llâhu âyâtihi linnâsi le’allehum yettekûn(e)
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz. Allah, (Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşarak) kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın. Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun. Bununla birlikte siz mescitlerde itikâfta iken eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır. Bu sınırlara yaklaşmayın. Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye, âyetlerini insanlara böylece açıklar.
وَلَا
تَأْكُلُٓوا
اَمْوَالَكُمْ
بَيْنَكُمْ
بِالْبَاطِلِ
وَتُدْلُوا
بِهَٓا
اِلَى
الْحُكَّامِ
لِتَأْكُلُوا
فَر۪يقاً
مِنْ
اَمْوَالِ
النَّاسِ
بِالْاِثْمِ
وَاَنْتُمْ
تَعْلَمُونَ۟
١٨٨
Velâ tekulû emvâlekum beynekum bilbâtili vetudlû bihâ ile-lhukkâmi litekulû ferîkan min emvâli-nnâsi bil-iśmi veentum ta’lemûn(e)
Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.
يَسْـَٔلُونَكَ
عَنِ
الْاَهِلَّةِۜ
قُلْ
هِيَ
مَوَاق۪يتُ
لِلنَّاسِ
وَالْحَجِّۜ
وَلَيْسَ
الْبِرُّ
بِاَنْ
تَأْتُوا
الْبُيُوتَ
مِنْ
ظُهُورِهَا
وَلٰكِنَّ
الْبِرَّ
مَنِ
اتَّقٰىۚ
وَأْتُوا
الْبُيُوتَ
مِنْ
اَبْوَابِهَاۖ
وَاتَّقُوا
اللّٰهَ
لَعَلَّكُمْ
تُفْلِحُونَ
١٨٩
Yes-elûneke ‘ani-l-ehille(ti)(s) kul hiye mevâkîtu linnâsi velhacc(i)(k) veleyse-lbirru bi-en tetu-lbuyûte min zuhûrihâ velâkinne-lbirra meni-ttekâ(k) vetu-lbuyûte min ebvâbihâ(c) vettekû(A)llâhe le’allekum tuflihûn(e)
Sana, hilâlleri soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir. İyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama iyi davranış, takva sahibi (Allah’a karşı gelmekten sakınan) insanın davranışıdır. Evlere kapılarından girin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.
وَقَاتِلُوا
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
الَّذ۪ينَ
يُقَاتِلُونَكُمْ
وَلَا
تَعْتَدُواۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
لَا
يُحِبُّ
الْمُعْتَد۪ينَ
١٩٠
Vekâtilû fî sebîli(A)llâhi-lleżîne yukâtilûnekum velâ ta’tedû(c) inna(A)llâhe lâ yuhibbu-lmu’tedîn(e)
Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.
وَاقْتُلُوهُمْ
حَيْثُ
ثَقِفْتُمُوهُمْ
وَاَخْرِجُوهُمْ
مِنْ
حَيْثُ
اَخْرَجُوكُمْ
وَالْفِتْنَةُ
اَشَدُّ
مِنَ
الْقَتْلِۚ
وَلَا
تُقَاتِلُوهُمْ
عِنْدَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ
حَتّٰى
يُقَاتِلُوكُمْ
ف۪يهِۚ
فَاِنْ
قَاتَلُوكُمْ
فَاقْتُلُوهُمْۜ
كَذٰلِكَ
جَزَٓاءُ
الْكَافِر۪ينَ
١٩١
Vaktulûhum hayśu śekiftumûhum veaḣricûhum min hayśu aḣracûkum(c) velfitnetu eşeddu mine-lkatl(i)(c) velâ tukâtilûhum ‘inde-lmescidi-lharâmi hattâ yukâtilûkum fîh(i)(k) fe-in kâtelûkum fektulûhum keżâlike cezâu-lkâfirîn(e)
Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
فَاِنِ
انْتَهَوْا
فَاِنَّ
اللّٰهَ
غَفُورٌ
رَح۪يمٌ
١٩٢
Fe-ini-ntehev fe-inna(A)llâhe ġafûrun rahîm(un)
Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
وَقَاتِلُوهُمْ
حَتّٰى
لَا
تَكُونَ
فِتْنَةٌ
وَيَكُونَ
الدّ۪ينُ
لِلّٰهِۜ
فَاِنِ
انْتَهَوْا
فَلَا
عُدْوَانَ
اِلَّا
عَلَى
الظَّالِم۪ينَ
١٩٣
Vekâtilûhum hattâ lâ tekûne fitnetun veyekûne-ddînu li(A)llâh(i)(s) fe-ini-ntehev felâ ‘udvâne illâ ‘alâ-zzâlimîn(e)
Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır.
اَلشَّهْرُ
الْحَرَامُ
بِالشَّهْرِ
الْحَرَامِ
وَالْحُرُمَاتُ
قِصَاصٌۜ
فَمَنِ
اعْتَدٰى
عَلَيْكُمْ
فَاعْتَدُوا
عَلَيْهِ
بِمِثْلِ
مَا
اعْتَدٰى
عَلَيْكُمْۖ
وَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
مَعَ
الْمُتَّق۪ينَ
١٩٤
Eşşehru-lharâmu bi-şşehri-lharâmi velhurumâtu kisâs(un)(c) femeni-’tedâ ‘aleykum fa’tedû ‘aleyhi bimiśli mâ-’tedâ ‘aleykum(c) vettekû(A)llâhe va’lemû enna(A)llâhe me’a-lmuttekîn(e)
Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (saygı gösterilmesi gereken şeyler) kısas kuralına tabidir. O hâlde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin). Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.
وَاَنْفِقُوا
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
وَلَا
تُلْقُوا
بِاَيْد۪يكُمْ
اِلَى
التَّهْلُكَةِۚۛ
وَاَحْسِنُواۚۛ
اِنَّ
اللّٰهَ
يُحِبُّ
الْمُحْسِن۪ينَ
١٩٥
Veenfikû fî sebîli(A)llâhi velâ tulkû bi-eydîkum ilâ-ttehluketi veahsinû inna(A)llâhe yuhibbu-lmuhsinîn(e)
(Mallarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.
وَاَتِمُّوا
الْحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
لِلّٰهِۜ
فَاِنْ
اُحْصِرْتُمْ
فَمَا
اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الْهَدْيِۚ
وَلَا
تَحْلِقُوا
رُؤُ۫سَكُمْ
حَتّٰى
يَبْلُغَ
الْهَدْيُ
مَحِلَّهُۜ
فَمَنْ
كَانَ
مِنْكُمْ
مَر۪يضاً
اَوْ
بِه۪ٓ
اَذًى
مِنْ
رَأْسِه۪
فَفِدْيَةٌ
مِنْ
صِيَامٍ
اَوْ
صَدَقَةٍ
اَوْ
نُسُكٍۚ
فَاِذَٓا
اَمِنْتُمْ۠
فَمَنْ
تَمَتَّعَ
بِالْعُمْرَةِ
اِلَى
الْحَجِّ
فَمَا
اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الْهَدْيِۚ
فَمَنْ
لَمْ
يَجِدْ
فَصِيَامُ
ثَلٰثَةِ
اَيَّامٍ
فِي
الْحَجِّ
وَسَبْعَةٍ
اِذَا
رَجَعْتُمْۜ
تِلْكَ
عَشَرَةٌ
كَامِلَةٌۜ
ذٰلِكَ
لِمَنْ
لَمْ
يَكُنْ
اَهْلُهُ
حَاضِرِي
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِۜ
وَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
شَد۪يدُ
الْعِقَابِ۟
١٩٦
Veetimmu-lhacce vel’umrate li(A)llâh(i)(c) fe-in uhsirtum femâ-steysera mine-lhedy(i)(s) velâ tahlikû ruûsekum hattâ yebluġa-lhedyu mehilleh(u)(c) femen kâne minkum merîdan ev bihi eżen min rasihi fefidyetun min siyâmin ev sadekatin ev nusuk(in)(c) fe-iżâ emintum femen temette’a bil’umrati ile-lhacci femâ-steysera mine-lhedy(i)(c) femen lem yecid fesiyâmu śelâśeti eyyâmin fi-lhacci veseb’atin iżâ raca’tum(k) tilke ‘aşeratun kâmile(tun)(k) żâlike limen lem yekun ehluhu hâdiri-lmescidi-lharâm(i)(c) vettekû(A)llâhe va’lemû enna(A)llâhe şedîdu-l’ikâb(i)
Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının çetin olduğunu bilin.
اَلْحَجُّ
اَشْهُرٌ
مَعْلُومَاتٌۚ
فَمَنْ
فَرَضَ
ف۪يهِنَّ
الْحَجَّ
فَلَا رَفَثَ
وَلَا
فُسُوقَ
وَلَا
جِدَالَ
فِي
الْحَجِّۜ
وَمَا
تَفْعَلُوا
مِنْ
خَيْرٍ
يَعْلَمْهُ
اللّٰهُۜ
وَتَزَوَّدُوا
فَاِنَّ
خَيْرَ
الزَّادِ
التَّقْوٰىۘ
وَاتَّقُونِ
يَٓا
اُو۬لِي
الْاَلْبَابِ
١٩٧
Elhaccu eşhurun ma’lûmât(un)(c) femen ferada fîhinne-lhacce felâ rafeśe velâ fusûka velâ cidâle fi-lhacc(i)(k) vemâ tef’alû min ḣayrin ya’lemhu(A)llâh(u)(k) vetezevvedû fe-inne ḣayra-zzâdi-ttakvâ(c) vettekûni yâ uli-l-elbâb(i)
Hac (ayları), bilinen aylardır. Kim o aylarda hacca başlarsa, artık ona hacda cinsel ilişki, günaha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. (Ahiret için) azık toplayın. Kuşkusuz, azığın en hayırlısı takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma)dır. Ey akıl sahipleri, bana karşı gelmekten sakının.
لَيْسَ
عَلَيْكُمْ
جُنَاحٌ
اَنْ
تَبْتَغُوا
فَضْلاً
مِنْ
رَبِّكُمْۜ
فَاِذَٓا
اَفَضْتُمْ
مِنْ
عَرَفَاتٍ
فَاذْكُرُوا
اللّٰهَ
عِنْدَ
الْمَشْعَرِ
الْحَرَامِۖ
وَاذْكُرُوهُ
كَمَا
هَدٰيكُمْۚ
وَاِنْ
كُنْتُمْ
مِنْ
قَبْلِه۪
لَمِنَ
الضَّٓالّ۪ينَ
١٩٨
Leyse ‘aleykum cunâhun en tebteġû fadlen min rabbikum(c) fe-iżâ efadtum min ‘arafâtin feżkurû(A)llâhe ‘inde-lmeş’ari-lharâm(i)(s) veżkurûhu kemâ hedâkum ve-in kuntum min kablihi lemine-ddâllîn(e)
(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizin lütuf ve keremini istemekte size bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin. Onu, size gösterdiği gibi zikredin. Doğrusu siz onun yol göstermesinden önce yolunu şaşırmışlardan idiniz.
ثُمَّ
اَف۪يضُوا
مِنْ
حَيْثُ
اَفَاضَ
النَّاسُ
وَاسْتَغْفِرُوا
اللّٰهَۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
غَفُورٌ
رَح۪يمٌ
١٩٩
Śumme efîdû min hayśu efâda-nnâsu vestaġfirû(A)llâh(e)(c) inna(A)llâhe ġafûrun rahîm(un)
Sonra insanların akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
فَاِذَا
قَضَيْتُمْ
مَنَاسِكَكُمْ
فَاذْكُرُوا
اللّٰهَ
كَذِكْرِكُمْ
اٰبَٓاءَكُمْ
اَوْ
اَشَدَّ
ذِكْراًۜ
فَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ
يَقُولُ
رَبَّنَٓا
اٰتِنَا
فِي
الدُّنْيَا
وَمَا
لَهُ
فِي
الْاٰخِرَةِ
مِنْ
خَلَاقٍ
٢٠٠
Fe-iżâ kadaytum menâsikekum feżkurû(A)llâhe keżikrikum âbâekum ev eşedde żikrâ(an)(k) femine-nnâsi men yekûlu rabbenâ âtinâ fî-ddunyâ vemâ lehu fi-l-âḣirati min ḣalâk(in)
Hac ibadetinizi bitirdiğinizde, artık (cahiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. İnsanlardan, “Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini) bu dünyada ver” diyenler vardır. Bunların ahirette bir nasibi yoktur.
وَمِنْهُمْ
مَنْ
يَقُولُ
رَبَّنَٓا
اٰتِنَا
فِي
الدُّنْيَا
حَسَنَةً
وَفِي
الْاٰخِرَةِ
حَسَنَةً
وَقِنَا
عَذَابَ
النَّارِ
٢٠١
Veminhum men yekûlu rabbenâ âtinâ fî-ddunyâ haseneten vefi-l-âḣirati haseneten vekinâ ‘ażâbe-nnâr(i)
Onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru” diyenler de vardır.
اُو۬لٰٓئِكَ
لَهُمْ
نَص۪يبٌ
مِمَّا
كَسَبُواۜ
وَاللّٰهُ
سَر۪يعُ
الْحِسَابِ
٢٠٢
Ulâ-ike lehum nasîbun mimmâ kesebû(c) va(A)llâhu serî’u-lhisâb(i)
İşte onlara kazandıklarından bir nasip vardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir.
وَاذْكُرُوا
اللّٰهَ
ف۪ٓي
اَيَّامٍ
مَعْدُودَاتٍۜ
فَمَنْ
تَعَجَّلَ
ف۪ي
يَوْمَيْنِ
فَلَٓا
اِثْمَ
عَلَيْهِۚ
وَمَنْ
تَاَخَّرَ
فَلَٓا
اِثْمَ
عَلَيْهِۙ
لِمَنِ
اتَّقٰىۜ
وَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّكُمْ
اِلَيْهِ
تُحْشَرُونَ
٢٠٣
Veżkurû(A)llâhe fî eyyâmin ma’dûdât(in)(c) femen te’accele fî yevmeyni felâ iśme ‘aleyhi vemen teaḣḣara felâ iśme ‘aleyh(i)(c) limeni-ttekâ(k) vettekû(A)llâhe va’lemû ennekum ileyhi tuhşerûn(e)
Sayılı günlerde Allah’ı anın (telbiye ve tekbir getirin). Kim iki gün içinde acele edip (Mina’dan Mekke’ye) dönerse, ona günah yoktur. Kim geri kalırsa, ona da günah yoktur. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve onun huzurunda toplanacağınızı bilin.
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ
يُعْجِبُكَ
قَوْلُهُ
فِي
الْحَيٰوةِ
الدُّنْيَا
وَيُشْهِدُ
اللّٰهَ
عَلٰى
مَا
ف۪ي
قَلْبِه۪ۙ
وَهُوَ
اَلَدُّ
الْخِصَامِ
٢٠٤
Vemine-nnâsi men yu’cibuke kavluhu fi-lhayâti-ddunyâ veyuşhidu(A)llâhe ‘alâ mâ fî kalbihi vehuve eleddu-lḣisâm(i)
İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider. Bir de kalbindekine (Sözünün özüne uyduğuna) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.
وَاِذَا
تَوَلّٰى
سَعٰى
فِي
الْاَرْضِ
لِيُفْسِدَ
ف۪يهَا
وَيُهْلِكَ
الْحَرْثَ
وَالنَّسْلَۜ
وَاللّٰهُ
لَا
يُحِبُّ
الْفَسَادَ
٢٠٥
Ve-iżâ tevellâ se’â fi-l-ardi liyufside fîhâ veyuhlike-lharśe ve-nnesl(e)(k) va(A)llâhu lâ yuhibbu-lfesâd(e)
O, (senin yanından) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.
وَاِذَا
ق۪يلَ
لَهُ
اتَّقِ
اللّٰهَ
اَخَذَتْهُ
الْعِزَّةُ
بِالْاِثْمِ
فَحَسْبُهُ
جَهَنَّمُۜ
وَلَبِئْسَ
الْمِهَادُ
٢٠٦
Ve-iżâ kîle lehu-tteki(A)llâhe eḣażet-hu-l’izzetu bil-iśm(i)(c) fehasbuhu cehennem(u)(c) velebise-lmihâd(u)
Ona “Allah’tan kork” denildiği zaman, gururu onu daha da günaha sürükler. Artık böylesinin hakkından cehennem gelir. O ne kötü yataktır!
وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ
يَشْر۪ي
نَفْسَهُ
ابْتِغَٓاءَ
مَرْضَاتِ
اللّٰهِۜ
وَاللّٰهُ
رَؤُ۫فٌ
بِالْعِبَادِ
٢٠٧
Vemine-nnâsi men yeşrî nefsehu-btiġâe merdâti(A)llâh(i)(k) va(A)llâhu raûfun bil’ibâd(i)
İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
ادْخُلُوا
فِي
السِّلْمِ
كَٓافَّةًۖ
وَلَا
تَتَّبِعُوا
خُطُوَاتِ
الشَّيْطَانِۜ
اِنَّهُ
لَكُمْ
عَدُوٌّ
مُب۪ينٌ
٢٠٨
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû-dḣulû fî-ssilmi kâffeten velâ tettebi’û ḣutuvâti-şşeytân(i)(c) innehu lekum ‘aduvvun mubîn(un)
Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslâm’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.
فَاِنْ
زَلَلْتُمْ
مِنْ
بَعْدِ
مَا
جَٓاءَتْكُمُ
الْبَيِّنَاتُ
فَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
عَز۪يزٌ
حَك۪يمٌ
٢٠٩
Fe-in zeleltum min ba’di mâ câetkumu-lbeyyinâtu fa’lemû enna(A)llâhe ‘azîzun hakîm(un)
Size apaçık deliller geldikten sonra, eğer yine de yan çizerseniz, bilin ki Allah, gerçekten mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
هَلْ
يَنْظُرُونَ
اِلَّٓا
اَنْ
يَأْتِيَهُمُ
اللّٰهُ
ف۪ي
ظُلَلٍ
مِنَ
الْغَمَامِ
وَالْمَلٰٓئِكَةُ
وَقُضِيَ
الْاَمْرُۜ
وَاِلَى
اللّٰهِ
تُرْجَعُ
الْاُمُورُ۟
٢١٠
Hel yenzurûne illâ en yetiyehumu(A)llâhu fî zulelin mine-lġamâmi velmelâ-iketu vekudiye-l-emr(u)(c) ve-ila(A)llâhi turce’u-l-umûr(u)
Onlar (böyle davranmakla), bulut gölgeleri içinde Allah’ın (azabının) ve meleklerin kendilerine gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler Allah’a döndürülür.
سَلْ
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
كَمْ
اٰتَيْنَاهُمْ
مِنْ
اٰيَةٍ
بَيِّنَةٍۜ
وَمَنْ
يُبَدِّلْ
نِعْمَةَ
اللّٰهِ
مِنْ
بَعْدِ
مَا
جَٓاءَتْهُ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
شَد۪يدُ
الْعِقَابِ
٢١١
Sel benî isrâ-île kem âteynâhum min âyetin beyyine(tin)(k) vemen yubeddil ni’meta(A)llâhi min ba’di mâ câethu fe-inna(A)llâhe şedîdu-l’ikâb(i)
İsrailoğullarına sor; biz onlara nice açık mucizeler verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nimetini değiştirirse, (bilsin ki) şüphesiz Allah, cezası pek çetin olandır.
زُيِّنَ
لِلَّذ۪ينَ
كَفَرُوا
الْحَيٰوةُ
الدُّنْيَا
وَيَسْخَرُونَ
مِنَ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُواۢ
وَالَّذ۪ينَ
اتَّقَوْا
فَوْقَهُمْ
يَوْمَ
الْقِيٰمَةِۜ
وَاللّٰهُ
يَرْزُقُ
مَنْ
يَشَٓاءُ
بِغَيْرِ
حِسَابٍ
٢١٢
Zuyyine lilleżîne keferu-lhayâtu-ddunyâ veyesḣarûne mine-lleżîne âmenû velleżîne-ttekav fevkahum yevme-lkiyâmet(i)(k) va(A)llâhu yerzuku men yeşâu biġayri hisâb(in)
İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterildi. Onlar iman edenlerle alay etmektedirler. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar ise, kıyamet günü bunların üstündedir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.
كَانَ
النَّاسُ
اُمَّةً
وَاحِدَةً
فَبَعَثَ
اللّٰهُ
النَّبِيّ۪نَ
مُبَشِّر۪ينَ
وَمُنْذِر۪ينَۖ
وَاَنْزَلَ
مَعَهُمُ
الْكِتَابَ
بِالْحَقِّ
لِيَحْكُمَ
بَيْنَ
النَّاسِ
ف۪يمَا
اخْتَلَفُوا
ف۪يهِۜ
وَمَا
اخْتَلَفَ
ف۪يهِ
اِلَّا
الَّذ۪ينَ
اُو۫تُوهُ
مِنْ
بَعْدِ
مَا
جَٓاءَتْهُمُ
الْبَيِّنَاتُ
بَغْياً
بَيْنَهُمْۚ
فَهَدَى
اللّٰهُ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
لِمَا
اخْتَلَفُوا
ف۪يهِ
مِنَ
الْحَقِّ
بِاِذْنِه۪ۜ
وَاللّٰهُ
يَهْد۪ي
مَنْ
يَشَٓاءُ
اِلٰى
صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ
٢١٣
Kâne-nnâsu ummeten vâhideten febe’aśa(A)llâhu-nnebiyyîne mubeşşirîne vemunżirîne veenzele me’ahumu-lkitâbe bilhakki liyahkume beyne-nnâsi fîmâ-ḣtelefû fîh(i)(c) vemâ-ḣtelefe fîhi ille-lleżîne ûtûhu min ba’di mâ câet-humu-lbeyyinâtu baġyen beynehum(s) feheda(A)llâhu-lleżîne âmenû limâ-ḣtelefû fîhi mine-lhakki bi-iżnih(i)(k) va(A)llâhu yehdî men yeşâu ilâ sirâtin mustekîm(in)
İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir.
اَمْ
حَسِبْتُمْ
اَنْ
تَدْخُلُوا
الْجَنَّةَ
وَلَمَّا
يَأْتِكُمْ
مَثَلُ
الَّذ۪ينَ
خَلَوْا
مِنْ
قَبْلِكُمْۜ
مَسَّتْهُمُ
الْبَأْسَٓاءُ
وَالضَّرَّٓاءُ
وَزُلْزِلُوا
حَتّٰى
يَقُولَ
الرَّسُولُ
وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
مَعَهُ
مَتٰى
نَصْرُ
اللّٰهِۜ
اَلَٓا
اِنَّ
نَصْرَ
اللّٰهِ
قَر۪يبٌ
٢١٤
Em hasibtum en tedḣulu-lcennete velemmâ yetikum meśelu-lleżîne ḣalev min kablikum(s) messet-humu-lbesâu ve-ddarrâu vezulzilû hattâ yekûle-rrasûlu velleżîne âmenû me’ahu metâ nasru(A)llâh(i)(k) elâ inne nasra(A)llâhi karîb(un)
Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.
يَسْـَٔلُونَكَ
مَاذَا
يُنْفِقُونَۜ
قُلْ
مَٓا
اَنْفَقْتُمْ
مِنْ
خَيْرٍ
فَلِلْوَالِدَيْنِ
وَالْاَقْرَب۪ينَ
وَالْيَتَامٰى
وَالْمَسَاك۪ينِ
وَابْنِ
السَّب۪يلِۜ
وَمَا
تَفْعَلُوا
مِنْ
خَيْرٍ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
بِه۪
عَل۪يمٌ
٢١٥
Yes-elûneke mâżâ yunfikûn(e)(s) kul mâ enfektum min ḣayrin felilvâlideyni vel-akrabîne velyetâmâ velmesâkîni vebni-ssebîl(i)(k) vemâ tef’alû min ḣayrin fe-inna(A)llâhe bihi ‘alîm(un)
Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “Hayır olarak ne harcarsanız o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.”
كُتِبَ
عَلَيْكُمُ
الْقِتَالُ
وَهُوَ
كُرْهٌ
لَكُمْۚ
وَعَسٰٓى
اَنْ
تَكْرَهُوا
شَيْـٔاً
وَهُوَ
خَيْرٌ
لَكُمْۚ
وَعَسٰٓى
اَنْ
تُحِبُّوا
شَيْـٔاً
وَهُوَ
شَرٌّ
لَكُمْۜ
وَاللّٰهُ
يَعْلَمُ
وَاَنْتُمْ
لَا
تَعْلَمُونَ۟
٢١٦
Kutibe ‘aleykumu-lkitâlu vehuve kurhun lekum(s) ve’asâ en tekrahû şey-en vehuve ḣayrun lekum(s) ve’asâ en tuhibbû şey-en vehuve şerrun lekum(k) va(A)llâhu ya’lemu veentum lâ ta’lemûn(e)
Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
يَسْـَٔلُونَكَ
عَنِ
الشَّهْرِ
الْحَرَامِ
قِتَالٍ
ف۪يهِۜ
قُلْ
قِتَالٌ
ف۪يهِ
كَب۪يرٌۜ
وَصَدٌّ
عَنْ
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
وَكُفْرٌ
بِه۪
وَالْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ
وَاِخْرَاجُ
اَهْلِه۪
مِنْهُ
اَكْبَرُ
عِنْدَ
اللّٰهِۚ
وَالْفِتْنَةُ
اَكْبَرُ
مِنَ
الْقَتْلِۜ
وَلَا يَزَالُونَ
يُقَاتِلُونَكُمْ
حَتّٰى
يَرُدُّوكُمْ
عَنْ
د۪ينِكُمْ
اِنِ
اسْتَطَاعُواۜ
وَمَنْ
يَرْتَدِدْ
مِنْكُمْ
عَنْ
د۪ينِه۪
فَيَمُتْ
وَهُوَ
كَافِرٌ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
حَبِطَتْ
اَعْمَالُهُمْ
فِي
الدُّنْيَا
وَالْاٰخِرَةِۚ
وَاُو۬لٰٓئِكَ
اَصْحَابُ
النَّارِۚ
هُمْ
ف۪يهَا
خَـالِدُونَ
٢١٧
Yes-elûneke ‘ani-şşehri-lharâmi kitâlin fîh(i)(s) kulkitâlun fîhi kebîr(un)(s) vesaddun ‘an sebîli(A)llâhi vekufrun bihi velmescidi-lharâmi ve-iḣrâcu ehlihi minhu ekberu ‘inda(A)llâh(i)(c) velfitnetu ekberu mine-lkatl(i)(k) velâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum ‘an dînikum ini-stetâ’û(c) vemen yertedid minkum ‘an dînihi feyemut vehuve kâfirun feulâ-ike habitat a’mâluhum fî-ddunyâ vel-âḣirat(i)(s) veulâ-ike ashâbu-nnâr(i)(s) hum fîhâ ḣâlidûn(e)
Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَالَّذ۪ينَ
هَاجَرُوا
وَجَاهَدُوا
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِۙ
اُو۬لٰٓئِكَ
يَرْجُونَ
رَحْمَتَ
اللّٰهِۜ
وَاللّٰهُ
غَفُورٌ
رَح۪يمٌ
٢١٨
İnne-lleżîne âmenû velleżîne hâcerû vecâhedû fî sebîli(A)llâhi ulâ-ike yercûne rahmeta(A)llâh(i)(c) ve(A)llâhu ġafûrun rahîm(un)
İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
يَسْـَٔلُونَكَ
عَنِ
الْخَمْرِ
وَالْمَيْسِرِۜ
قُلْ
ف۪يهِمَٓا
اِثْمٌ
كَب۪يرٌ
وَمَنَافِـعُ
لِلنَّاسِۘ
وَاِثْمُهُمَٓا
اَكْبَرُ
مِنْ
نَفْعِهِمَاۜ
وَيَسْـَٔلُونَكَ
مَاذَا
يُنْفِقُونَۜ
قُلِ
الْعَفْوَۜ
كَذٰلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّٰهُ
لَكُمُ
الْاٰيَاتِ
لَعَلَّكُمْ
تَتَفَكَّرُونَۙ
٢١٩
Yes-elûneke ‘ani-lḣamri velmeysir(i)(S) kul fîhimâ iśmun kebîrun vemenâfi’u linnâsi ve-iśmuhumâ akberu min nef’ihimâ(k) ve yes-elûneke mâżâ yunfikûnekuli-l’afv(e)(k) keżâlike yubeyyinu(A)llâhu lekumu-l-âyâti le’allekum tetefekkerûn(e)
Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için (bazı zahirî) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.” Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan arta kalanı.” Allah, size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.
فِي
الدُّنْيَا
وَالْاٰخِرَةِۜ
وَيَسْـَٔلُونَكَ
عَنِ
الْيَتَامٰىۜ
قُلْ
اِصْلَاحٌ
لَهُمْ
خَيْرٌۜ
وَاِنْ
تُخَالِطُوهُمْ
فَاِخْوَانُكُمْۜ
وَاللّٰهُ
يَعْلَمُ
الْمُفْسِدَ
مِنَ
الْمُصْلِحِۜ
وَلَوْ
شَٓاءَ
اللّٰهُ
لَاَعْنَتَكُمْۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
عَز۪يزٌ
حَك۪يمٌ
٢٢٠
Fî-ddunyâ vel-âḣirat(i)(k) veyes-elûneke ‘ani-lyetâmâ(s) kul islâhun lehum ḣayr(un)(s) ve-in tuḣâlitûhum fe-iḣvânukum(c) va(A)llâhu ya’lemu-lmufside mine-lmuslih(i)(c) velev şâa(A)llâhu lea’netekum(c) inna(A)llâhe ‘azîzun hakîm(un)
Dünya ve ahiret hakkında düşünesiniz, diye böyle yapıyor. Bir de sana yetimleri soruyorlar. De ki: “Onların durumlarını düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışıp (birlikte yaşar)sanız (sakıncası yok). (Onlar da) sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyu yapıcı olandan ayırır. Allah, dileseydi sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
وَلَا
تَنْكِحُوا
الْمُشْرِكَاتِ
حَتّٰى
يُؤْمِنَّۜ
وَلَاَمَةٌ
مُؤْمِنَةٌ
خَيْرٌ
مِنْ
مُشْرِكَةٍ
وَلَوْ
اَعْجَبَتْكُمْۚ
وَلَا
تُنْكِحُوا
الْمُشْرِك۪ينَ
حَتّٰى
يُؤْمِنُواۜ
وَلَعَبْدٌ
مُؤْمِنٌ
خَيْرٌ
مِنْ
مُشْرِكٍ
وَلَوْ
اَعْجَبَكُمْۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
يَدْعُونَ
اِلَى
النَّارِۚ
وَاللّٰهُ
يَدْعُٓوا
اِلَى
الْجَنَّةِ
وَالْمَغْفِرَةِ
بِاِذْنِه۪ۚ
وَيُبَيِّنُ
اٰيَاتِه۪
لِلنَّاسِ
لَعَلَّهُمْ
يَتَذَكَّرُونَ۟
٢٢١
Velâ tenkihu-lmuşrikâti hattâ yumin(ne)(c) veleemetun muminetun ḣayrun min muşriketin velev a’cebetkum(k) velâ tunkihu-lmuşrikîne hattâ yuminû(c) vele’abdun muminun ḣayrun min muşrikin velev a’cebekum ulâ-ike yed’ûne ilâ-nnâr(i)(s) va(A)llâhu yed’û ile-lcenneti velmaġfirati bi-iżnih(i)(s) veyubeyyinu âyâtihi linnâsi le’allehum yeteżekkerûn(e)
İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Allah’a ortak koşan kadın hoşunuza gitse de, mü’min bir cariye Allah’a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle, kadınlarınızı evlendirmeyin. Allah’a ortak koşan hür erkek hoşunuza gitse de; iman eden bir köle, Allah’a ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle, cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, insanlara âyetlerini açıklar ki, öğüt alıp düşünsünler.
وَيَسْـَٔلُونَكَ
عَنِ
الْمَح۪يضِۜ
قُلْ
هُوَ
اَذًىۙ
فَاعْتَزِلُوا
النِّسَٓاءَ
فِي
الْمَح۪يضِۙ
وَلَا
تَقْرَبُوهُنَّ
حَتّٰى
يَطْهُرْنَۚ
فَاِذَا
تَطَهَّرْنَ
فَأْتُوهُنَّ
مِنْ
حَيْثُ
اَمَرَكُمُ
اللّٰهُۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
يُحِبُّ
التَّوَّاب۪ينَ
وَيُحِبُّ
الْمُتَطَهِّر۪ينَ
٢٢٢
Veyes-elûneke ‘ani-lmehîd(i)(s) kul huve eżen fa’tezilû-nnisâe fi-lmehîd(i)(s) velâ takrabûhunne hattâ yathurn(e)(s) fe-iżâ tetahherne fetûhunne min hayśu emerakumu(A)llâh(u)(c) inna(A)llâhe yuhibbu-ttevvâbîne veyuhibbu-lmutetahhirîn(e)
Sana kadınların ay hâlini sorarlar. De ki: “O bir ezadır (rahatsızlıktır). Ay hâlinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.”
نِسَٓاؤُ۬كُمْ
حَرْثٌ
لَكُمْۖ
فَأْتُوا
حَرْثَكُمْ
اَنّٰى
شِئْتُمْۘ
وَقَدِّمُوا
لِاَنْفُسِكُمْۜ
وَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّكُمْ
مُلَاقُوهُۜ
وَبَشِّرِ
الْمُؤْمِن۪ينَ
٢٢٣
Nisâukum harśun lekum fetû harśekum ennâ şitum(s) vekaddimû li-enfusikum(c) vettekû(A)llâhe va’lemû ennekum mulâkûhu vebeşşiri-lmuminîn(e)
Kadınlarınız sizin ekinliğinizdir. Ekinliğinize dilediğiniz biçimde varın. Kendiniz için (geleceğe hazırlık olarak) güzel davranışlar takdim edin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve her hâlde onun huzuruna varacağınızı bilin. (Ey Muhammed!) Mü’minleri müjdele.
وَلَا
تَجْعَلُوا
اللّٰهَ
عُرْضَةً
لِاَيْمَانِكُمْ
اَنْ
تَبَرُّوا
وَتَتَّقُوا
وَتُصْلِحُوا
بَيْنَ
النَّاسِۜ
وَاللّٰهُ
سَم۪يعٌ
عَل۪يمٌ
٢٢٤
Velâ tec’alû(A)llâhe ‘urdaten li-eymânikum en teberrû vetettekû vetuslihû beyne-nnâs(i)(k) va(A)llâhu semî’un ‘alîm(un)
İyilik etmemek, takvaya sarılmamak, insanlar arasını ıslah etmemek yolundaki yeminlerinize Allah’ı siper yapmayın. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
لَا
يُؤَاخِذُكُمُ
اللّٰهُ
بِاللَّغْوِ
ف۪ٓي
اَيْمَانِكُمْ
وَلٰكِنْ
يُؤَاخِذُكُمْ
بِمَا
كَسَبَتْ
قُلُوبُكُمْۜ
وَاللّٰهُ
غَفُورٌ
حَل۪يمٌ
٢٢٥
Lâ yu-âḣiżukumu(A)llâhu billaġvi fî eymânikum velâkin yu-âḣiżukum bimâ kesebet kulûbukum(k) va(A)llâhu ġafûrun halîm(un)
Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat sizi kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayandır, halîmdir. (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)
لِلَّذ۪ينَ
يُؤْلُونَ
مِنْ
نِسَٓائِهِمْ
تَرَبُّصُ
اَرْبَعَةِ
اَشْهُرٍۚ
فَاِنْ
فَٓاؤُ۫
فَاِنَّ
اللّٰهَ
غَفُورٌ
رَح۪يمٌ
٢٢٦
Lilleżîne yulûne min nisâ-ihim terabbusu erbe’ati eşhur(in)(s) fe-in fâû fe-inna(A)llâhe ġafûrun rahîm(un)
Eşlerine yaklaşmamağa yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır. Eğer (bu süre içinde) dönerlerse, şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
وَاِنْ
عَزَمُوا
الطَّـلَاقَ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
سَم۪يعٌ
عَل۪يمٌ
٢٢٧
Ve-in ‘azemû-ttalâka fe-inna(A)llâhe semî’un ‘alîm(un)
Eğer (yemin edenler yeminlerinden dönmeyip kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
وَالْمُطَلَّقَاتُ
يَتَرَبَّصْنَ
بِاَنْفُسِهِنَّ
ثَلٰثَةَ
قُرُٓوءٍۜ
وَلَا
يَحِلُّ
لَهُنَّ
اَنْ
يَكْتُمْنَ
مَا
خَلَقَ
اللّٰهُ
ف۪ٓي
اَرْحَامِهِنَّ
اِنْ
كُنَّ
يُؤْمِنَّ
بِاللّٰهِ
وَالْيَوْمِ
الْاٰخِرِۜ
وَبُعُولَتُهُنَّ
اَحَقُّ
بِرَدِّهِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
اِنْ
اَرَادُٓوا
اِصْلَاحاًۜ
وَلَهُنَّ
مِثْلُ
الَّذ۪ي
عَلَيْهِنَّ
بِالْمَعْرُوفِۖ
وَلِلرِّجَالِ
عَلَيْهِنَّ
دَرَجَةٌۜ
وَاللّٰهُ
عَز۪يزٌ
حَك۪يمٌ۟
٢٢٨
Velmutallekâtu yeterabbesne bi-enfusihinne śelâśete kurû(in)(c) velâ yehillu lehunne en yektumne mâ ḣaleka(A)llâhu fî erhâmihinne in kunne yuminne bi(A)llâhi velyevmi-l-âḣir(i)(c) ve bu’ûletuhunne ehakku biraddihinne fî żâlike in erâdû islâhâ(an)(c) velehunne miślu-lleżî ‘aleyhinne bilma’rûf(i)(c) velirricâli ‘aleyhinne derace(tun)(k) va(A)llâhu ‘azîzun hakîm(un)
Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Kadınların, yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
اَلطَّـلَاقُ
مَرَّتَانِۖ
فَاِمْسَاكٌ
بِمَعْرُوفٍ
اَوْ
تَسْر۪يحٌ
بِاِحْسَانٍۜ
وَلَا
يَحِلُّ
لَكُمْ
اَنْ
تَأْخُذُوا
مِمَّٓا
اٰتَيْتُمُوهُنَّ
شَيْـٔاً
اِلَّٓا
اَنْ
يَخَافَٓا
اَلَّا
يُق۪يمَا
حُدُودَ
اللّٰهِۜ
فَاِنْ
خِفْتُمْ
اَلَّا
يُق۪يمَا
حُدُودَ
اللّٰهِۙ
فَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْهِمَا
ف۪يمَا
افْتَدَتْ
بِه۪ۜ
تِلْكَ
حُدُودُ
اللّٰهِ
فَلَا
تَعْتَدُوهَاۚ
وَمَنْ
يَتَعَدَّ
حُدُودَ
اللّٰهِ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
هُمُ
الظَّالِمُونَ
٢٢٩
Ettalâku merratân(i)(s) fe-imsâkun bima’rûfin ev tesrîhun bi-ihsân(in)(k) velâ yahillu lekum en teḣużû mimmâ âteytumûhunne şey-en illâ en yeḣâfâ ellâ yukîmâ hudûda(A)llâh(i)(s) fe-in ḣiftum ellâ yukîmâ hudûda(A)llâhi felâ cunâha ‘aleyhimâ fîmâ-ftedet bih(i)(k) tilke hudûdu(A)llâhi felâ ta’tedûhâ(c) vemen yete’adde hudûda(A)llâhi feulâ-ike humu-zzâlimûn(e)
(Dönüş yapılabilecek) boşama iki defadır. Sonrası, ya iyilikle geçinmek, ya da güzellikle bırakmaktır. (Evlilikte) tarafların Allah’ın belirlediği ölçüleri koruyamama endişeleri dışında kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şeyi geri almanız, sizin için helâl olmaz. Eğer onlar Allah’ın belirlediği ölçüleri gözetmeyecekler diye endişe ederseniz, o zaman kadının (boşanmak için) bedel vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bunları aşmayın. Allah’ın koyduğu sınırları kim aşarsa, onlar zalimlerin ta kendileridir.
فَاِنْ
طَلَّقَهَا
فَلَا
تَحِلُّ
لَهُ
مِنْ
بَعْدُ
حَتّٰى
تَنْكِحَ
زَوْجاً
غَيْرَهُۜ
فَاِنْ
طَلَّقَهَا
فَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْهِمَٓا
اَنْ
يَتَرَاجَعَٓا
اِنْ
ظَـنَّٓا
اَنْ
يُق۪يمَا
حُدُودَ
اللّٰهِۜ
وَتِلْكَ
حُدُودُ
اللّٰهِ
يُبَيِّنُهَا
لِقَوْمٍ
يَعْلَمُونَ
٢٣٠
Fe-in tallekahâ felâ tehillu lehu min ba’du hattâ tenkiha zevcen ġayrah(u)(k) fe-in tallekahâ felâ cunâha ‘aleyhimâ en yeterâce’â in zannâ en yukîmâ hudûda(A)llâh(i)(k) vetilke hudûdu(A)llâhi yubeyyinuhâ likavmin ya’lemûn(e)
Eğer erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, kadın, onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. (Bu koca da) onu boşadığı takdirde, onlar (kadın ile ilk kocası) Allah’ın koyduğu ölçüleri gözetebileceklerine inanıyorlarsa tekrar birbirlerine dönüp evlenmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın, anlayan bir toplum için açıkladığı ölçüleridir.
وَاِذَا
طَلَّقْتُمُ
النِّسَٓاءَ
فَبَلَغْنَ
اَجَلَهُنَّ
فَاَمْسِكُوهُنَّ
بِمَعْرُوفٍ
اَوْ
سَرِّحُوهُنَّ
بِمَعْرُوفٍۖ
وَلَا
تُمْسِكُوهُنَّ
ضِرَاراً
لِتَعْتَدُواۚ
وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذٰلِكَ
فَقَدْ
ظَلَمَ
نَفْسَهُۜ
وَلَا
تَتَّخِذُٓوا
اٰيَاتِ
اللّٰهِ
هُزُواًۘ
وَاذْكُرُوا
نِعْمَتَ
اللّٰهِ
عَلَيْكُمْ
وَمَٓا
اَنْزَلَ
عَلَيْكُمْ
مِنَ
الْكِتَابِ
وَالْحِكْمَةِ
يَعِظُـكُمْ
بِه۪ۜ
وَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
بِكُلِّ
شَيْءٍ
عَل۪يمٌ۟
٢٣١
Ve-iżâ tallektumu-nnisâe febelaġne ecelehunne feemsikûhunne bima’rûfin ev serrihûhunne bima’rûf(in)(c) velâ tumsikûhunne dirâran lita’tedû(c) vemen yef’al żâlike fekad zaleme nefseh(u)(c) velâ tetteḣiżû âyâti(A)llâhi huzuvâ(en)(c) veżkurû ni’meta(A)llâhi ‘aleykum vemâ enzele ‘aleykum mine-lkitâbi velhikmeti ya’iżukum bih(i)(c) vettekû(A)llâhe va’lemû enna(A)llâhe bikulli şey-in ‘alîm(un)
Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme sürelerini bitirdikleri zaman, ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Haklarına tecavüz edip zarar vermek için onları tutmayın. Bunu kim yaparsa kendine zulmetmiş olur. Sakın Allah’ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
وَاِذَا
طَلَّقْتُمُ
النِّسَٓاءَ
فَبَلَغْنَ
اَجَلَهُنَّ
فَلَا
تَعْضُلُوهُنَّ
اَنْ
يَنْكِحْنَ
اَزْوَاجَهُنَّ
اِذَا
تَرَاضَوْا
بَيْنَهُمْ
بِالْمَعْرُوفِۜ
ذٰلِكَ
يُوعَظُ
بِه۪
مَنْ
كَانَ
مِنْكُمْ
يُؤْمِنُ
بِاللّٰهِ
وَالْيَوْمِ
الْاٰخِرِۜ
ذٰلِكُمْ
اَزْكٰى
لَكُمْ
وَاَطْهَرُۜ
وَاللّٰهُ
يَعْلَمُ
وَاَنْتُمْ
لَا
تَعْلَمُونَ
٢٣٢
Ve-iżâ tallektumu-nnisâe febelaġne ecelehunne felâ ta’dulûhunne en yenkihne ezvâcehunne iżâ terâdav beynehum bilma’rûf(i)(k) żâlike yû’azu bihi men kâne minkum yuminu bi(A)llâhi velyevmi-l-âḣir(i)(k) żâlikum ezkâ lekum veather(u)(k) va(A)llâhu ya’lemu veentum lâ ta’lemûn(e)
Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme sürelerini bitirdikleri zaman kendi aralarında aklın ve dinin gereklerine uygun olarak güzellikle anlaştıkları takdirde, eşleriyle (yeniden) evlenmelerine engel olmayın. Bununla içinizden Allah’a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilmektedir. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
وَالْوَالِدَاتُ
يُرْضِعْنَ
اَوْلَادَهُنَّ
حَوْلَيْنِ
كَامِلَيْنِ
لِمَنْ
اَرَادَ
اَنْ
يُـتِمَّ
الرَّضَاعَةَۜ
وَعَلَى
الْمَوْلُودِ
لَهُ
رِزْقُهُنَّ
وَكِسْوَتُهُنَّ
بِالْمَعْرُوفِۜ
لَا
تُكَلَّفُ
نَفْسٌ
اِلَّا
وُسْعَهَاۚ
لَا
تُضَٓارَّ
وَالِدَةٌ
بِوَلَدِهَا
وَلَا
مَوْلُودٌ
لَهُ
بِوَلَدِه۪
وَعَلَى
الْوَارِثِ
مِثْلُ
ذٰلِكَۚ
فَاِنْ
اَرَادَا
فِصَالاً
عَنْ
تَرَاضٍ
مِنْهُمَا
وَتَشَاوُرٍ
فَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْهِمَاۜ
وَاِنْ
اَرَدْتُمْ
اَنْ
تَسْتَرْضِعُٓوا
اَوْلَادَكُمْ
فَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْكُمْ
اِذَا
سَلَّمْتُمْ
مَٓا
اٰتَيْتُمْ
بِالْمَعْرُوفِۜ
وَاتَّقُوا
اللّٰهَ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَص۪يرٌ
٢٣٣
Velvâlidâtu yurdi’ne evlâdehunne havleyni kâmileyn(i)(s) limen erâde en yutimme-rradâ’a(te)(c) ve’ale-lmevlûdi lehu rizkuhunne vekisvetuhunne bilma’rûf(i)(c) lâ tukellefu nefsun illâ vus’ahâ(c) lâ tudârra vâlidetun biveledihâ velâ mevlûdun lehu biveledih(i)(c) ve’ale-lvâriśi miślu żâlik(e)(k) fe-in erâdâ fisâlen ‘an terâdin minhumâ veteşâvurin felâ cunâha ‘aleyhimâ(k) ve-in eradtum en testerdi’û evlâdekum felâ cunâha ‘aleykum iżâ sellemtum mâ âteytum bilma’rûf(i)(k) vettekû(A)llâhe va’lemû enna(A)llâhe bimâ ta’melûne basîr(un)
-Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için- anneler çocuklarını i-Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için- anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği, örfe uygun olarak babaya aittir. Hiçbir kimseye gücünün üstünde bir yük ve sorumluluk teklif edilmez. -Hiçbir anne ve hiçbir baba çocuğu sebebiyle zarara uğratılmasın- (Baba ölmüşse) mirasçı da aynı şeyle sorumludur. Eğer (anne ve baba) kendi aralarında danışıp anlaşarak (iki yıl dolmadan) çocuğu sütten kesmek isterlerse onlara günah yoktur. Eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz örfe uygun olarak vereceğiniz ücreti güzelce ödediğiniz takdirde size bir günah yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.
وَالَّذ۪ينَ
يُتَوَفَّوْنَ
مِنْكُمْ
وَيَذَرُونَ
اَزْوَاجاً
يَتَرَبَّصْنَ
بِاَنْفُسِهِنَّ
اَرْبَعَةَ
اَشْهُرٍ
وَعَشْراًۚ
فَاِذَا
بَلَغْنَ
اَجَلَهُنَّ
فَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْكُمْ
ف۪يمَا
فَعَلْنَ
ف۪ٓي
اَنْفُسِهِنَّ
بِالْمَعْرُوفِۜ
وَاللّٰهُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
خَب۪يرٌ
٢٣٤
Velleżîne yuteveffevne minkum veyeżerûne ezvâcen yeterabbasne bi-enfusihinne erbe’ate eşhurin ve’aşrâ(an)(s) fe-iżâ belaġne ecelehunne felâ cunâha ‘aleykum fîmâ fe’alne fî enfusihinne bilma’rûf(i)(k) ve(A)llâhu bimâ ta’melûne ḣabîr(un)
İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler. Sürelerini bitirince artık kendileri için meşru olanı yapmalarında size bir günah yoktur. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
وَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْكُمْ
ف۪يمَا
عَرَّضْتُمْ
بِه۪
مِنْ
خِطْبَةِ
النِّسَٓاءِ
اَوْ
اَكْنَنْتُمْ
ف۪ٓي
اَنْفُسِكُمْۜ
عَلِمَ
اللّٰهُ
اَنَّكُمْ
سَتَذْكُرُونَهُنَّ
وَلٰكِنْ
لَا
تُوَاعِدُوهُنَّ
سِراًّ
اِلَّٓا
اَنْ
تَقُولُوا
قَوْلاً
مَعْرُوفاًۜ
وَلَا تَعْزِمُوا
عُقْدَةَ
النِّكَاحِ
حَتّٰى
يَبْلُغَ
الْكِتَابُ
اَجَلَهُۜ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
يَعْلَمُ
مَا
ف۪ٓي
اَنْفُسِكُمْ
فَاحْذَرُوهُۚ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
غَفُورٌ
حَل۪يمٌ۟
٢٣٥
Velâ cunâha ‘aleykum fîmâ ‘arradtum bihi min ḣitbeti-nnisâ-i ev eknentum fî enfusikum(c) ‘alima(A)llâhu ennekum seteżkurûnehunne velâkin lâ tuvâ’idûhunne sirran illâ en takûlû kavlen ma’rûfâ(en)(c) velâ ta’zimû ‘ukdete-nnikâhi hattâ yebluġa-lkitâbu eceleh(u)(c) va’lemû enna(A)llâhe ya’lemu mâ fî enfusikum fahżerûh(u)(c) va’lemû enna(A)llâhe ġafûrun halîm(un)
(Vefat iddeti beklemekte olan) kadınlara kendileri ile evlenmek istediğinizi üstü kapalı olarak anlatmanızda veya bu isteğinizi içinizde saklamanızda sizin için bir günah yoktur. Allah biliyor ki, siz onlara (bunu er geç mutlaka) söyleyeceksiniz. Meşru sözler söylemeniz dışında sakın onlarla gizliden gizliye buluşma yönünde sözleşmeyin. Bekleme müddeti bitinceye kadar da nikâh yapmaya kalkışmayın. Şunu da bilin ki, Allah içinizden geçeni hakkıyla bilir. Onun için Allah’a karşı gelmekten sakının ve yine şunu da bilin ki Allah gerçekten çok bağışlayandır, halîmdir. (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)
لَا
جُنَاحَ
عَلَيْكُمْ
اِنْ
طَلَّقْتُمُ
النِّسَٓاءَ
مَا
لَمْ
تَمَسُّوهُنَّ
اَوْ
تَفْرِضُوا
لَهُنَّ
فَر۪يضَةًۚ
وَمَتِّعُوهُنَّۚ
عَلَى
الْمُوسِعِ
قَدَرُهُ
وَعَلَى
الْمُقْتِرِ
قَدَرُهُۚ
مَتَـاعاً
بِالْمَعْرُوفِۚ
حَقاًّ
عَلَى
الْمُحْسِن۪ينَ
٢٣٦
Lâ cunâha ‘aleykum in tallektumu-nnisâe mâ lem temessûhunne ev tefridû lehunne ferîda(ten)(c) vemetti’ûhunne ‘ale-lmûsi’i kaderuhu ve’ale-lmuktiri kaderuhu metâ’en bilma’rûf(i)(s) hakkan ‘ale-lmuhsinîn(e)
Kendilerine el sürmeden ya da mehir belirlemeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur. (Bu durumda) -eli geniş olan gücüne göre, eli dar olan da gücüne göre olmak üzere- onlara, aklın ve dinin gereklerine uygun olarak müt’a verin. Bu, iyilik yapanlar üzerinde bir borçtur.
وَاِنْ
طَلَّقْتُمُوهُنَّ
مِنْ
قَبْلِ
اَنْ
تَمَسُّوهُنَّ
وَقَدْ
فَرَضْتُمْ
لَهُنَّ
فَر۪يضَةً
فَنِصْفُ
مَا
فَرَضْتُمْ
اِلَّٓا
اَنْ
يَعْفُونَ
اَوْ
يَعْفُوَا
الَّذ۪ي
بِيَدِه۪
عُقْدَةُ
النِّكَاحِۜ
وَاَنْ
تَعْفُٓوا
اَقْرَبُ
لِلتَّقْوٰىۜ
وَلَا
تَنْسَوُا
الْفَضْلَ
بَيْنَكُمْۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَص۪يرٌ
٢٣٧
Ve-in tallektumûhunne min kabli en temessûhunne vekad feradtum lehunne ferîdaten fenisfu mâ feradtum illâ en ya’fûne ev ya’fuve-lleżî biyedihi ‘ukdetu-nnikâh(i)(c) veen ta’fû akrabu littekvâ(c) velâ tensevu-lfadle beynekum(c) inna(A)llâhe bimâ ta’melûne basîr(un)
Eğer onlara mehir tespit eder de kendilerine el sürmeden boşarsanız, tespit ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Ancak kadının, ya da nikâh bağı elinde bulunanın (kocanın, paylarından) vazgeçmesi başka. Bununla birlikte (ey erkekler), sizin vazgeçmeniz takvaya (Allah’a karşı gelmekten sakınmaya) daha yakındır. Aranızda iyilik yapmayı da unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
حَافِظُوا
عَلَى
الصَّلَوَاتِ
وَالصَّلٰوةِ
الْوُسْطٰى
وَقُومُوا
لِلّٰهِ
قَانِت۪ينَ
٢٣٨
Hâfizû ‘alâ-ssalevâti ve-ssalâti-lvustâ vekûmû li(A)llâhi kânitîn(e)
Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun.
فَاِنْ
خِفْتُمْ
فَرِجَـالاً
اَوْ
رُكْبَـاناًۚ
فَاِذَٓا
اَمِنْتُمْ
فَاذْكُرُوا
اللّٰهَ
كَمَا
عَلَّمَكُمْ
مَا
لَمْ
تَكُونُوا
تَعْلَمُونَ
٢٣٩
Fe-in ḣiftum fericâlen ev rukbânâ(en)(s) fe-iżâ emintum feżkurû(A)llâhe kemâ ‘allemekum mâ lem tekûnû ta’lemûn(e)
Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, namazı yaya olarak veya binek üzerinde kılın. Güvenliğe kavuşunca da, Allah’ı, daha önce bilmediğiniz ve onun size öğrettiği şekilde anın (namazı normal vakitlerdeki gibi kılın).
وَالَّذ۪ينَ
يُتَوَفَّوْنَ
مِنْكُمْ
وَيَذَرُونَ
اَزْوَاجاًۚ
وَصِيَّةً
لِاَزْوَاجِهِمْ
مَتَاعاً
اِلَى
الْحَوْلِ
غَيْرَ
اِخْرَاجٍۚ
فَاِنْ
خَرَجْنَ
فَلَا
جُنَاحَ
عَلَيْكُمْ
ف۪ي
مَا
فَعَلْنَ
ف۪ٓي
اَنْفُسِهِنَّ
مِنْ
مَعْرُوفٍۜ
وَاللّٰهُ
عَز۪يزٌ
حَك۪يمٌ
٢٤٠
Velleżîne yuteveffevne minkum veyeżerûne ezvâcen vasiyyeten li-ezvâcihim metâ’en ile-lhavli ġayra iḣrâc(in)(c) fe-in ḣaracne felâ cunâha ‘aleykum fî mâ fe’alne fî enfusihinne min ma’rûf(in)(k) va(A)llâhu ‘azîzun hakîm(un)
İçinizden ölüp geriye dul eşler bırakan erkekler, eşleri için, evden çıkarılmaksızın bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Ama onlar (kendiliklerinden) çıkarlarsa, artık onların meşru biçimde kendileri ile ilgili olarak işlediklerinden dolayı size bir günah yoktur. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ
مَتَاعٌ
بِالْمَعْرُوفِۜ
حَقاًّ
عَلَى
الْمُتَّق۪ينَ
٢٤١
Velilmutallekâti metâ’un bilma’rûf(i)(s) hakkan ‘ale-lmuttekîn(e)
Boşanmış kadınların örfe göre geçimlerinin sağlanması onların hakkıdır. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir borçtur.
كَذٰلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّٰهُ
لَكُمْ
اٰيَاتِه۪
لَعَلَّكُمْ
تَعْقِلُونَ۟
٢٤٢
Keżâlike yubeyyinu(A)llâhu lekum âyâtihi le’allekum ta’kilûn(e)
Düşünesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklamaktadır.
اَلَمْ
تَرَ
اِلَى
الَّذ۪ينَ
خَرَجُوا
مِنْ
دِيَارِهِمْ
وَهُمْ
اُلُوفٌ
حَذَرَ
الْمَوْتِۖ
فَقَالَ
لَهُمُ
اللّٰهُ
مُوتُوا
ثُمَّ
اَحْيَاهُمْۜ
اِنَّ
اللّٰهَ
لَذُو
فَضْلٍ
عَلَى
النَّاسِ
وَلٰكِنَّ
اَكْثَرَ
النَّاسِ
لَا
يَشْكُرُونَ
٢٤٣
Elem tera ile-lleżîne ḣaracû min diyârihim vehum ulûfun hażera-lmevti fekâle lehumu(A)llâhu mûtû śumme ahyâhum(c) inna(A)llâhe leżû fadlin ‘alâ-nnâsi velâkinne ekśera-nnâsi lâ yeşkurûn(e)
Binlerce kişi oldukları hâlde, ölüm korkusuyla yurtlarını terk edenleri görmedin mi? Allah, onlara “ölün” dedi, sonra da onları diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütuf ve ikram sahibidir. Ama insanların çoğu şükretmezler.
وَقَاتِلُوا
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
سَم۪يعٌ
عَل۪يمٌ
٢٤٤
Vekâtilû fî sebîli(A)llâhi va’lemû enna(A)llâhe semî’un ‘alîm(un)
Allah yolunda savaşın ve bilin ki, şüphesiz Allah hakkıyla işitendir ve hakkıyla bilendir.
مَنْ
ذَا
الَّذ۪ي
يُقْرِضُ
اللّٰهَ
قَرْضاً
حَسَناً
فَيُضَاعِفَهُ
لَهُٓ
اَضْعَافاً
كَـث۪يرَةًۜ
وَاللّٰهُ
يَقْبِضُ
وَيَبْصُۣطُۖ
وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
٢٤٥
Men że-lleżî yukridu(A)llâhe kardan hasenen feyudâ’ifehu lehu ad’âfen keśîra(ten)(c) va(A)llâhu yakbidu veyebsutu ve-ileyhi turce’ûn(e)
Kimdir Allah’a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da o borcu kendisine kat kat ödesin. (Rızkı) Allah daraltır ve genişletir. Ancak O’na döndürüleceksiniz.
اَلَمْ
تَرَ
اِلَى
الْمَلَأِ
مِنْ
بَن۪ٓي
اِسْرَٓائ۪لَ
مِنْ
بَعْدِ
مُوسٰىۢ
اِذْ
قَالُوا
لِنَبِيٍّ
لَهُمُ
ابْعَثْ
لَنَا
مَلِكاً
نُقَاتِلْ
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِۜ
قَالَ
هَلْ
عَسَيْتُمْ
اِنْ
كُتِبَ
عَلَيْكُمُ
الْقِتَالُ
اَلَّا
تُقَاتِلُواۜ
قَالُوا
وَمَا
لَـنَٓا
اَلَّا
نُقَاتِلَ
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
وَقَدْ
اُخْرِجْنَا
مِنْ
دِيَارِنَا
وَاَبْنَٓائِنَاۜ
فَلَمَّا
كُتِبَ
عَلَيْهِمُ
الْقِتَالُ
تَوَلَّوْا
اِلَّا
قَل۪يلاً
مِنْهُمْۜ
وَاللّٰهُ
عَل۪يمٌ
بِالظَّالِم۪ينَ
٢٤٦
Elem tera ile-lmele-i min benî isrâ-île min ba’di mûsâ iżkâlû linebiyyin lehumu-b’aś lenâ meliken nukâtil fî sebîli(A)llâh(i)(s) kâle hel ‘aseytum in kutibe ‘aleykumu-lkitâlu ellâ tukâtilû(s) kâlû vemâ lenâ ellâ nukâtile fî sebîli(A)llâhi vekad uḣricnâ min diyârinâ veebnâ-inâ(s) felemmâ kutibe ‘aleyhimu-lkitâlu tevellev illâ kalîlen minhum(k) ve(A)llâhu ‘alîmun bi-zzâlimîn(e)
Mûsâ’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi (ne yaptılar)? Hani, peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O, “Ya üzerinize savaş farz kılındığı hâlde, savaşmayacak olursanız?” demişti. Onlar, “Yurdumuzdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allah yolunda niye savaşmayalım” diye cevap vermişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah, zalimleri hakkıyla bilendir.
وَقَالَ
لَهُمْ
نَبِيُّهُمْ
اِنَّ
اللّٰهَ
قَدْ
بَعَثَ
لَكُمْ
طَالُوتَ
مَلِكاًۜ
قَالُٓوا
اَنّٰى
يَكُونُ
لَهُ
الْمُلْكُ
عَلَيْنَا
وَنَحْنُ
اَحَقُّ
بِالْمُلْكِ
مِنْهُ
وَلَمْ
يُؤْتَ
سَعَةً
مِنَ
الْمَالِۜ
قَالَ
اِنَّ
اللّٰهَ
اصْطَفٰيهُ
عَلَيْكُمْ
وَزَادَهُ
بَسْطَةً
فِي
الْعِلْمِ
وَالْجِسْمِۜ
وَاللّٰهُ
يُؤْت۪ي
مُلْكَهُ
مَنْ
يَشَٓاءُۜ
وَاللّٰهُ
وَاسِعٌ
عَل۪يمٌ
٢٤٧
Vekâle lehum nebiyyuhum inna(A)llâhe kad be’aśe lekum tâlûte melikâ(en)(c) kâlû ennâ yekûnu lehu-lmulku ‘aleynâ venahnu ahakku bilmulki minhu velem yute se’aten mine-lmâl(i)(c) kâle inna(A)llâhe-stafâhu ‘aleykum vezâdehu bestaten fi-l’ilmi velcism(i)(s) ve(A)llâhu yutî mulkehu men yeşâ(u)(c) va(A)llâhu vâsi’un ‘alîm(un)
Peygamberleri onlara, “Allah, size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlar, “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir” dediler. Peygamberleri şöyle dedi: “Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.” Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
وَقَالَ
لَهُمْ
نَبِيُّهُمْ
اِنَّ
اٰيَةَ
مُلْكِه۪ٓ
اَنْ
يَأْتِيَكُمُ
التَّابُوتُ
ف۪يهِ
سَك۪ينَةٌ
مِنْ
رَبِّكُمْ
وَبَقِيَّةٌ
مِمَّا
تَرَكَ
اٰلُ
مُوسٰى
وَاٰلُ
هٰرُونَ
تَحْمِلُهُ
الْمَلٰٓئِكَةُۜ
اِنَّ
ف۪ي
ذٰلِكَ
لَاٰيَةً
لَكُمْ
اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِن۪ينَ۟
٢٤٨
Vekâle lehum nebiyyuhum inne âyete mulkihi en yetiyekumu-ttâbûtu fîhi sekînetun min rabbikum vebakiyyetun mimmâ terake âlu mûsâ veâlu hârûne tahmiluhu-lmelâ-ike(tu)(c) inne fî żâlike leâyeten lekum in kuntum muminîn(e)
Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alameti, size o sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Mûsâ ailesinin, Hârûn ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır.”
فَلَمَّا
فَصَلَ
طَالُوتُ
بِالْجُنُودِۙ
قَالَ
اِنَّ
اللّٰهَ
مُبْتَل۪يكُمْ
بِنَهَرٍۚ
فَمَنْ
شَرِبَ
مِنْهُ
فَلَيْسَ
مِنّ۪يۚ
وَمَنْ
لَمْ
يَطْعَمْهُ
فَاِنَّهُ
مِنّ۪ٓي
اِلَّا
مَنِ
اغْتَرَفَ
غُرْفَةً
بِيَدِه۪ۚ
فَشَرِبُوا
مِنْهُ
اِلَّا
قَل۪يلاً
مِنْهُمْۜ
فَلَمَّا
جَاوَزَهُ
هُوَ
وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
مَعَهُۙ
قَالُوا
لَا
طَاقَةَ
لَنَا
الْيَوْمَ
بِجَالُوتَ
وَجُنُودِه۪ۜ
قَالَ
الَّذ۪ينَ
يَظُنُّونَ
اَنَّهُمْ
مُلَاقُوا
اللّٰهِۙ
كَمْ
مِنْ
فِئَةٍ
قَل۪يلَةٍ
غَلَبَتْ
فِئَةً
كَث۪يرَةً
بِاِذْنِ
اللّٰهِۜ
وَاللّٰهُ
مَعَ
الصَّابِر۪ينَ
٢٤٩
Felemmâ fasale tâlûtu bilcunûdi kâle inna(A)llâhe mubtelîkum bineherin femen şeribe minhu feleyse minnî vemen lem yet’amhu fe-innehu minnî illâ meni-ġterafe ġurfeten biyedih(i)(c) feşeribû minhu illâ kalîlen minhum(c) felemmâ câvezehu huve velleżîne âmenû me’ahu kâlû lâ tâkate lene-lyevme bicâlûte vecunûdih(i)(c) kâle-lleżîne yazunnûne ennehum mulâkû(A)llâhi kem min fi-etin kalîletin ġalebet fi-eten keśîraten bi-iżni(A)llâh(i)(k) va(A)llâhu me’a-ssâbirîn(e)
Tâlût, ordu ile hareket edince, “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka.” dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, (geride kalanlar) “Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler (ırmağı geçenler) ise şu cevabı verdiler: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir.”
وَلَمَّا
بَرَزُوا
لِجَالُوتَ
وَجُنُودِه۪
قَالُوا
رَبَّنَٓا
اَفْرِغْ
عَلَيْنَا
صَبْراً
وَثَبِّتْ
اَقْدَامَنَا
وَانْصُرْنَا
عَلَى
الْقَوْمِ
الْكَافِر۪ينَۜ
٢٥٠
Velemmâ berazû licâlûte vecunûdihi kâlû rabbenâ efriġ ‘aleynâ sabran veśebbit akdâmenâ vensurnâ ‘ale-lkavmi-lkâfirîn(e)
(Tâlût’un askerleri) Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.”
فَهَزَمُوهُمْ
بِاِذْنِ
اللّٰهِۙ
وَقَتَلَ
دَاوُ۫دُ
جَالُوتَ
وَاٰتٰيهُ
اللّٰهُ
الْمُلْكَ
وَالْحِكْمَةَ
وَعَلَّمَهُ
مِمَّا
يَشَٓاءُۜ
وَلَوْلَا
دَفْعُ
اللّٰهِ
النَّاسَ
بَعْضَهُمْ
بِبَعْضٍ
لَفَسَدَتِ
الْاَرْضُ
وَلٰكِنَّ
اللّٰهَ
ذُوفَضْلٍ
عَلَى
الْعَالَم۪ينَ
٢٥١
Fehezemûhum bi-iżni(A)llâhi vekatele dâvûdu câlûte veâtâhu(A)llâhu-lmulke velhikmete ve’allemehu mimmâ yeşâ(u)(k) velevlâ def’u(A)llâhi-nnâse ba’dahum biba’din lefesedeti-l-ardu velâkinna(A)llâhe żû fadlin ‘ale-l’âlemîn(e)
Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Câlût’u öldürdü. Allah, ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.
تِلْكَ
اٰيَاتُ
اللّٰهِ
نَتْلُوهَا
عَلَيْكَ
بِالْحَقِّۜ
وَاِنَّكَ
لَمِنَ
الْمُرْسَل۪ينَ
٢٥٢
Tilke âyâtu(A)llâhi netlûhâ ‘aleyke bilhakk(i)(c) ve-inneke lemine-lmurselîn(e)
İşte bunlar Allah’ın âyetleridir. Biz onları sana hak olarak okuyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.
تِلْكَ
الرُّسُلُ
فَضَّلْنَا
بَعْضَهُمْ
عَلٰى
بَعْضٍۢ
مِنْهُمْ
مَنْ
كَلَّمَ
اللّٰهُ
وَرَفَعَ
بَعْضَهُمْ
دَرَجَاتٍۜ
وَاٰتَيْنَا
ع۪يسَى
ابْنَ
مَرْيَمَ
الْبَيِّنَاتِ
وَاَيَّدْنَاهُ
بِرُوحِ
الْقُدُسِۜ
وَلَوْ
شَٓاءَ
اللّٰهُ
مَا
اقْتَتَلَ
الَّذ۪ينَ
مِنْ
بَعْدِهِمْ
مِنْ
بَعْدِ
مَا
جَٓاءَتْهُمُ
الْبَيِّنَاتُ
وَلٰكِنِ
اخْتَلَفُوا
فَمِنْهُمْ
مَنْ
اٰمَنَ
وَمِنْهُمْ
مَنْ
كَفَرَۜ
وَلَوْ
شَٓاءَ
اللّٰهُ
مَا
اقْتَتَلُوا
وَلٰكِنَّ
اللّٰهَ
يَفْعَلُ
مَا
يُر۪يدُ۟
٢٥٣
Tilke-rrusulu faddalnâ ba’dahum ‘alâ ba’din minhum men kellema(A)llâh(u)(s) verafe’a ba’dahum deracât(in)(c) veâteynâ ‘îsâ-bne meryeme-lbeyyinâti veeyyednâhu birûhi-lkudus(i)(k) velev şâa(A)llâhu mâ-ktetele-lleżîne min ba’dihim min ba’di mâ câet-humu-lbeyyinâtu velâkini-ḣtelefû feminhum men âmene veminhum men kefer(a)(c) velev şâa(A)llâhu mâ-ktetelû velâkinna(A)llâhe yef’alu mâ yurîd(u)
İşte peygamberler! Biz, onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. İçlerinden, Allah’ın konuştukları vardır. Bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya ise açık deliller verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bunların arkasından gelen (millet)ler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler. Onlardan inananlar da vardı, inkâr edenler de. Yine Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah dilediğini yapar.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُٓوا
اَنْفِقُوا
مِمَّا
رَزَقْنَاكُمْ
مِنْ
قَبْلِ
اَنْ
يَأْتِيَ
يَوْمٌ
لَا
بَيْعٌ
ف۪يهِ
وَلَا
خُلَّةٌ
وَلَا شَفَاعَةٌۜ
وَالْكَافِرُونَ
هُمُ
الظَّالِمُونَ
٢٥٤
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû enfikû mimmâ razaknâkum min kabli en yetiye yevmun lâ bey’un fîhi velâ ḣulletun velâ şefâ’a(tun)(c) velkâfirûne humu-zzâlimûn(e)
Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir.
اَللّٰهُ
لَٓا
اِلٰهَ
اِلَّا
هُوَۚ
اَلْحَيُّ
الْقَيُّومُۚ
لَا
تَأْخُذُهُ
سِنَةٌ
وَلَا
نَوْمٌۜ
لَهُ
مَا
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَمَا
فِي
الْاَرْضِۜ
مَنْ
ذَا
الَّذ۪ي
يَشْفَعُ
عِنْدَهُٓ
اِلَّا
بِاِذْنِه۪ۜ
يَعْلَمُ
مَا
بَيْنَ
اَيْد۪يهِمْ
وَمَا
خَلْفَهُمْۚ
وَلَا
يُح۪يطُونَ
بِشَيْءٍ
مِنْ
عِلْمِه۪ٓ
اِلَّا
بِمَا
شَٓاءَۚ
وَسِعَ
كُرْسِيُّهُ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضَۚ
وَلَا
يَؤُ۫دُهُ
حِفْظُهُمَاۚ
وَهُوَ
الْعَلِيُّ
الْعَظ۪يمُ
٢٥٥
(A)llâhu lâ ilâhe illâ huve-lhayyu-lkayyûm(u)(c) lâ teḣużuhu sinetun velâ nevm(un)(c) lehu mâ fî-ssemâvâti vemâ fi-l-ard(i)(k) men że-lleżî yeşfe’u ‘indehu illâ bi-iżnih(i)(c) ya’lemu mâ beyne eydîhim vemâ ḣalfehum(s) velâ yuhîtûne bişey-in min ‘ilmihi illâ bimâ şâ(e)(c) vesi’a kursiyyuhu-ssemâvâti vel-ard(a)(s) velâ yeûduhu hifzuhumâ vehuve-l’aliyyu-l’azîm(u)
Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.
لَٓا
اِكْرَاهَ
فِي
الدّ۪ينِ
قَدْ
تَبَيَّنَ
الرُّشْدُ
مِنَ
الْغَيِّۚ
فَمَنْ
يَكْفُرْ
بِالطَّاغُوتِ
وَيُؤْمِنْ
بِاللّٰهِ
فَقَدِ
اسْتَمْسَكَ
بِالْعُرْوَةِ
الْوُثْقٰىۗ
لَا
انْفِصَامَ
لَهَاۜ
وَاللّٰهُ
سَم۪يعٌ
عَل۪يمٌ
٢٥٦
Lâ ikrâhe fî-ddîn(i)(s) kad tebeyyene-rruşdu mine-lġayy(i)(c) femen yekfur bi-ttâġûti veyumin bi(A)llâhi fekadi-stemseke bil’urveti-lvuśkâ lâ-nfisâme lehâ (k) va(A)llâhu semî’un ‘alîm(un)
Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
اَللّٰهُ
وَلِيُّ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُواۙ
يُخْرِجُهُمْ
مِنَ
الظُّلُمَاتِ
اِلَى
النُّورِۜ
وَالَّذ۪ينَ
كَفَرُٓوا
اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ
الطَّاغُوتُۙ
يُخْرِجُونَهُمْ
مِنَ
النُّورِ
اِلَى
الظُّلُمَاتِۜ
اُو۬لٰٓئِكَ
اَصْحَابُ
النَّارِۚ
هُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَ۟
٢٥٧
(A)llâhu veliyyu-lleżîne âmenû yuḣricuhum mine-zzulumâti ilâ-nnûr(i)(s) velleżîne keferû evliyâuhumu-ttâġûtu yuḣricûnehum mine-nnûri ilâ-zzulumât(i)(k) ulâ-ike ashâbu annâr(i)(s) hum fîhâ ḣâlidûn(e)
Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.
اَلَمْ
تَرَ
اِلَى
الَّذ۪ي
حَٓاجَّ
اِبْرٰه۪يمَ
ف۪ي
رَبِّه۪ٓ
اَنْ
اٰتٰيهُ
اللّٰهُ
الْمُلْكَۢ
اِذْ
قَالَ
اِبْرٰه۪يمُ
رَبِّيَ
الَّذ۪ي
يُحْـي۪
وَيُم۪يتُۙ
قَالَ
اَنَا۬
اُحْـي۪
وَاُم۪يتُۜ
قَالَ
اِبْرٰه۪يمُ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
يَأْت۪ي
بِالشَّمْسِ
مِنَ
الْمَشْرِقِ
فَأْتِ
بِهَا
مِنَ
الْمَغْرِبِ
فَبُهِتَ
الَّذ۪ي
كَفَرَۜ
وَاللّٰهُ
لَا
يَهْدِي
الْقَوْمَ
الظَّالِم۪ينَۚ
٢٥٨
Elem tera ile-lleżî hâcce ibrâhîme fî rabbihi en âtâhu(A)llâhu-lmulke iż kâle ibrâhîmu rabbiye-lleżî yuhyî veyumîtu kâle enâ uhyî veumît(u)(c) kâle ibrâhîmu fe-inna(A)llâhe yetî bi-şşemsi mine-lmeşriki feti bihâ mine-lmaġribi febuhite-lleżî kefer(a)(k) va(A)llâhu lâ yehdi-lkavme-zzâlimîn(e)
Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp böbürlenerek) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, “Benim Rabbim diriltir, öldürür.” demiş; o da, “Ben de diriltir, öldürürüm” demişti. (Bunun üzerine) İbrahim, “Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir” deyince, kâfir şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
اَوْ
كَالَّذ۪ي
مَرَّ
عَلٰى
قَرْيَةٍ
وَهِيَ
خَاوِيَةٌ
عَلٰى
عُرُوشِهَاۚ
قَالَ
اَنّٰى
يُحْـي۪
هٰذِهِ
اللّٰهُ
بَعْدَ
مَوْتِهَاۚ
فَاَمَاتَهُ
اللّٰهُ
مِائَةَ
عَامٍ
ثُمَّ
بَعَثَهُۜ
قَالَ
كَمْ
لَبِثْتَۜ
قَالَ
لَبِثْتُ
يَوْماً
اَوْ
بَعْضَ
يَوْمٍۜ
قَالَ
بَلْ
لَبِثْتَ
مِائَةَ
عَامٍ
فَانْظُرْ
اِلٰى
طَعَامِكَ
وَشَرَابِكَ
لَمْ
يَتَسَنَّهْۚ
وَانْظُرْ
اِلٰى
حِمَارِكَ
وَلِنَجْعَلَكَ
اٰيَةً
لِلنَّاسِ
وَانْظُرْ
اِلَى
الْعِظَامِ
كَيْفَ
نُنْشِزُهَا
ثُمَّ
نَكْسُوهَا
لَحْماًۜ
فَلَمَّا
تَبَيَّنَ
لَهُۙ
قَالَ
اَعْلَمُ
اَنَّ
اللّٰهَ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
قَد۪يرٌ
٢٥٩
Ev kelleżî merra ‘alâ karyetin vehiye ḣâviyetun ‘alâ ‘urûşihâ kâle ennâ yuhyî hâżihi(A)llâhu ba’de mevtihâ(s) feemâtehu(A)llâhu mi-ete ‘âmin śumme be’aśeh(u)(s) kâle kem lebiśt(e)(s) kâle lebiśtu yevmen ev ba’da yevm(in)(s) kâle bel lebiśte mi-ete ‘âmin fenzur ilâ ta’âmike veşerâbike lem yetesenneh(s) venzur ilâ himârike velinec’aleke âyeten linnâs(i)(s) venzur ile-l’izâmi keyfe nunşizuhâ śumme neksûhâ lahmâ(en)(c) felemmâ tebeyyene lehu kâle a’lemu enna(A)llâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
Yahut altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, “Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek (acaba)?” demişti. Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: “Ne kadar (ölü) kaldın?” O, “Bir gün veya bir günden daha az kaldım” diye cevap verdi. Allah, şöyle dedi: “Hayır, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak! (Böyle yapmamız) seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. (Eşeğin) kemikler(in)e de bak, nasıl onları bir araya getiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?” Kendisine bütün bunlar apaçık belli olunca, şöyle dedi: “Şimdi, biliyorum ki; şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.”
وَاِذْ
قَالَ
اِبْرٰه۪يمُ
رَبِّ
اَرِن۪ي
كَيْفَ
تُحْـيِ
الْمَوْتٰىۜ
قَالَ
اَوَلَمْ
تُؤْمِنْۜ
قَالَ
بَلٰى
وَلٰكِنْ
لِيَطْمَئِنَّ
قَلْب۪يۜ
قَالَ
فَخُذْ
اَرْبَعَةً
مِنَ
الطَّيْرِ
فَصُرْهُنَّ
اِلَيْكَ
ثُمَّ
اجْعَلْ
عَلٰى
كُلِّ
جَبَلٍ
مِنْهُنَّ
جُزْءاً
ثُمَّ
ادْعُهُنَّ
يَأْت۪ينَكَ
سَعْياًۜ
وَاعْلَمْ
اَنَّ
اللّٰهَ
عَز۪يزٌ
حَك۪يمٌ۟
٢٦٠
Ve-iż kâle ibrâhîmu rabbi erinî keyfe tuhyi-lmevtâ(s) kâle eve lem tumin(s) kâle belâ velâkin liyatme-inne kalbî(s) kâle feḣuż arbe’aten mine-ttayri fesurhunne ileyke śumme-c’al ‘alâ kulli cebelin minhunne cuz-en śumme-d’uhunne yetîneke sa’yâ(en)(c) va’lem enna(A)llâhe ‘azîzun hakîm(un)
Hani İbrahim, “Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allah ona) “İnanmıyor musun?” deyince, “Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için” demişti. “Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
مَثَلُ
الَّذ۪ينَ
يُنْفِقُونَ
اَمْوَالَهُمْ
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
كَمَثَلِ
حَبَّةٍ
اَنْبَتَتْ
سَبْعَ
سَنَابِلَ
ف۪ي
كُلِّ
سُنْبُلَةٍ
مِائَةُ
حَبَّةٍۜ
وَاللّٰهُ
يُضَاعِفُ
لِمَنْ
يَشَٓاءُۜ
وَاللّٰهُ
وَاسِعٌ
عَل۪يمٌ
٢٦١
Meśelu-lleżîne yunfikûne emvâlehum fî sebîli(A)llâhi kemeśeli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mi-etu habbe(tin)(k) va(A)llâhu yudâ’ifu limen yeşâu va(A)llâhu vâsi’un ‘alîm(un)
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
اَلَّذ۪ينَ
يُنْفِقُونَ
اَمْوَالَهُمْ
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
ثُمَّ
لَا
يُتْبِعُونَ
مَٓا
اَنْفَقُوا
مَناًّ
وَلَٓا اَذًۙى
لَهُمْ
اَجْرُهُمْ
عِنْدَ
رَبِّهِمْۚ
وَلَا
خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا
هُمْ
يَحْزَنُونَ
٢٦٢
Elleżîne yunfikûne emvâlehum fî sebîli(A)llâhi śumme lâ yutbi’ûne mâ enfekû mennen velâ eżen(ﻻ) lehum ecruhum ‘inde rabbihim velâ ḣavfun ‘aleyhim velâ hum yahzenûn(e)
Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.
قَوْلٌ
مَعْرُوفٌ
وَمَغْفِرَةٌ
خَيْرٌ
مِنْ
صَدَقَةٍ
يَتْبَعُهَٓا
اَذًىۜ
وَاللّٰهُ
غَنِيٌّ
حَل۪يمٌ
٢٦٣
Kavlun ma’rûfun vemaġfiratun ḣayrun min sadekatin yetbe’uhâ eżâ(en)(k) va(A)llâhu ġaniyyun halîm(un)
Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
لَا
تُبْطِلُوا
صَدَقَاتِكُمْ
بِالْمَنِّ
وَالْاَذٰىۙ
كَالَّذ۪ي
يُنْفِقُ
مَالَهُ
رِئَٓاءَ
النَّاسِ
وَلَا
يُؤْمِنُ
بِاللّٰهِ
وَالْيَوْمِ
الْاٰخِرِۜ
فَمَثَلُهُ
كَمَثَلِ
صَفْوَانٍ
عَلَيْهِ
تُرَابٌ
فَاَصَابَهُ
وَابِلٌ
فَتَرَكَهُ
صَلْداًۜ
لَا
يَقْدِرُونَ
عَلٰى
شَيْءٍ
مِمَّا
كَسَبُواۜ
وَاللّٰهُ
لَا
يَهْدِي
الْقَوْمَ
الْكَافِر۪ينَ
٢٦٤
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû lâ tubtilû sadekâtikum bilmenni vel-eżâ kelleżî yunfiku mâlehu ri-âe-nnâsi velâ yuminu bi(A)llâhi velyevmi-l-âḣir(i)(s) femeśeluhu kemeśeli safvânin ‘aleyhi turâbun feasâbehu vâbilun feterakehu saldâ(en)(s) lâ yakdirûne ‘alâ şey-in mimmâ kesebû(k) va(A)llâhu lâ yehdi-lkavme-lkâfirîn(e)
Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
وَمَثَلُ
الَّذ۪ينَ
يُنْفِقُونَ
اَمْوَالَهُمُ
ابْتِغَٓاءَ
مَرْضَاتِ
اللّٰهِ
وَتَثْب۪يتاً
مِنْ
اَنْفُسِهِمْ
كَمَثَلِ
جَنَّةٍ
بِرَبْوَةٍ
اَصَابَهَا
وَابِلٌ
فَاٰتَتْ
اُكُلَهَا
ضِعْفَيْنِۚ
فَاِنْ
لَمْ
يُصِبْهَا
وَابِلٌ
فَطَلٌّۜ
وَاللّٰهُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
بَص۪يرٌ
٢٦٥
Vemeśelu-lleżîne yunfikûne emvâlehumu-btiġâe merdâti(A)llâhi veteśbîten min enfusihim kemeśeli cennetin birabvetin esâbehâ vâbilun feâtet ukulehâ di’feyni fe-in lem yusibhâ vâbilun fetal(lun)(k) ve(A)llâhu bimâ ta’melûne basîr(un)
Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yüksekçe bir yerdeki güzel bir bahçenin durumu gibidir ki, bol yağmur alınca iki kat ürün verir. Bol yağmur almasa bile ona çiseleme yeter. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
اَيَوَدُّ
اَحَدُكُمْ
اَنْ
تَكُونَ
لَهُ
جَنَّةٌ
مِنْ
نَخ۪يلٍ
وَاَعْنَابٍ
تَجْر۪ي
مِنْ
تَحْتِهَا
الْاَنْهَارُۙ
لَهُ
ف۪يهَا
مِنْ
كُلِّ
الثَّمَرَاتِۙ
وَاَصَابَهُ
الْكِبَرُ
وَلَهُ
ذُرِّيَّةٌ
ضُعَفَٓاءُۖ
فَاَصَابَهَٓا
اِعْصَارٌ
ف۪يهِ
نَارٌ
فَاحْتَرَقَتْۜ
كَذٰلِكَ
يُبَيِّنُ
اللّٰهُ
لَكُمُ
الْاٰيَاتِ
لَعَلَّكُمْ
تَتَفَكَّرُونَ۟
٢٦٦
Eyeveddu ehadukum en tekûne lehu cennetun min naḣîlin vea’nâbin tecrî min tahtihe-l-enhâru lehu fîhâ min kulli-śśemerâti veesâbehu-lkiberu velehu żurriyyetun du’afâu feasâbehâ i’sârun fîhi nârun fahterakat(k) keżâlike yubeyyinu(A)llâhu lekumu-l-âyâti le’allekum tetefekkerûn(e)
Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin? Allah, düşünesiniz diye size âyetlerini böyle açıklıyor.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُٓوا
اَنْفِقُوا
مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَا
كَسَبْتُمْ
وَمِمَّٓا
اَخْرَجْنَا
لَكُمْ
مِنَ
الْاَرْضِۖ
وَلَا
تَيَمَّمُوا
الْخَب۪يثَ
مِنْهُ
تُنْفِقُونَ
وَلَسْتُمْ
بِاٰخِذ۪يهِ
اِلَّٓا
اَنْ
تُغْمِضُوا
ف۪يهِۜ
وَاعْلَمُٓوا
اَنَّ
اللّٰهَ
غَنِيٌّ
حَم۪يدٌ
٢٦٧
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû enfikû min tayyibâti mâ kesebtum vemimmâ aḣracnâ lekum mine-l-ard(i)(s) velâ teyemmemu-lḣabîśe minhu tunfikûne velestum bi-âḣiżîhi illâ en tuġmidû fîh(i)(c) va’lemû enna(A)llâhe ġaniyyun hamîd(un)
Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır.
اَلشَّيْطَانُ
يَعِدُكُمُ
الْفَقْرَ
وَيَأْمُرُكُمْ
بِالْفَحْشَٓاءِۚ
وَاللّٰهُ
يَعِدُكُمْ
مَغْفِرَةً
مِنْهُ
وَفَضْلاًۜ
وَاللّٰهُ
وَاسِعٌ
عَل۪يمٌۚ
٢٦٨
Eşşeytânu ya’idukumu-lfakra veyemurukum bilfahşâ-(i)(s) va(A)llâhu ye’idukum maġfiraten minhu vefadlâ(en)(k) va(A)llâhu vâsi’un ‘alîm(un)
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayâsızlığı emreder. Allah ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet va’dediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
يُؤْتِي
الْحِكْمَةَ
مَنْ
يَشَٓاءُۚ
وَمَنْ
يُؤْتَ
الْحِكْمَةَ
فَقَدْ
اُو۫تِيَ
خَيْراً
كَث۪يراًۜ
وَمَا
يَذَّكَّرُ
اِلَّٓا
اُو۬لُوا
الْاَلْبَابِ
٢٦٩
Yuti-l hikmete men yeşâ(u)(c) vemen yute-l hikmete fekad ûtiye ḣayran keśîrâ(an)(k) vemâ yeżżekkeru illâ ulu-l-elbâb(i)
Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.
وَمَٓا
اَنْفَقْتُمْ
مِنْ
نَفَقَةٍ
اَوْ
نَذَرْتُمْ
مِنْ
نَذْرٍ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
يَعْلَمُهُۜ
وَمَا
لِلظَّالِم۪ينَ
مِنْ
اَنْصَارٍ
٢٧٠
Vemâ enfektum min nefekatin ev neżertum min neżrin fe-inna(A)llâhe ya’lemuh(u)(k) vemâ lizzâlimîne min ensâr(in)
Allah yolunda her ne harcar veya her ne adarsanız, şüphesiz Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.
اِنْ
تُبْدُوا
الصَّدَقَاتِ
فَنِعِمَّا
هِيَۚ
وَاِنْ
تُخْفُوهَا
وَتُؤْتُوهَا
الْفُقَـرَٓاءَ
فَهُوَ
خَيْرٌ
لَكُمْۜ
وَيُكَفِّرُ
عَنْكُمْ
مِنْ
سَيِّـَٔاتِكُمْۜ
وَاللّٰهُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
خَب۪يرٌ
٢٧١
İn tubdû-ssadekâti feni’immâ hiy(e)(s) ve-in tuḣfûhâ vetutûhe-lfukarâe fehuve ḣayrun lekum(c) veyukeffiru ‘ankum min seyyi-âtikum(k) va(A)llâhu bimâ ta’melûne ḣabîr(un)
Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Fakat onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına da keffaret olur. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
لَيْسَ
عَلَيْكَ
هُدٰيهُمْ
وَلٰكِنَّ
اللّٰهَ
يَهْد۪ي
مَنْ
يَشَٓاءُۜ
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ
خَيْرٍ
فَلِاَنْفُسِكُمْۜ
وَمَا
تُنْفِقُونَ
اِلَّا
ابْتِغَٓاءَ
وَجْهِ
اللّٰهِۜ
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ
خَيْرٍ
يُوَفَّ
اِلَيْكُمْ
وَاَنْتُمْ
لَا تُظْلَمُونَ
٢٧٢
Leyse ‘aleyke hudâhum velâkinna(A)llâhe yehdî men yeşâ(u)(k) vemâ tunfikû min ḣayrin feli-enfusikum(c) vemâ tunfikûne illâ-btiġâe vechi(A)llâh(i)(c) vemâ tunfikû min ḣayrin yuveffe ileykum veentum lâ tuzlemûn(e)
Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır olarak ne harcarsanız, kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allah’ın rızasını kazanmak için harcarsınız. Hayır olarak her ne harcarsanız -hiç hakkınız yenmeden- karşılığı size tastamam ödenir.
لِلْفُقَـرَٓاءِ
الَّذ۪ينَ
اُحْصِرُوا
ف۪ي
سَب۪يلِ
اللّٰهِ
لَا
يَسْتَط۪يعُونَ
ضَـرْباً
فِي
الْاَرْضِۘ
يَحْسَبُهُمُ
الْجَاهِلُ
اَغْنِيَٓاءَ
مِنَ
التَّعَفُّفِۚ
تَعْرِفُهُمْ
بِس۪يمٰيهُمْۚ
لَا
يَسْـَٔلُونَ
النَّاسَ
اِلْحَافاًۜ
وَمَا
تُنْفِقُوا
مِنْ
خَيْرٍ
فَاِنَّ
اللّٰهَ
بِه۪
عَل۪يمٌ۟
٢٧٣
Lilfukarâ-i-lleżîne uhsirû fî sebîli(A)llâhi lâ yestetî’ûne darben fi-l-ardi yahsebuhumu-lcâhilu aġniyâe mine-tte’affufi ta’rifuhum bisîmâhum lâ yes-elûne-nnâse ilhâfâ(en)(k) vemâ tunfikû min ḣayrin fe-inna(A)llâhe bihi ‘alîm(un)
(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.
اَلَّذ۪ينَ
يُنْفِقُونَ
اَمْوَالَهُمْ
بِالَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
سِراًّ
وَعَلَانِيَةً
فَلَهُمْ
اَجْرُهُمْ
عِنْدَ
رَبِّهِمْۚ
وَلَا
خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا
هُمْ
يَحْزَنُونَ
٢٧٤
Elleżîne yunfikûne emvâlehum billeyli ve-nnehâri sirran ve’alâniyeten felehum ecruhum ‘inde rabbihim velâ ḣavfun ‘aleyhim velâ hum yahzenûn(e)
Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.
اَلَّذ۪ينَ
يَأْكُلُونَ
الرِّبٰوا
لَا
يَقُومُونَ
اِلَّا
كَمَا
يَقُومُ
الَّذ۪ي
يَتَخَبَّطُهُ
الشَّيْطَانُ
مِنَ
الْمَسِّۜ
ذٰلِكَ
بِاَنَّهُمْ
قَالُٓوا
اِنَّمَا
الْبَيْعُ
مِثْلُ
الرِّبٰواۢ
وَاَحَلَّ
اللّٰهُ
الْبَيْعَ
وَحَرَّمَ
الرِّبٰواۜ
فَمَنْ
جَٓاءَهُ
مَوْعِظَةٌ
مِنْ
رَبِّه۪
فَانْتَهٰى
فَلَهُ
مَا
سَلَفَۜ
وَاَمْرُهُٓ
اِلَى
اللّٰهِۜ
وَمَنْ
عَادَ
فَاُو۬لٰٓئِكَ
اَصْحَابُ
النَّارِۚ
هُمْ
ف۪يهَا
خَالِدُونَ
٢٧٥
Elleżîne yekulûne-rribâ lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmu-lleżî yeteḣabbetuhu-şşeytânu mine-lmess(i)(c) żâlike bi-ennehum kâlû inneme-lbey’u miślu-rribâ(k) veehalla(A)llâhu-lbey’a veharrame-rribâ(c) femen câehu mev’izatun min rabbihi fentehâ felehu mâ selefe veemruhu ila(A)llâh(i)(s) vemen ‘âde feulâ-ike ashâbu-nnâr(i)(s) hum fîhâ ḣâlidûn(e)
Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah’a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır.
يَمْحَقُ
اللّٰهُ
الرِّبٰوا
وَيُرْبِي
الصَّدَقَاتِۜ
وَاللّٰهُ
لَا
يُحِبُّ
كُلَّ
كَفَّارٍ
اَث۪يمٍ
٢٧٦
Yemhaku(A)llâhu-rribâ veyurbî-ssadekât(i)(k) va(A)llâhu lâ yuhibbu kulle keffârin eśîm(in)
Allah, faiz malını mahveder, sadakaları ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkâr nankörü sevmez.
اِنَّ
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
وَاَقَامُوا
الصَّلٰوةَ
وَاٰتَوُا
الزَّكٰوةَ
لَهُمْ
اَجْرُهُمْ
عِنْدَ
رَبِّهِمْۚ
وَلَا خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلَا
هُمْ
يَحْزَنُونَ
٢٧٧
İnne-lleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti veekâmû-ssalâte veâtevû-zzekâte lehum ecruhum ‘inde rabbihim velâ ḣavfun ‘aleyhim velâ hum yahzenûn(e)
Şüphesiz iman edip salih ameller işleyen, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenlerin mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا
اتَّقُوا
اللّٰهَ
وَذَرُوا
مَا
بَـقِيَ
مِنَ
الرِّبٰٓوا
اِنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِن۪ينَ
٢٧٨
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû-ttekû(A)llâhe veżerû mâ bakiye mine-rribâ in kuntum muminîn(e)
Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz, faizden geriye kalanı bırakın.
فَاِنْ
لَمْ
تَفْعَلُوا
فَأْذَنُوا
بِحَرْبٍ
مِنَ
اللّٰهِ
وَرَسُولِه۪ۚ
وَاِنْ
تُبْتُمْ
فَلَكُمْ
رُؤُ۫سُ
اَمْوَالِكُمْۚ
لَا
تَظْلِمُونَ
وَلَا
تُظْلَمُونَ
٢٧٩
Fe-in lem tef’alû feżenû biharbin mina(A)llâhi verasûlih(i)(s) ve-in tubtum felekum ruûsu emvâlikum lâ tazlimûne velâ tuzlemûn(e)
Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Resûlüyle savaşa girdiğinizi bilin. Eğer tövbe edecek olursanız, anaparalarınız sizindir. Böylece siz ne başkalarına haksızlık etmiş olursunuz, ne de başkaları size haksızlık etmiş olur.
وَاِنْ
كَانَ
ذُوعُسْرَةٍ
فَنَظِرَةٌ
اِلٰى
مَيْسَرَةٍۜ
وَاَنْ
تَصَدَّقُوا
خَيْرٌ
لَكُمْ
اِنْ
كُنْتُمْ
تَعْلَمُونَ
٢٨٠
Ve-in kâne żû ‘usratin fenaziratun ilâ meysera(tin)(c) veen tesaddekû ḣayrun lekum(c) in kuntum ta’lemûn(e)
Eğer borçlu darlık içindeyse, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin. Eğer bilirseniz, (borcu) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır.
وَاتَّقُوا
يَوْماً
تُرْجَعُونَ
ف۪يهِ
اِلَى
اللّٰهِ
ثُمَّ
تُوَفّٰى
كُلُّ
نَفْسٍ
مَا
كَسَبَتْ
وَهُمْ
لَا
يُظْلَمُونَ۟
٢٨١
Vettekû yevmen turce’ûne fîhi ila(A)llâh(i)(s) śumme tuveffâ kullu nefsin mâ kesebet vehum lâ yuzlemûn(e)
Öyle bir günden sakının ki, o gün hepiniz Allah’a döndürülüp götürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı amellerin karşılığı verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır.
يَٓا
اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ
اٰمَنُٓوا
اِذَا
تَدَايَنْتُمْ
بِدَيْنٍ
اِلٰٓى
اَجَلٍ
مُسَمًّى
فَاكْتُبُوهُۜ
وَلْيَكْتُبْ
بَيْنَكُمْ
كَاتِبٌ
بِالْعَدْلِۖ
وَلَا
يَأْبَ
كَاتِبٌ
اَنْ
يَكْتُبَ
كَمَا
عَلَّمَهُ
اللّٰهُ
فَلْيَكْتُبْۚ
وَلْيُمْلِلِ
الَّذ۪ي
عَلَيْهِ
الْحَقُّ
وَلْيَتَّقِ
اللّٰهَ
رَبَّهُ
وَلَا
يَبْخَسْ
مِنْهُ
شَيْـٔاًۜ
فَاِنْ
كَانَ
الَّذ۪ي
عَلَيْهِ
الْحَقُّ
سَف۪يهاً
اَوْ
ضَع۪يفاً
اَوْ
لَا
يَسْتَط۪يعُ
اَنْ
يُمِلَّ
هُوَ
فَلْيُمْلِلْ
وَلِيُّهُ
بِالْعَدْلِۜ
وَاسْتَشْهِدُوا
شَه۪يدَيْنِ
مِنْ
رِجَالِكُمْۚ
فَاِنْ
لَمْ
يَكُونَا
رَجُلَيْنِ
فَرَجُلٌ
وَامْرَاَتَانِ
مِمَّنْ
تَرْضَوْنَ
مِنَ
الشُّهَدَٓاءِ
اَنْ
تَضِلَّ
اِحْدٰيهُمَا
فَتُذَكِّرَ
اِحْدٰيهُمَا
الْاُخْرٰىۜ
وَلَا
يَأْبَ
الشُّهَدَٓاءُ
اِذَا
مَا
دُعُواۜ
وَلَا تَسْـَٔمُٓوا
اَنْ
تَكْتُبُوهُ
صَغ۪يراً
اَوْ
كَب۪يراً
اِلٰٓى
اَجَلِه۪ۜ
ذٰلِكُمْ
اَقْسَطُ
عِنْدَ
اللّٰهِ
وَاَقْوَمُ
لِلشَّهَادَةِ
وَاَدْنٰٓى
اَلَّا
تَرْتَابُٓوا
اِلَّٓا
اَنْ
تَكُونَ
تِجَارَةً
حَاضِرَةً
تُد۪يرُونَهَا
بَيْنَكُمْ
فَلَيْسَ
عَلَيْكُمْ
جُنَاحٌ
اَلَّا
تَكْتُبُوهَاۜ
وَاَشْهِدُٓوا
اِذَا
تَبَايَعْتُمْۖ
وَلَا يُضَٓارَّ
كَاتِبٌ
وَلَا
شَه۪يدٌۜ
وَاِنْ
تَفْعَلُوا
فَاِنَّهُ
فُسُوقٌ
بِكُمْۜ
وَاتَّقُوا
اللّٰهَۜ
وَيُعَلِّمُكُمُ
اللّٰهُۜ
وَاللّٰهُ
بِكُلِّ
شَيْءٍ
عَل۪يمٌ
٢٨٢
Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû iżâ tedâyentum bideynin ilâ ecelin musemmen fektubûh(u)(c) velyektub beynekum kâtibun bil’adl(i)(c) velâ yebe kâtibun en yektube kemâ ‘allemehu(A)llâh(u)(c) felyektub velyumlili-lleżî ‘aleyhi-lhakku velyetteki(A)llâhe rabbehu velâ yebḣas minhu şey-â(en)(c) fe-in kâne-lleżî ‘aleyhi-lhakku sefîhen ev da’îfen ev lâ yestatî’u en yumille huve felyumlil veliyyuhu bil’adl(i)(c) vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum(s) fe-in lem yekûnâ raculeyni feraculun vemraetâni mimmen terdavne mine-şşuhedâ-i en tedille ihdâhumâ fetużekkira ihdâhume-l-uḣrâ(c) velâ yebe-şşuhedâu iżâ mâ du’û(c) velâ tes-emû en tektubûhu saġîran ev kebîran ilâ ecelih(i)(c) żâlikum aksetu ‘inda(A)llâhi veakvemu lişşehâdeti ve ednâ ellâ tertâbû(s) illâ en tekûne ticâraten hâdiraten tudîrûnehâ beynekum feleyse ‘aleykum cunâhun ellâ tektubûhâ(k) ve eşhidû iżâ tebâya’tum(c) velâ yudârra kâtibun velâ şehîd(un)(c) ve-in tef’alû fe-innehu fusûkun bikum(k) vettekû(A)llâh(e)(s) veyu’allimukumu(A)llâh(u)(k) va(A)llâhu bikulli şey-in ‘alîm(un)
Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, (her şeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan korkup sakınsın da borçtan hiçbir şeyi eksik etmesin (hepsini tam yazdırsın). Eğer borçlu, aklı ermeyen, veya zayıf bir kimse ise, ya da yazdıramıyorsa, velisi adaletle yazdırsın. (Bu işleme) şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir. Şahitler çağırıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun, borcu süresine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yalnız, aranızda hemen alıp verdiğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanızdan ötürü üzerinize bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Yazana da, şahide de bir zarar verilmesin. Eğer aksini yaparsanız, bu sizin için günahkârca bir davranış olur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah, size öğretiyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
وَاِنْ
كُنْتُمْ
عَلٰى
سَفَرٍ
وَلَمْ
تَجِدُوا
كَاتِباً
فَرِهَانٌ
مَقْبُوضَةٌۜ
فَاِنْ
اَمِنَ
بَعْضُكُمْ
بَعْضاً
فَلْيُؤَدِّ
الَّذِي
اؤْتُمِنَ
اَمَانَتَهُ
وَلْيَتَّقِ
اللّٰهَ
رَبَّهُۜ
وَلَا
تَكْتُمُوا
الشَّهَادَةَۜ
وَمَنْ
يَكْتُمْهَا
فَاِنَّهُٓ
اٰثِمٌ
قَلْبُهُۜ
وَاللّٰهُ
بِمَا
تَعْمَلُونَ
عَل۪يمٌ۟
٢٨٣
Ve-in kuntum ‘alâ seferin velem tecidû kâtiben ferihânun makbûda(tun)(s) fe-in emine ba’dukum ba’dan felyu-eddi-lleżî itumine emânetehu velyetteki(A)llâhe rabbeh(u)(k) velâ tektumû-şşehâde(te)(c) vemen yektumhâ fe-innehu âśimun kalbuh(u)(k) va(A)llâhu bimâ ta’melûne ‘alîm(un)
Eğer yolculukta olur da bir yazıcı bulamazsanız, o zaman alınmış rehinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Rabbi Allah’tan sakınsın. Bir de şahitliği gizlemeyin. Kim şahitliği gizlerse, şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilendir.
لِلّٰهِ
مَا
فِي
السَّمٰوَاتِ
وَمَا
فِي
الْاَرْضِۜ
وَاِنْ
تُبْدُوا
مَا
ف۪ٓي
اَنْفُسِكُمْ
اَوْ
تُخْفُوهُ
يُحَاسِبْكُمْ
بِهِ
اللّٰهُۜ
فَيَغْفِرُ
لِمَنْ
يَشَٓاءُ
وَيُعَذِّبُ
مَنْ
يَشَٓاءُۜ
وَاللّٰهُ
عَلٰى
كُلِّ
شَيْءٍ
قَد۪يرٌ
٢٨٤
li(A)llâhi mâ fî-ssemâvâti vemâ fi-l-ard(i)(k) ve-in tubdû mâ fî enfusikum ev tuḣfûhu yuhâsibkum bihi(A)llâh(u)(s) feyaġfiru limen yeşâu ve yu’ażżibu men yeşâ(u)(k) va(A)llâhu ‘alâ kulli şey-in kadîr(un)
Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi, onunla sorguya çeker de dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.
اٰمَنَ
الرَّسُولُ
بِمَٓا
اُنْزِلَ
اِلَيْهِ
مِنْ
رَبِّه۪
وَالْمُؤْمِنُونَۜ
كُلٌّ
اٰمَنَ
بِاللّٰهِ
وَمَلٰٓئِكَتِه۪
وَكُتُبِه۪
وَرُسُلِه۪ۜ
لَا
نُفَرِّقُ
بَيْنَ
اَحَدٍ
مِنْ
رُسُلِه۪۠
وَقَالُوا
سَمِعْنَا
وَاَطَعْنَا
غُفْرَانَكَ
رَبَّنَا
وَاِلَيْكَ
الْمَص۪يرُ
٢٨٥
âmene-rrasûlu bimâ unzile ileyhi min rabbihi velmuminûn(e)(c) kullun âmene bi(A)llâhi ve melâ-iketihi ve kutubihi ve rusulihi lâ nuferriku beyne ehadin min rusulih(i)(c) ve kâlû semi’nâ ve ata’nâ(s) ġufrâneke rabbenâ ve-ileyke-lmasîr(u)
Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” Şöyle de dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.”
لَا
يُكَلِّفُ
اللّٰهُ
نَفْساً
اِلَّا
وُسْعَهَاۜ
لَهَا
مَا
كَسَبَتْ
وَعَلَيْهَا
مَا
اكْتَسَبَتْۜ
رَبَّنَا
لَا
تُؤَاخِذْنَٓا
اِنْ
نَس۪ينَٓا
اَوْ
اَخْطَأْنَاۚ
رَبَّنَا
وَلَا
تَحْمِلْ
عَلَيْنَٓا
اِصْراً
كَمَا
حَمَلْتَهُ
عَلَى
الَّذ۪ينَ
مِنْ
قَبْلِنَاۚ
رَبَّنَا
وَلَا
تُحَمِّلْنَا
مَا
لَا
طَاقَةَ
لَنَا
بِه۪ۚ
وَاعْفُ
عَنَّا۠
وَاغْفِرْ
لَنَا۠
وَارْحَمْنَا۠
اَنْتَ
مَوْلٰينَا
فَانْصُرْنَا
عَلَى
الْقَوْمِ
الْكَافِر۪ينَ
٢٨٦
Lâ yukellifu(A)llâhu nefsen illâ vus’ahâ(c) lehâ mâ kesebet ve’aleyhâ me-ktesebet(k) rabbenâ lâ tu-âḣiżnâ in nesînâ ev aḣtanâ(c) rabbenâ velâ tahmil ‘aleynâ isran kemâ hameltehu ‘ale-lleżîne min kablinâ(c) rabbenâ velâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bih(i)(s) va’fu ‘annâ vaġfir lenâ verhamnâ(c) ente mevlânâ fensurnâ ‘ale-lkavmi-lkâfirîn(e)
Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek dua ediniz): “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”